Ayşe Arman: Nereye gittiysem tarihin değiştiğini hissettim

Güncelleme Tarihi:

Ayşe Arman: Nereye gittiysem tarihin değiştiğini hissettim
Oluşturulma Tarihi: Eylül 18, 2000 00:00

Ayşe ARMAN
Haberin Devamı

Avrupa Birliği Genel Sekreteri Volkan Vural yakın diplomasi geçmişinin ilklerine tanıklık etti

Türkiye'de diplomatlar anılarını yayınlamaya başladılar ya, komik, heyecanlı bir sürü öykü anlattılar bize. 35 yıllık hariciyecisiniz, en baba üç hikayenizi anlatır mısınız?

- Hiç hatırlamıyorum. Zaten bu anlatılanların çoğu birlikte çalıştığınız insanlarla ilgilidir. Ama ben birlikte çalıştığım insanlarla ilgili hiç konuşmadım. Bir de ben güne ve ileriye bakıyorum, hiç geçmişle meşgul olmuyorum. Onun için aklımda ne hikaye ne de anektod tutabilirim! Cidden öyle. Diyelim ki, üç saatlik bir görüşme yaptım, hiç not tutmadım. Dönerim ofise ve o üç saatlik konuşmayı dikte edebilirim. Eksiksiz. Otuz sayfalık, kırk sayfalık zaptını çıkarabilirim. Ama beş gün sonra, bana o görüşmeyi sorsanız çok az hatırlarım! Ayrıca ben koleksiyoner değilim. Yani o tarz koleksiyoner değilim. Başka koleksiyonlarım var tabii...

Başka ne koleksiyonlarınız var?

- Sevgi koleksiyonum var! Tablo, porselen...

Rahmetli Turgut Özal size özel bir önem verdi, neden? Ne özelliğiniz vardı?

- Sadece yaptığım işi beğendi. O sırada Orta Doğu'yla ekonomik ilişkilere bakıyordum, kendisinin de önem verdiği bir alandı. Netice alıyorduk, Türkiye'nin ihracatını çok arttırdık, dolayısıyla beni çok sevdi, Tahran'a gönderdi.

Türkiye'nin Orta Doğu'ya ihracatını arttırmayı nasıl başardınız?

- Ben başarmadım, ekip halinde çalıştık. Hep beraber. Yaratıcı düşündük, imkanları sonuna kadar zorladık. Çok gittik, geldik, müzakereler yaptık ve önemli sonuçlar aldık.

İRAN O ZAMANLAR ABD'DEN ÇOK TÜRKİYE'YE KARŞIYDI

43 yaşında Tahran'da İran-Irak savaşı sırasında Türkiye Büyükelçisi olmak, nasıl bir şeydi? Karmaşık olayların ortasında genç biriydiniz, çok sorun oldu mu, nasıl hallettiniz?

- İran'ın bende özel bir yeri var, ilk sefirliğim. Çok zor bir ülke. Benim bulunduğum zamanda bir İslam Devrimi yaşanmaktaydı. İran'ın asıl karşıt olduğu Amerika filan da değil, Türkiye'ydi. Çoğunluğu Müslüman bir ülkede laik bir rejim! Binbir türlü hakaret! Bir yandan bunlara cevap vermemiz gerekiyordu, ki verdik, bir yandan da ilişkilerimizi kopartmadan ekonomik alanda geliştirmeye çalışıyorduk. O zaman bizim dış ticaretimizde İran ya birinci ya da ikinci sırayı işgal ediyordu. Bundan hem onlar yarar sağladı, hem biz.

Sizin ağzınızdan da kerpetenle laf alınıyor. Bombalanma sırasında sığınaklara mı iniyordunuz?

- Hayır inemedim, Faron yüzünden. Çünkü alarm verilmesiyle bombardımanın başlaması arasında belki bir dakika bile yoktu, onun için kedimi bırakıp sığınağa gidemezdim! Asla yapamam. Kedimle ben bombardımanın bitmesini bekledik. Havalara sıçrıyordu korkudan. Faron'la 18 yıldır birlikteyiz. Faron, Humeyni Amcası'nı, Gorbaçov Amcası'nı pek iyi tanır.

İran'da elçilik mahzenlerinde gerçekten kaçak şarap mı imal ettiniz?

- Evet. Çok güzel bir imalat yaptık. Tabii avantajımız, eşimin Brüksel'den şarap imalatı için gerekli her türlü araç ve gereci getirmesi oldu. Bir de bu işten iyi anlayan bir adam bulduk, o pijamasının üstüne ropdöşambrını çeker, gelir şarabı kontrol ederdi.

