BARIŞ ve MÜZİĞİ... "İNANDIKLARIMI AKTARMAYA GELDİM..." (ya da...)"BEN GERÇEK BİR ROCKER'IM!" Barş Manço'nun doğum tarihi, 1 Ocak 1943... Bir gün, ünlü bir gazetenin çoook ünlü Ankara muhabiri (ismi lâzım değil) açıp sormuş: "1 Ocak Hz. İsa'nın doğumu. Niye sen de aynı günde doğdun?" Üstad önce büyük bir sabırla, Hz. İsa'nın, kitapların dediğine göre, 24 Aralık'ta doğduğunu hatırlatır. Israrla, niçin 1 Ocak'ta doğduğu sorulunca, verip veriştiriyor. "Ben 36 yıllık profesyonellik hayatımda, hiçbir muhabire anlatamadım... Hâlâ da boşuna söylediğimin farkındayım ama, tekrar söyleyeyim... Ben bir şarkıcı, besteci olarak bu dünyaya gelmedim... Düşüncelerimi aktarmak üzere geldim... Bu, gün geldi, şarkı söylemekle oldu... "Şimdi, insan en iyi kendini bilir herkesten önce... Ben de, bildiğim kadarıyla, hep kendimi anlatmaya çalıştım... Elimde 90 küsur ciltlik bir arşivim var... Hep bir yorum söz konusu, yine kendimin en doğru olduğuna inandığım şeyleri aktarmaya çalışacağım insanlara... Buna da, entellektüellik deniyor." İkinci büyük harbin "Karneli Yıllar"ında, tahsilini İsviçre'de tamamlamış, üç beş lisan konuşan İsmail Hakkı Bey ile Rikkat Hanım'ın oğlu, "Gülpembe" ninesinin torunu olarak doğmuştu. İlkokulda sefir-i kebir olmayı hayal etmişti, ama sonraları, "Çocukken mutlu bir insan değildim. Parçalanacak bir oyuncağım olmadı hiç" sözleriyle, hayatla tanıştığı ilk seneleri pek de neşeli geçirmediğini itiraf edecekti. OLYMPİA'da KONSER 1954'te
Galatasaray Lisesi'ne girdiği zaman, Barış'ın aklı resim ve müzikte idi. Nitekim, üç sene sonra, Belçika Kraliyet Akademisi'ne giderken, memlekete üç adet 45'lik plak hediye etmişti bile. Galatasaray'da vasattı. Ama, harçlığını motor indirerek, benzin istasyonlarında pompacılık yaparak, dükkân dükkân gezip etiket yazarak, garsonluk yaparak, kütüphanelerde raf ve kitap tozu alarak kazandığı halde, müzik akademisini birincilikle tamamladı. 45'liklerine, 1964'te Paris'te iki tane daha ekleyecekti. Olympia'da konser vermek -nedense- bizim popçular arasında bir statü yükselmesine tekabül ediyor. Her ne kadar pek satışını yapmadıysa da, Barış'ın bir Olympia öyküsü var ki, evlere şenlik. Üstelik, vesilesi de, askerlik!.. Barış, kendine göre, "haksızlık yapılarak" ve çok âni askere alınınca, onun verdiği küskünlükle, üç sene kadar (1963-1966) Türkiye'yi terketmişti. (Ne yazık ki bu haksızlık, ilk ve tek olarak kalmayacaktı.) Paris'te o iki 45'liği kotarırken, dört şarkıda da klasik caz vokal grubu Swingle Singles'a vokal yaptı. Barış da, belki basına ilginç gelir diye, telefona sarılıyor: "- Alo Milliyet, ben Barış Manço. Türküm. Yarın Olympia'da konsere çıkacağım." Telefona çıkan ne cevap vermiş dersiniz? "- Yok ya? Ben de İngiltere Kraliçesi'yim!" Edepsizlik bu kadarla kalsa, gene iyi. Bir de yazı yapmışlar: "Barış Manço diye biri, Olympia'da konser vereceğim diye bizi aradı. Araştırdık, aslı esası yok!" Bahse konu muhabirin kim olduğunu sahiden bilmiyorum. Ancak,
