Güncelleme Tarihi:
Orta Afrika Cumhuriyeti dendiğinde gözünüzde pek bir şey canlanmıyor olabilir. Belki isminden yola çıkarak; Afrika’daki coğrafik konumunu tahmin edebilir ya da Forbes Dergisi’nin 2011’de yapmış olduğu araştırmaya göre ‘Dünyanın En Mutsuz Ülkesi’ seçilmelerini duymuş olabilirsiniz.
Fakat size “Orta Afrika Cumhuriyeti ve basketbol” dediğimizde büyük ihtimalle aklınıza tek bir isim gelecektir, o da Fenerbahçe Ülker’in oyuncusu; Romain Sato. Sarı-Lacivertlilerde bu senenin kilit isimlerinden biri olan Sato, ülkesinin şu ana kadar çıkarmış olduğu en önemli basketbolcu. Siena’da kendini kanıtlamış ve Panathinaikos’ta Turkish Airlines Euroleague şampiyonluğu yaşayarak zirveye çıkmış olan Afrikalı oyuncu, artık Fenerbahçe Ülker’in başarısı için ter döküyor. Çocukluğunu futbol ve basketbol oynayarak geçiren Sato’nun hayatı ABD’ye adım atmasıyla tamamen değişmiş. Okulundaki değişim programı kapsamında gittiği Amerika’da eğitimini tamamlayan oyuncu, annesine verdiği sözü tutarak üniversite diplomasını da eline almış. Okulunu bitirip ailesini utandırmadığı için mutlu olduğunu söyleyen Sato, üç sene önce kaybettiği annesini, vefat ettiği güne kadar daha da gururlandırmış. Avrupa’ya gelmesinin ardından sürekli üzerine koyarak devam eden Sarı-Lacivertli forvet ile ülkesi Orta Afrika Cumhuriyeti’ni, geçmişte yaşamış olduğu sıkıntıları, Amerika, İtalya ve Yunanistan günlerini, Fenerbahçe Ülker’deki hedeflerini, basketbol dışında kalan konuları ve son olarak da Slovenya’da yaşadığı pasaport krizi nedeniyle “Hayatımın en uzun gecesiydi” diye anlattığı ‘o gece’yi konuştuk. Zaman zaman da dertleştik…
İşte ‘Dünyanın En Mutsuz Ülkesi’nin en mutlu adamı; Romain Sato ile Burak Şahin'in yaptığı röportajın tamamı;
- Sondan başlarsak eğer; Euroleague’deki son maçında eski takımın Panathinaikos’a karşı oynadın ve önemli bir galibiyet aldınız. Senin için nasıl bir maç oldu?
Benim için değişik ve bir anlamda da duygusal bir karşılaşma oldu. Gerçi Panathinaikos’ta geçen seneden Kostas Tsartsaris ve Dimitris Diamantidis dışında kimse kalmadı. Takım halinde bir yapılanmaya gittiler ve tamamen yeni bir kadro oluşturdular ancak bütün bunlara rağmen yine de duygulanabiliyorsunuz. Sonuçta Panathinaikos benim zirveye çıktığım ve Euroleague şampiyonluğu yaşadığım takım ama insan karşısında sadece 2 tanıdık oyuncu görünce duygusallık seviyesi de ister istemez düşüyor.
- Şimdi de hikayenin en başına dönelim; 80’li yılların başında siyasi ve ekonomik sorunlar yaşayan Orta Afrika Cumhuriyeti’nde dünyaya gelen Romain Guessagba-Sato-Lebel, basketbolla nasıl tanıştı?
Ülkemde çocuklar belli bir yaşa geldiğinde ya futbol ya da basketbol oynar. Ben de önceleri futbol oynuyordum, sonra arkadaşlarım sayesinde basketbolla tanıştım. Sadece zaman geçirmek için kendime bir hobi edindiğimi zannediyordum çünkü basketbol topunu ilk olarak elime aldığımda 14 yaşımdaydım. O sıralar liseye başlamıştım, bir değişim programıyla Amerika’ya gitme şansı yakaladım. Ohio’daki Dayton Christian Lisesi’ne kaydolduktan sonra burada da basketbol oynamayı sürdürdüm. İşler değişmeye başlamıştı; eğer burada basketbol oynamaya devam edersem bana burs verebileceklerini söylediler. Ben de kabul ettim ve basketbol bir anda hayatımın ilk sırasına yerleşti.
- Ardından Xavier Üniversitesi’ne gittin ve 4 sene boyunca eğitimine devam edip diplomanı aldın. Okulu yarım bırakıp profesyonelliğe adım atmamanın özel bir sebebi var mı?
