Güncelleme Tarihi:
Geçen hafta sizlere ‘‘UÇAK KORKUSU'' başlıklı bir yazı yazmış, bir zamanlar uçaktan nasıl korktuğumdan, bu yüzden uçaklara nasıl zilzurna bir durumda bindiğimden falan söz edip, başımdan geçen bir iki de olayı anlatmıştım...
Ve hatırlarsanız, bu arada da iki günlüğüne Antalya'ya gideceğimi söylemiş, yazının sonunda, ‘‘Acaba uçağı boşverip, paşa paşa arabayla mı gitsem Antalya'ya?'' diye bir de espri yapmıştım...
‘‘Malum oldu...'' derler ya!.. İşte aynen öyle oldu... Antalya uçağı hayatımızı kaydırdı, bunca yıl güçbela edindiğim üç kuruşluk cesaretim vardı, onu da gene duman etti!..
Önceki hafta cuma günü, sözünü ettiğim o ‘‘Uçak Korkusu'' yazısını bitirdikten sonra Antalya'ya uçmak üzere soluğu Havaalanı'nda aldım...
Uçak kalktığında yazdığım yazıyı düşünüyor, bir yandan da ‘‘Ulan bir zamanlar uçaktan gerçekten de amma korkardım ha!'' diye kendi kendime söyleniyordum...
Bindiğimiz uçak THY'nin şu en büyük, en baba uçaklarından biriydi...
Dışarıda hava ve manzara nefisti... Ama uçağın içindeki hava ve manzara dışardakinden de nefisti...
Çünkü uçakta Antalya'ya bir defile için giden birbirinden güzel manken kızlarımız vardı... Benim yanımda da manken kızlarımız kadar güzel, şık ve de zarif bir hanım oturuyordu...
Uçakta her şey yolunda gitti... Anonslar yapıldı, Antalya'ya inmek üzere alçalmaya başladık...
Ben cam kenarında oturuyordum... Şöyle bir dışarı baktım... Uçak ha indi, ha inecekti... Piste beş on metre kalmıştı...
Ne olduysa da ondan sonra oldu zaten!..
Birden yanımdaki hanım bir çığlık attı... Sonra boynuma sarılıp, beni kollarında sıkmaya başladı...
Ben ne olduğunu anlamadığımdan, ‘‘Tamam... Eninde sonunda cazibeme kapılacağını biliyordum zaten!..'' diye kasılırken, dışarı şöyle bir baktım... Uçak burnunu kaldırmış yukarı doğru gidiyor, sanki yeni kalkmış gibi yeniden yükseliyordu...
Derken, iniş takımlarında bir arıza olduğuna, bu yüzden pas geçilip, inişin bir süre sonra tekrar deneneceğine ilişkin pilotun anonsu duyuldu...
Ve bu defa yanımdaki hanım çığlıklarını iki perde daha yükseltip bana daha da sıkı sarılmaya başladı...
Uçakta korkmuş, renkleri yemyeşil olmuş birbirlerinin ellerini tutan, birçok kişi vardı ama... Biz biraz sarmaş dolaş bir durumda olduğumuzdan, balayına çıkmış yeni evliler gibi bambaşka bir manzara arzediyorduk...
Bir şey değil, uçaktakiler bu sarmaş dolaş durumumuza bakıp, bu iniş takımı işini benim ayarladığımı zannedeceklerdi!..
Havada dolanıp durmaya başladık...
Bir yandan da, son yazdığım yazının başlığının ‘‘Uçak Korkusu'' olduğunu düşündükçe aklıma abuk sabuk ‘‘rastlantılar'' geliyor, soğuk soğuk terliyorum...
Allah korusun bir iş olursa, gözümün önüne bizim gazete geliyor:
‘‘Hazin bir rastlantı... Arkadaşımızın son yazısının konusu, uçak korkusuydu!..''
Neyse, yarım saati aşkın bir süre havalarda dolandıktan sonra uçağın anamızı belleyen takımları dışarı çıktı... Uçak Antalya'ya indi...
Tabii bu arada, balayındaki çiftler gibi oturduğumuz, o boynuma sarılan hanımla ikimiz de bir celsede ayrıldık...
Hanım hiçbir şey olmamış gibi ayağa kalktı... Beni terk edip, uçağın kapısına doğru, yürüdü gitti...
*
Uçaktan indiğimizde şehir sıcaktan yanıyordu... Korkunç da nem vardı... Antalya'da insanlar terden popoları sırılsıklam, sanki altlarına kaçırmış gibi dolaşıyorlar...
Ben Antalya'ya denk düşmemiş, bir iki yıldır gitmemiştim... Tatil köylerinin sayısı, neredeyse Türkiye'deki köy sayısına yaklaşmış...
Bizi o iki günü karımın önceden ayarladığı Phaselis Princess adlı otelde geçirdik... Biraz reklam gibi oldu ama, ayrıca olsun da valla... Zira otel her şeyiyle mükemmeldi...