haber on gün sonra Milliyet'te yayınlandığında, suratının ne hal aldığını, hattâ Barış'ın nâmı cihanı tuttuğunda neler hissettiğini bilmek isterdim. Barış'ın yorumu ise, tek cümle; daha doğrusu, dönüp dolaşıp avdet ettiği cümle: "-Bazı şeyleri anlatamadım..." DAĞLAR, DAĞLAR... 1960'lı yıllarda ülkemizde hafif batı müziğinde Erol Büyükburç ve Metin Ersoy fırtınası geçerliydi. Aşağı yukarı aynı dönemde, Avrupa gençliği Cliff Richard ve Johnny Holliday dinliyordu. Barış da bizim klasiğimiz. 1970'te Türkiye'ye kesin dönüş yaptı. Minibüsle Keban'dan İstanbul'a gelirken, dağlara baka baka bestelediği "Dağlar, Dağlar" dört ayda 700 bin sattı. Barış'ın tarzı Anadolu rock müziği olacaktı. (Bu alanın, günümüzde, temsilcisi olduğunu iddia edenlerin, kaç fırın ekmek yemesi gerek dersiniz?) İlk çıkış yıllarında, dönemin en önde gelenleri Fikret Kızılok ve Cem Karaca ile rekabet yaşandı; ama Barış, sâdece kendisiydi. Müzik dünyasının kısır politik çekişmelerinden uzak durdu: "- Beni komünist diye öldürmek istediler... Bıyıklarım yüzünden Mao'cu sandılar. Sonra, Türkeş'ci diye anıldım... Siyasetle hiç ilgim yok... Ben, Türklüğümüzü korumamız gerektiğine inanıyorum, o kadar. Ben, gerçek bir '68 kuşağıyım."Barış'ın müzik kariyerinin aşamalarını, aldığı ödülleri sıralamaya kalksak, sayfalara sığmıyor. Aslında, gerek de yok. Çünkü hepsi, sanki dün piyasaya çıkmışlar gibi, ezberimizde. Başka hiçbir müzik adamımız için böyle bir şey söyleyemeyiz. Kırk yıldır ayakta... Bir gün, kendisini saymadan, "Kırk yıl ayakta kalanlar vardır." demişti, "Örnek vermek gerekirse, sevgili İlham Gencer abimiz var. Gerçi son zamanlarda sahneye çıkmıyor ama bir Erol Büyükburç var. Bir de, Müzeyyen Senar ablamız var ki, o apayrı." Geçen gün, 74 yaşındaki "vokal devi" Tony Bennett (asıl adı, Anthony Dominick Benedetto) ile ilgili kısa bir yazı okudum. Başlığı, "Onun sesiyle dönüyor dünya"! Yazı, Duke Ellington'a adadığı son albümü, "Hot and Cool" üstüne idi... Kayıt teknolojisi sâyesinde, çağlar boyu unutulmayacak ses! "Kırık Düşler Bulvarı"nı (Boulevard of Broken Dreams) ben goğmadan okumuştu. Bu sesi ne zaman işitsem, kendimi unuturum; dünyadaki herşeyi harikulâde sanırım. Frank Sinatra'dan dahi daha büyük sayılması boşuna mı? Tony Queens'de (New York City) bakkal işleten İtalyan bir göçmenin oğlu Bennett, müzik serüveninin başlarında, Frankie'den nasihat istemiş. Usta, "İyi müzikle yürü. Taviz verme." demiş. Zirveye ulaştıktan sonra, tekrar konuşmuşlar. Tony Bennett'ın, "Frank, sence neden dimdik kalabildik?" sorusuna aldığı cevap gene aynı: "Çünkü, kaliteden kopmadık." Barış da aynı yolun yolcusuydu. Müzik, son yıllarda, tüketilen bir metaya dönüştüğü halde, bu furyanın dışında kalmayı bildi. 1994 Ocak ayında şunları söylüyor: "-Müzik benim için hep ön plandaydı. Genelde, her konuda tüketim fazlalaştı. Benim bu tüketim temposuna uymam mümkün değil. Hiç olmadı. Olmayacak da... Poptaki sürate bakın. İstanbul'da bu yaz, 36 gün içinde, dünyanın bütün pop starları tüketildi... Michael'dan Madonna'ya kadar, Sting, Bon Jovi... Hepsi 36 gün içinde geldiler ve gittiler. Bu yaz kimse gelmedi, çünkü kimse "gelmedi". Çılgınca tüketim arzusu dünyanın hiçbir yerinde olmaz. Şimdi biz aynı şeyi çocuklarımıza da yapıyoruz. On gün süreyle, beş gün süreyle, binlerce