Siz bu uyum sağlama kabiliyetini nasıl kazandınız?

- Bizim meslekte bu şart. Kimileri gittikleri yerleri beğenmez ve sevmezler. Ben hiçbir yere önyargıyla gitmedim. Hep sevmek için gittim. Sevmek için gidince de, çok çaba sarfettim. Hangi ülkede olursanız olun, seveceğiniz insanları buluyorsunuz zaten. Yeter ki arayın. İran'da da çok güzel dostluklar kurdum, hala dostlarımdır onlar. Çarşıya pazara çıkarım ben. Yerleşik bir kültür olmasının verdiği müthiş bir avantajı var, İran'ın. Onun için de insanları tahmininizin ötesinde sofistikedir. Bir bakkala gidersiniz, önce hal hatır sorar size, eski İstanbul gibi. İnanılmaz bir zerafet vardır...

MESLEKTE ŞANSLI SAYILIRIM

Bir insan çok yakın tarihin neredeyse bütün önemli olaylarına nasıl tanık olabilir? Bu bir şans mı...

- Öyle galiba. Meslekte şanslı sayılırım, nereye gittiysem önemliydi. Nereye gittiysem, tarihin değiştiğini hissettim.

Sizin yüzünüzden olmasın bunlar!

- Onu söyleyen de oldu. New York'a gittiğimde de acaba borsa dağılır mı diye kuşkular doğdu! Ama mesela ben Almanya'yı birleştirdim. Dağıtmadım!

Bu arada Bonn da herhangi bir yer değildi. Kayınpederiniz Oğuz Gökmen, eski Bonn Büyükelçisiydi. Bu avantaj mıydı, dezavantaj mı?

- Komik bir şey tabii, yıllar önce kayınpederimle çalışmış olan sekreter yıllar sonra benim sekreterim oldu. Ama biliyor musunuz, ben kayınpederimden hep daha başarılıydım! Şaka yapıyorum, öldürür beni...

Risk almadan yaşamak sıkıcı

Bütün bu büyük siyasi meselelere tanıklığınızı nasıl değerlendiriyorsunuz? Doğal akış mı yoksa çılgınlık mı?

- Zaman zaman çılgınlık gibi geldiği oluyor! İran'a gitmek önemliydi, savaş zamanıydı, Türkiye ile ideolojik çatışma doruk noktasındaydı. Allah'tan hasarsız atlattık. İran-Türkiye ekonomik ilişkileri açısından önemli atılımlar oldu. Derken, kader işte, Moskova'ya gittim, bir şeyler kaynıyordu Glasnost, Perestroyka başlamıştı ama, ne olacağı belli değildi. Gerçi, ben Sovyetler Birliği'nin dağılacağını gördüğümü söyleyebilirim. Orta Asya'yı karış karış dolaştım, bütün o cumhuriyetleri daha bağımsızlıklarından önce ziyaret ettim.

Bir sefirin üzerine vazife midir tüm bunlar?

- Saray gibi evimde oturabilir, partiler verebilirdim, verdim de, Stalin'in yatında bile parti verdim, ama başka işler de yaptım! Bugün Orta Asya ülkelerinin yönetiminde olan birçok insanı tanıyorum. O zamanlar bir kısmı komünist partisi bölge sekreteriydi ya da bir başka önemli konumdaydı, çoğu ile yakın ilişkim vardı. Bağımsız devletler haline gelince de, kimi cumhurbaşkanı, kimi başbakan oldu. Dostluklarımız da hala devam ediyor. İlginç oluyor tabii, New York'ta yürürken arkamdan biri ‘‘Volkaaaan’’ diye bağırıyor, bir bakıyorum cumhurbaşkanlarından bir tanesi! Türkiye'nin ilk kez Orta Asya Cumhuriyetleri'yle bağlantılarını biz sağladık.

Türk diplomasi tarihinde hangi ilk misyonları yüklendiniz?

- Ermenistan'a ilk resmi ziyareti yaptım. Ne yazık ki, bu fırsatı kaçırdılar. Soykırım saplantıları yüzünden.

Saplantı mı bu sadece?

- Onlar soykırım iddiasında bulunuyor, biz ise böyle olmadığını biliyoruz. Çok tartışmalı bir konu. Ama bir saplantı haline getirildiğinde, rasyonel olarak düşünmek mümkün olmuyor. O zamanki cumhurbaşkanları akılcı davranmak istiyordu ama ülkenin iç şartları buna müsait değildi.

Peki başka ilk'ler?