Evet var, anneme söz vermiştim. Okumam için çırpınan ve elinden gelen her şeyi yapan anneme karşı sorumluluklarımın olduğunun farkındaydım. Oraya gittiğimde ne pahasına olursa olsun okulumu bitirip, diplomayı elime alacağımın sözünü vermiştim. Bu nedenle Amerika’da asıl hedefim, okuduğum Uluslararası Ticaret bölümünden mezun olmaktı. Üç sene önce kaybettiğim annemin de dediği gibi eğer basketbolda başarılı olamasaydım, elimde bir diplomamın olması gerekiyordu. Aklımın bir köşesinde her zaman onun dedikleri vardı. Gurur duyabileceği bir evlat görmesi ve hayatını eğitimime adayışının karşılığını alması gerekiyordu. Bunu başardım ve onu utandırmadım.
- Ancak okulundan mezun olurken bir taraftan da basketboldan kopmamayı başardın ve 2004'te Spurs tarafından draft edilerek NBA’e adım attın. Her ne kadar bir maçta forma giymemiş olsan da 2005'in şubat ayına kadar Spurs’te geçirdiğin zamanı nasıl değerlendirdin?
Hem basketbola hem de hayat okuluna geç başlamış olmamdan dolayı Spurs’te geçirdiğim süreyi eğitimimin bir parçası olarak görebiliriz. Benim için draft edilmiş olmak bile büyük bir başarıyken bir de Gregg Popovich gibi bir antrenörle aynı ortamda bulunmak inanılmazdı. Spurs, bir insana basketbolun ne demek olduğunu anlatabilecek en güzel yer ve ben de bundan fazlasıyla yararlandım. Hiçbir maçta dakika almamış olabilirim ama onlarla beraber seyahatlere gidip antrenmanlara çıktım. Bu bile benim için yeterli ve sıradışı bir deneyimdi.
- Spurs’ten ayrıldıktan sonra kariyerin konusunda hiç ümitsizliğe kapıldın mı?
Umudumun tükendiği anlar olmadı değil ama ABD'de öğrendiğim en önemli şeylerden biri de profesyonelliğe bu şekilde adım atılıyor olmasıydı. Hala gençtim ve önümde uzun bir kariyerin olduğunun farkındaydım. Yine de büyük takımlar da bir sene boyunca hiçbir resmi maça çıkmayan bir adamı transfer etmek istemezler. Ben de İtalya 2. Ligi'nde oynamaya başladım ve burada kendimi gösterdim. Avrupa’yı tercih etmem hayatımda verdiğim en iyi kararlardan biriydi.
- Sicc Cucine Jesi’de göstermiş olduğun performans sana Barcelona’nın kapılarını açtı ama asıl parladığın takım bir sene sonra transfer olduğun Siena’ydı. Şimdiki antrenörün Simone Pianigiani ile orada büyük işler başardınız…
Evet, gerçekten kimse bizden art arda İtalya Ligi şampiyonlukları beklemiyordu. Yeni oyunculardan kurulu bir takımdık ve Pianigiani ilk başantrenörlük deneyimini yaşayacaktı. Hem bizim için hem de onun için zor bir durumdu. İlk yıl şampiyon olduktan sonra takım halinde iyice kenetlendik ve bundan daha fazlasını başarabileceğimizi anladık. Ardından 2008’de Euroleague Final Four’una kalmak da bizim için gerçekten büyük bir başarıydı. Öte yandan benim için de çok önemli bir 4 sene oldu. Siena’da Avrupa basketboluna iyice alışıp kendimi geliştirmeye devam ettim. Buradaki tecrübelerin meyvesini de Panathinaikos’ta Euroleague şampiyonluğu yaşayarak aldım diyebilirim.
- Peki, Fenerbahçe Ülker’in başındaki Pianigiani ile Siena’daki Pianigiani arasında ne gibi farklılıklar var? Antrenörünün kariyerinde geldiği noktayı nasıl değerlendiriyorsun?
Dediğim gibi; Pianigiani, Siena’nın başına geçtiğinde ilk defa başantrenör olarak görev yapacaktı ve çok gençti. Hem o hem de biz tecrübesiz sayılabilirdik. Bu nedenle birbirimizden çok şey öğrendik. Şimdi geldiği noktada fazlasıyla tecrübe kazanmış bir antrenör görüyorsunuz. Kendinden daha emin ve yere daha sağlam basan bir antrenör. Onunla ilgili değişmeyen iki nokta var. Birincisi Pianigiani’nin kazanma hırsı hiçbir zaman azalmadı. İkincisi ise hiçbir zaman çok çalışmaktan vazgeçmedi. Pes etmenin ne demek olduğunu bilmez. Ayrıca takımda bir kimya oturtmak için elinden geleni yapar. Herkesin aynı hedef doğrultusunda yürüdüğünden emin olmak ister. Bunlar Pianigiani için önemli noktalar.