kişiye anlatacak öyküleri var mı demeden, çocukları yarış atına döndürerek, birini İnönü Stadı'na, birini Bayrampaşa Parkı'na, bir tanesi bilmem ne Gösteri Merkezi'ne sokuyoruz. Bunda medyanın da büyük suçu var, çünkü çanak tutuyor." Peki, ne olacak bu çılgınca gidişin sonu?.. "GENÇLER YORULDU..." "Bu gidiş yakında bu endüstriyi ölüme götürür. Gençler yoruldu. Onlar için üzülüyorum. Çocuk çıkıyor, bir şarkı söylüyor, seviliyor. Çok haklı. Ben süper yanlarındayım... Daha çok çıksınlar. Çocuğun iki şarkısı var diye, solo konser koyuyorlar Gösteri Merkezleri'nde. Beş bin kişinin beş gün oraya gelmesini bekliyorlar. Niya gelsinler ki, çocuğun üç şarkısı var diye. Stadyuma giden 20/25 şarkısı olan sanatçıyı dinlemeye gider. "Suç, o şarkıları üreten, yazan çizende. Bunların yaşları 50'nin üzerinde. Bütün o orkestrasyonu yapanlar, müzik piyasasını elinde tutan insanlar, lütfen onlar biraz daha dikkatli olsunlar. Ve, biraz da bu medyatik öğütmeye karşı gençleri korusunlar diyorum. Zırt pırt kliplerini vermesinler. Günde 20 defa aynı klibi izleyince insanın içine fenalık geliyor." Görüyorsunuz işte... Yaklaşık on senedir, değişen bir şey yok gibi... Barış'ın "pop müzik"e bakışı, hepimizin yaşadığı kafa karışıklığını yansıtıyor. "- Ben açıkçası 'pop müzik'in ne olduğunu pek anlayamadım. (Barış dahi anlayamadıysa, hepimizin hali duman demektir. Ölmüşüz, ağlayanımız yok!) "-Pop müzik hakkında pek bilgi sahibi değilim. Çünkü, bugüne kadar hiç pop yapmadım. Benim yaptığım müziğe, kısaca, 'Barış Manço müziği' denebilir. Benim olduğum dönemlerde şöyle kabaca tanımlamak gerekirse, 1960'larda aranjman müzik vardı. Frank Sinatra'nın, Enrico Macias'ın, Paul Anka, Adamo'nun şarkıları, 60'larda aranjman adı altında, "Türkçe sözlü hafif batı müziği" vardı. Ondan önce tangolar vardı... Daha sonra, 1970'lere doğru, Anadolu pop folk diye bir şey çıkıverdi... Ve sayı çoğaldı. Ama, üç beş kişiyi geçmese de, orijinal çalışanlar da yok değil. Ben varım; MFÖ var, Sezen Aksu, Cem Karaca... Bu karışıklığın ortadan kalkması için tek önerebileceğim, insanların kendileri olmaları!" "BİZ O BABALAR TAKIMIYIZ..." Yaptığı her şeyin hayalini kuran bir adamdı. Tüm hayalleri zaman içinde gerçekleşti sayılır. Kendi ifadesiyle, "Büyümeyen Çocuk" gönül verdiği "rock"ın dünyadaki seyrini ne güzel anlatıyor: "- Kesinlikle ben gerçek rocker'ım. Rock bir jenerasyondur. Kırk yıllık müzik tarihinde, en önemli parça rock... Ben de onun Türkiye'deki uzantısıyım. Fransa'da Johnny Halliday, İngiltere'de Cliff Richard, Almanya'da Peter Alexander... Biz bütün dünyada mantar gibi bittik. 1958 yılında ben sahneye çıktım. Ben, Paul McCartney, Rod Stewart ile aynı yaştayım. Biz o takımız... Babalar takımıyız... Ben o takımın "bu taraf versiyonu"yum. Ben "babayım" yani. Saçlarım ve bıyıklarım "baba" farkı. Ben şimdi gerçek kişiliğimi aldım. Çünkü, Barış Manço 52 yaşında bir adam. Şimdi sokağa çıktığımda, daha rahatım. 'Hey, Babalar geliyor' gibi falan oldum... Medyada, daha doğrusu
magazin basını da uzun saçlarımın altında bir "ben"imin olduÄŸunu keÅŸfetti." Jülide ERGÃœDER - 7 Åžubat 2001, ÇarÅŸamba Â
button