- Kazakistan'ı ilk ziyaret eden benim. Bir de Gagavuz Türkleri'yle ilk teması ben kurdum. Türkiye'de çok az insan Gagavuzlar'ın farkındadır. Bir gün odamda otururken üç kişi geldi, ellerinde resimlerle filan. ‘‘Buyursunlar’’ dedim. ‘‘Biz Gagavuz'uz. Hıristiyanız ama Türk'üz’’ dediler. Moldavya'nın içinde yaşayan, sayıları 250 bin olan, Hırıstiyan Türkler. ‘‘Neyiniz eksik, size nasıl yardımcı olabilirim, çok da güzel Türkçe konuşuyorsunuz filan’’ deyince, ‘‘Birbirimize öğrettik ama istiyoruz ki, Türkçe okul kitaplarımız olsun’’ dediler. Hemen Türkiye'den okul kitapları getirttik. Buna benzer unutulmuş Türk toplumlarıyla çok bağlantılarım oldu.

Diğer diplomatlar kıskanırlar mı sizi, bu kadar inisiyatif sahibi olduğunuz için, risk almayı sevdiğiniz için?

- Bilmiyorum ve beni hiç ilgilendirmiyor.

İyi ama aldığınız riskler hiç mi başınıza bela açmaz...

- Açar. Bizde en kolay şey risk almamaktır, bu çok güvenceli bir yoldur, kimseyi incitmezsiniz. Risk almazsanız yanlış yapma imkanınız yoktur. Ama bu şekilde bir yaşam da, bana çok sıkıcı geliyor. Bunu da biraz amatör buluyorum. Hesaplı bir risk de risktir, ama alınır. Alınmalıdır.

BİRİNİN BEYNİNİN YARISI OLMAK

Birinin ‘‘beyninin yarısı’’ olmak nasıl bir şey. Sizin için bu sıfat kullanıldığında ne hissetmiştiniz?

- Haliyle beynime baktım, yerinde duruyor mu diye!

Sizin beyininizin yarısı kim?

- Benim beynim kafamda! O abartılı bir söz tabii. Maksadı aşan bir söz. Herhalde, ‘‘Bu arkadaşa çok güveniyorum, bu arkadaş benim için değerli’’ demek istendi.

Tansu Çiller'in ‘‘beyninin diğer yarısı’’ hakkındaki düşünceleriniz neler?

- Çok az tanıyorum Osman Ünsal'ı.

Ama sizin ve onun beyni bir araya gelip hanımefendinin beynini yarattığına göre...

- Ben kendimden sorumluyum.

Nasıl oldu da, kendinizi koruyabildiniz, Çiller'e zaaf duymadınız, ona hayran olmadınız?

- Bunlar size verilen görevler, yani talip olunarak elde edilen görevler değil. Neticede Türkiye Cumhuriyeti'nin Başbakanı sizinle çalışmak istiyor, sizi danışman olarak almak istiyor, buna hiçbir memur hayır diyemez. Ben başta direndim, çünkü kurum olarak danışmanlığı sevmem. Sorumluluğu vardır ama yetkisi yoktur! Oysa ben sorumluluk taşıdığım her şeyde, yetkim olmasını isterim. Bir anlamda dayatıldı bana, ben de bunu devlet memuriyeti anlayışı içinde yaptım.

Ama sizi tanımlarken, klasik beyefendi hariciyeci olmadığınız söyleniyor. Bu ne demek? Salon erkeği değil misiniz yoksa?

- İftira ediyorlar. Ben salon erkeğiyim. Ama salonlara sığmıyorum!

Özal rahattı

Herşeyden önce bir insandı. Siyasetçi olmanın ötesinde. Ve duygularını çok açık söyleyen biriydi. Dolayısıyla kendisiyle iletişim kurmak kolaydı. O rahatlığı gösterdiği için, en aykırı şeyleri bile söyleyebiliyordunuz. En azından bana o rahatlığı verdi. Bir de insanı satmazdı. Sevdiğini çok severdi. Yeniliğe açık olması çok önemli tabii. Önyargısı yoktu. Kafasında bir şablonla bakmıyordu meseleye. ‘‘Canım olmaz!’’ diye atmıyordu. Birlikte çalışması hem çok kolay hem de çok zor. Zor, çünkü devleti iyi biliyor, kurumları iyi biliyor, ekonomiyi iyi biliyor. Kül yutmazdı. Öyle kafadan atmanız mümkün değildi. Ev ödevinizi yaparak karşısına çıkmanız gerekiyordu. Bir de her dakika ona ulaşabilirdiniz.

Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!