- Senin Fenerbahçe Ülker’i tercih etmendeki sebepler nelerdi? Avrupa’nın en büyük kupasını da kazanmış bir oyuncu olarak Sarı-Lacivertli forma altındaki hedeflerin neler?
Öncelikle; İstanbul inanılmaz bir şehir. Burada, 20 milyonun üzerinde taraftarı olan Fenerbahçe gibi bir kulüpte forma giymek, NBA kalitesinde bir salona sahip olmak, binlerce kişinin önünde basketbol oynamak, onların desteğini arkana alıyor olmak… Bunlar gerçekten Fenerbahçe’yi tercih etmek için müthiş sebepler. Bu arada İstanbul’un inanılmaz bir şehir olduğunu söylemiş miydim? Buradaki hedeflerime gelince; tabii ki bütün kupaları kazanmak istiyorum. Daha önce Euroleague şampiyonluğu yaşamış olmak bu konudaki arzumu azaltmıyor. Forma giydiğim sürece içimdeki kazanma isteği devam edecek. Hedeflerimize tabii ki adım adım ilerleyeceğiz. Bir taraftan da Türkiye Kupası ve Beko Basketbol Ligi’ni de kazanmak için çalışacağız. Bunları yapmaya müsait bir kadromuz var.
- Hayatın boyunca yaşadığın tüm zorlukları bir kenara koyarsak; Slovenya’da yaşanan pasaport krizi de seni fazlasıyla etkilemiş olmalı…
İnan bana çok zordu. Hayatımın en uzun gecesiydi. Beni sahte pasaport taşımakla suçlayıp gözaltına aldılar. Sahte bir pasaporta ihtiyacım olsa bunu Orta Afrika Cumhuriyeti’nden çıkarmazdım. Çoğu insanın bilmediği bir ülkeden sahte pasaport çıkarmak çok mantıklı değil sanırım. Ayrıca ben 8 yıldır Avrupa’da forma giyiyorum ve her ülkeye aynı pasaportla seyahat ediyorum. Bu olaydan önce buna benzer hiçbir şey yaşamadım. Önceki pasaportumun sayfaları dolduğu için ülkemden yenisini aldım ve çok kısa bir süre önce de ABD'ye gittim. Slovenya’da yaşananlar inanılır gibi değildi. Böyle şeyler söylemek istemem ama bence onların Afrikalı insanlarla bir sorunları var. Çünkü havaalanında bekletilen insanların neredeyse tamamı Afrikalıydı.
- Havaalanındaki polisler senin basketbolcu olduğunu biliyorlar mıydı?
Tabii ki, Fenerbahçe Ülker'in oyuncusu olduğumun farkındaydılar, zaten takım halinde giriş yapıyorduk. Asıl sorun oradaki polislerin ülkemi bilmiyor olmalarıydı. Bana “Orta Afrika Cumhuriyeti de neresi, böyle bir ülke mi var?” diye sordular. Hayatlarında ilk kez böyle bir pasaport gördüklerini söylediler. Ben de onlara gerekli açıklamaları yaptım ve buraya sadece maç için geldiğimi ve 24 saatten daha az bir süre kalıp döneceğimi anlatmayı denedim. Slovenya’ya ne sığınmak için ne de orada kalıp iş bulmak için gitmiştim ama polisler bana kaçak göçmenmişim gibi davranıp gözaltına aldılar.
- Ertesi gün mahkemeye çıkana kadar neler yaşadın?
Onlara bir yanlışlık yaptıklarını söylemeye devam ettim ama bunlar için mahkemeyi beklemem gerektiğini belirttiler. Sonra beni küçük bir odaya kapattılar. Odada küçük bir yatak ve tek bir sandalye vardı. Böyle bir durumda insanın gözüne uyku girmiyor. Mahkemeye çıkana kadar sandalyede öylece oturup bekledim. İlk kez böyle bir şey yaşıyordum ve gerçekten hiç kolay değil. Ertesi gün mahkemede haklı olduğumu görüp beni serbest bıraktılar ama bu benim için yeterli değildi. Bu konuyla ilgili yasal süreç de devam ediyor. Sonuçta yapılan bir yanlışlıktan dolayı o zorlukları ben çektim ve adım hiç istemediğim bir şekilde anıldı. Kimsenin “Sato sahte bir pasaportla yakalandı” şeklinde konuşmasına izin veremem.
- Biraz da ülkenden bahsedersek; neden Orta Afrika Cumhuriyeti’nden Sato dışında pek fazla basketbolcu tanımıyoruz? Hâlâ devam eden ekonomik ve politik sorunlar ülkedeki basketbolu nasıl etkiliyor?