Otelde kalanların, çoğu Alman olmak üzere, hemen tamamı yabancıydı...
Bu tatil köyü ve otellerde yemekler hep açık büfe... Herkes dilediğini dilediği kadar alıyor... Hele bu Alaman taifesi ayrıca çantalarına, ceplerine de dolduruyorlar!..
Bu arkadaşlar otelden kahvaltı ve akşam yemeği olmak üzere yarım pansiyon alıp ona göre para ödüyorlar...
Öğle yemeğini ise kahvaltıda çaktırmadan çantalarına tıkıştırdıkları nevale ile hallediyorlar... Yani öğlenleri kendi açık büfelerini sağda solda, otelin muhtelif yerlerinde kendileri kuruyorlar...
Otelde haftada bir gece Türk Gecesi yapılıyormuş ... Bizim gittiğimiz gece de, Türk Gecesi'ne rastgelmişti...
Ben o geceki kadar yemeği hayatımda bir arada görmedim... Akla gelecek ne kadar yiyecek varsa otelin bahçesine yayılmış, kuzular bile çevriliyor, turistler manzarayı şaşkınlık ve hayranlıkla izliyorlardı...
İçimden, ‘‘Şimdi bunları alıp, şöyle sade bir vatandaşın evine götüreceksin, o zaman görecekler gerçek Türk Gecesi'ni...'' dedim...
Sonra da ‘‘Bizleri böyle yediğimiz önümüzde, yemediğimiz arkamızda bir millet olarak bilmeleri, kuyruğu dik tutmamız açısından daha iyi'' diye düşündüm...
Aslında büyüklerimiz de arada bir vatandaşlar için böyle Türk Geceleri yapsa da, millet sebeplense ne iyi olur!..
*
Buralarda sahiller göğüsler fora bir durumda güneşlenip, denize giren hatunlarla dolu... Hepsi, sanki para yetmemiş de mayonun üst tarafını alamamış gibiler...
İnsan sahilde dolaşırken televizyonda Tutti Frutti programını seyrediyor gibi oluyor... Bu da çok hoş bir duygu!..
Size bu anadan yarı üryan hatunlarla ilgili gerçekten çok matrak bir olay anlatayım...
Yıllar önce gene Antalya'da Salima Tatil Köyü'ndeydik...
Nur içinde yatsınlar, Adnan Kahveci ve eşi Füsun da çocuklarıyla birlikte oradaydılar...
Turist hatunların bu sütyen düşmanlığı durumlarına o yıllar yeni yeni şahit oluyorduk... Salima'da da böyle birkaç tane vardı...
Ama sarışın, uzun boylu, iri yarı ve de son derece havalı bir Alman kızı vardı ki, sütyeni fora edip güneşlenmeye başladığında tatil köyündeki tüm erkek milletine feleğini şaşırtıyordu...
Bir gün rahmetli Adnan, Füsun, çoluk çocuk hep birlikte havuz kenarında oturmuş güneşleniyor, bir yandan da laflıyorduk...
O sözünü ettiğim Alman kızı da az ötede, gene üstsüz bir durumda etrafını ciğerci kedisi gibi kuşatmış hayranlarının bakışları altında, gözlerini kapatmış güneşleniyordu...
Biz laflamayı sürdürürken birden canhıraş bir feryat duyuldu... Bir kadın etinden et koparılmış gibi çığlık çığlığa bağırmaya başladı...
Bir baktık; az önce ayaklarımızın dibinde düşe kalka dolanıp duran, Adnan'ın o sıra iki ikibuçuk yaşındaki küçük oğlu Cihan, bir yandan ‘‘memme memme!..'' diyor, bir yandan da Alman hatunun memesine yapışmış emmeye çalışıyordu...
O sıra uyuklamakta olan ve durumu birden anlayamayan kızı güçbela sakinleştirdik... Cihan'ın elinden de zar zor kurtardık!..
*
Antalya'da tüm otel ve tatil köyleri hemen hemen dolu gibi... Bu yıl 9 milyon turist, turizmden 6.5 milyar dolar da gelir bekleniyormuş...
Bunları söyleyen orada tanıştığım bir turizmci.
‘‘Aslında bu gelir iki katı olur ama, ah şu misafirperverliğimiz yok mu, misafirperverliğimiz!..'' dedi.
Geçenlerde bir gece Antalya'daki bir restorana 30 kişilik bir turist grubu götürmüşler...
Tüm turistlerin hesabını, restoranda bir arkadaşıyla kafayı çekmekte olan ve ikide bir turistlere kadeh kaldıran bir vatandaşımız ödemiş...
‘‘Onunla kalsa iyi... Adam bu arada dansözle göbek atan turistlerin alınlarına da dünyanın parasını yapıştırdı... Turistler üçbeş kuruşunu dansöze verdiler... Gerisini de ceplerine attılar...'' diye anlattı turizmci.
İşte size az biraz Antalya!.. Eee, kısa günün Antalya'sı bu kadar olur!..