Güncelleme Tarihi:
Size de olur mu?
Yoksa tek manyak ben miyim!
Bazen bir sözcük gelir aklınıza...
Küt diye.
Sebepsiz yere.
‘‘Nereden çıktı şimdi bu?’’ dersiniz...
Bu, bir şeydi.
Ama neydi?
Kestiremezsiniz.
Kimin ya da nerenin ismiydi?
Zihninizdeki dosyalar, patır patır açılmaya başlar.
Kişisel tarihinizde, geçmişe şöyle bir yolculuk edersiniz.
Israrla, o sözcüğün ve sözcüğün size çağrıştırdığı hislerin peşine düşersiniz.
Ve sonunda ‘‘Bulduuuum!’’ dersiniz.
*
Bugün yine oldu.
Aval aval Bebek Işıklar'da, kırmızının yeşile dönmesini beklerken...
‘‘Nova Gradiska’’ dedim.
Efendim, buyur? Duymadım!
Arabanın içinde benden başka kimse de yok.
Kendi kendime tekrar ettim:
‘‘Nova Gradiska.’’
İçimden bir ses, resmen bana ‘‘Nova Gradiska’’ dedirtiyor.
Üstelik ben bunu, dışımdaki ben'in duyacağı bir biçimde yüksek sesle söylüyorum.
Ama ne o kelimenin anlamını ne de onu neden telaffuz ettiğimi biliyorum.
‘‘Olacağı buydu. O yazı, bu yazı, o röportaj, bu röportaj. Sen sonunda kafayı yedin!’’
Dedim.
Der demez de ekledim:
‘‘Henüz değil! Yaşasın! Hatırladım ben bu Nova Gradiska'yı...’’
*
Nova Gradiska...
Yugoslavya'da bir kasaba.
Bebek Işıklar'ın çaprazındaki Paul'ün mimarisi mi bana o kasabayı çağrıştırdı, artık bilemeyeceğim.
Beyin denilen mucizeyi kimse çözemedi, ben mi çözeceğim?
Yeryüzünde sadece 4 kişi için ‘‘kabus’’un adı Nova Gradiska.
Babam, annem, ablam ve ben.
Ablam 13, ben 9 yaşında, kardeşim ise 3 aylık.
Ve biz meşhur araba seyahatlerimizden birini gerçekleştiriyoruz.
*
Zaten benim çocukluğum araba seyahatleriyle geçti.
Bayılırım.
Şoför mahallinin arkasında ben oturacağım ama...
Babam da ‘‘Dizlerini dayama kızım’’ diyecek.
Ekleyecek:
‘‘Bir ricam daha var. Bir sonraki ihtiyaç molası iki saat sonra!’’
Hiç aldırmayacağım. Annemin hazırladığı, içinde çikolataların, şekerlerin, çerezlerin bulunduğu yemek kutusunu gaspedeceğim. Kucağımda Mary Poppins'in bavuluna benzer o kutu, kendimden geçeceğim.
Yedikçe yiyeceğim, içtikçe içeceğim.
Yanımda oturan ablamla didişeceğim.
Walk-man'ı kim dinleyecek diye kavga edeceğim.
Yol bitmeyecek...
Hep ama hep devam edecek...
Coğrafya değişecek, tabiat değişecek, ışık değişecek.
Değişmeyen tek şey, aynı arabada ailecek hayal kurmamız...
Ve farkında olmadan birbirimize daha da yakınlaşmamız...
Annem uyuyacak her zamanki gibi. Babam, ‘‘Annenizin adeti. Biliyorsunuz, ön koltuğa oturduğu anda uyumaya başlar’’ diyecek, hafif hafif dalga geçecek. Annem, ‘‘Hayır. Uyumuyorum. Sizi dinliyorum. Sadece göz kapaklarımı dinlendiriyorum’’ diye ona laf yetiştirecek.
Aynı kasetler arabada defalarca dinlenecek.
Sıkılınca herkes korkunç şarkılar söyleyecek.
Bazen hep bir ağızdan konuşma, bazen de uzun sessizlikler olacak.
Akşam kalacağımız otellerde maaile oy kullanılacak:
‘‘Bu iyi, bu değil!’’
Diyeceğim o ki, müthiş bir aile saadetidir, araba seyahatleri.
*
Nova Gardiska'ya kadar her şey yine müthişti.
Arabamız Renault TS 12.
O yıllar için iyi bir şeydi.
Almanya'dan dönüyoruz.
Bu tabii şu anlama geliyor:
Egzoz neredeyse yere değiyor!
Anladınız, bagaj ful.
Ve biz cırt diye gelmezdik Türkiye'ye.
Giderken de dönerken de, babam kendine yeni bir rota çizerdi. Her yaz bize gösterebileceği kadar farklı ülke, şehir gösterirdi. İyi ki de öyle yapmış. Yoksa mümkün mü benim Adriyatik'i bu yaşımda günlerce, her koyuna kadar gezmem. Dubrovnik, Split, Üsküp, Varna, Burgaz gibi biraz da sapa sayılacak şehirleri çok iyi bilmem.
Ama biliyorum.
Ne var ki şu Nova Gradiska hikayesine bir türlü gelemiyorum!
*
Araba aşırı yüklü olduğu için farlar karşıdan gelenin gözünü alıyormuş.
Bizim haberimiz yok tabii.
Yugoslavya'da sözde bir şikayet üzerine durduruluyoruz. Babam İngilizce'yi de Almanca'yı da kusursuz konuşur. Kár etmiyor, bu adamlar onu anlamak istemiyor. O da ne? Bizim şaşkın bakışlarımız arasında, babamı polisler tartaklıyor. Hayır olamaz, sarhoş mudur bu polisler nedir, işaret levhasıyla ona vuruyorlar. Silahlarına davrandıkları zaman, annem, ablam ve ben arabadan fırlıyoruz. Ablamla ikimiz bir ağızdan bağırıyoruz:
- Babaaaaaaa...
*
Mahkemeye çıktı ertesi gün Nova Gradiska denilen kasabada.
‘‘Ola ki mahkemeden geri gelmezsem bunlar pasaportlarınız. Belgrad'a gidin. Oradan İstanbul'a uçun!’’
Çıkmadan da böyle söyledi.
Anlatamam size nasıl sıkıntılı bir geceydi.
24 yıl sonra bile hatırlayabildiğime göre...
Neyse ki, yüklü bir para cezası ödeyerek paçayı kurtarabildik. Ve benim aslan babam, dik başlılığıyla (ve kırık küçük parmağıyla!) giderken şöyle demiş:
‘‘Siz önce turistlerinizi döver sonra paralarını mı alırsınız!’’
*
Hemen devam ettik.
Diğer seyahatlerimizden farklı olarak geze geze değil.
Yugoslavya'da ihtiyaç molası vermeyi bile reddettik!
Hadi Kapıkule, ver elini bir an önce...
Edirne'ye gelince de toprağı filan öpmedik.
Ama şahane Adanalılar olarak...
Kebapçıya benzeyen ilk köfteciye girip,
‘‘Bu köftenin yanında sumaklı soğan var mı?’’ dedik!