İlk olarak; birçok insan Orta Afrika Cumhuriyeti diye bir ülke olduğunu bile bilmiyor. Onlara ülkemin adını söylediğimde sadece isminden Afrika’nın ortasında olabileceği sonucuna varıyorlar, o kadar. Çünkü bağımsızlığını geç kazanan ve gelişmeye yeni başlayan ülkemde basketbol adına büyük yatırımların yapıldığını söylemek zor. Bu nedenle Orta Afrika Cumhuriyeti’nden bir tek Sato adını duyuyorsunuz. Ben de elimden geldiğince her yerde ülkemi tanıtıp, elçiliğini yapmaya çalışıyorum. Birçok kişi beni Orta Afrika Cumhuriyeti’nin başbakanı olarak görüyor. Başbakan değilim belki ama iyi bir elçi olduğumu düşünüyorum ve bundan gurur duyuyorum.
- Forbes Dergisi’nin 2011’de açıkladığı listeye göre Orta Afrika Cumhuriyeti, dünyanın en mutsuz ülkesi olarak gösteriliyor. Sen bunun aksini sergiler gibisin…
Çok küçük bir ülkede, ekonomik sorunlar ve durmadan değişen yönetim nedeniyle insanların mutsuz olması doğal. Birçok şey yolunda gitmiyor, en önemlisi de ülkede büyük sağlık problemleri yaşanıyor. Çoğu Afrika ülkesinde olduğu gibi Orta Afrika Cumhuriyeti’nde de benzer sorunlar var fakat yavaş yavaş işlerin düzeleceği konusundaki inancım tam. Sporun da buna büyük katkısı olacaktır. Benim başardığımı birçok genç yapabilir ve onlar da kendilerine güzel bir gelecek sağlayabilirler. Sanırım şu anda dünyanın en mutsuz ülkesinin en mutlu adamıyım diyebilirim.
- Şu anda aktif basketbolcular arasından bir takım yaratacak olsan hangi oyuncuları seçerdin?
Listemin ilk sırasında kesinlikle Tim Duncan olurdu. Kişisel yakınlıklarımı da düşünecek olursam; Tony Parker ve Manu Ginobili’yi de takımıma alırdım. Tabii ki LeBron James, Kevin Durant ve Kobe Bryant’ı da seçerdim. Hepsi birbirinden iyi oyuncular. Avrupa’dan seçme işine ise hiç girmeyeyim çünkü sabaha kadar isim sayabilirim.
- Bir takımın genel menajeri olsaydın başantrenörlük görevine kimi getirirdin?
Tahmin edebileceğin gibi NBA’den ilk tercihim Gregg Popovich olurdu. Hala çalışıyor olsaydı Phil Jackson’ı da seçebilirdim. Avrupa’dan ise iki isim verebilirim; Simone Pianigiani ve Zeljko Obradovic.
- NBA’de desteklediğin takımı soracağım ama sanırım artık cevabını biliyorum…
Aynen öyle; San Antonio Spurs.
- Cevabını tahmin ettiğim başka bir soru daha; favori futbol takımın?
Listenin ilk sırasında tabii ki Fenerbahçe var ama ben genel olarak futbol izlemeyi çok seviyorum. Bu yüzden Barcelona, Real Madrid, Chelsea ve Manchester United gibi takımları da sayabilirim.
- En sevdiğin şehir?
Dünyanın birçok yerinde bulundum ve İstanbul’u da yeni yeni tanımaya başladım ama şu andaki tercihim sanırım Roma olur.
- Favori yemeğin?
Kebap ve pilav.
- Peki en beğendiğin film hangisi?
Rush Hour. Jackie Chan favori aktörüm.
- Müzikle aran nasıl?
Her şeyi dinlemeye çalışıyorum ama genel olarak dini müzikleri seviyorum.
- Kitap okumaya zamanın oluyor mu?
Çok fazla olmuyor ama hayata dair şeyler okumayı seviyorum. Çok bunaldığımda İncil’i okuyorum.
- Arabalara özel bir ilgin var mı?
Hayatta en kötü olduğum konulardan biri budur. Hiçbir aracı sürmeyi bilmiyorum.
- En sevdiğin renkleri sorsam?
Hem Siena hem de Panathinaikos’tan dolayı uzun bir süre yeşildi ama artık tamamen sarı ve lacivert.
- Basketbol dışında İstanbul’daki günlerin nasıl geçiyor?
Eşim ve üç çocuğumla ilgileniyorum. İki ve dört yaşlarında iki oğlum ve yedi aylık bir kızım var. Onlarla zaman geçirmeye çalışıyorum. Büyük oğlum şimdi okula başladı ve Türkçe öğreniyor. Sanırım Türkçeyi benden daha iyi konuşacak. Belki bana da yardımcı olur.llerinin peşinde olan bir çocuğa yardım etmek gerçekten çok özeldi" ifadelerini kullandı.