Abdullah Avcı: 'Leicester City gibi olacaksak...'

Güncelleme Tarihi:

Abdullah Avcı: Leicester City gibi olacaksak...
Oluşturulma Tarihi: Ocak 20, 2017 15:20

Spor Toto Süper Lig'in lideri Medipol Başakşehir'in teknik direktörü Abdullah Avcı, Fitbol Dergisi'ne konuştu.

Haberin Devamı

İşte Abdullah Avcı'nın röportajı;

Maçtan sonra medyaya verdiğiniz röportajlarda “Bizim yapmaya niyetlendiğimiz şey şuydu, fikrimiz şuydu, şu kadarını yaptık, şu kadarını yapamadık” diyen yegane siz varsınız. Farklı yaklaşmanızdaki sebep nedir?

Antrenörlük artık eskisi gibi değil. Futbolculuğumuz döneminde “Çift kale yaptık, gidiyoruz” gibi hiçbir planın olmadığı süreçlerden geçtik. Eskiyi eleştiri anlamında söylemiyorum bunu, bilgi daha dar, daha kısıtlıydı. Şimdi rakiple ve kendimizle ilgili 1 hafta çalışıyoruz ve bir plan yapıyoruz, bu planın üzerinden de saha içinde neler çıktığını veya çıkamadığını görüyoruz. Bir plan yaparsın, uygulanır veya uygulanmaz. Sonuçta oyuncunun ayağına bakıyorsun. A planı neydi, B planı neydi, rakiple ilgili analizimiz ne, rakibin güçlü ve güçsüz yanlarına göre neler yapabileceğimize çalışıyoruz bir hafta boyunca, sınava hazırlanır gibi hazırlanıyoruz. Şunları duymak istemiyorum artık; “Yüreğimizi koyduk, sahada basmadık yer bırakmadık”. Bu tabirler bugünkü futbolda geçerli değil, içinde fizik kalitesi olması gerekiyor. Yüreğinizi zaten mücadele ederek sahaya koyuyorsunuz. Asıl soru; oyun içindeki planlar ne, strateji ne? Ne kadar uyguladı, ne kadar uygulamadı? Sonuçta televizyonun karşısındaki insanlar da bu oyunu seyrediyorlar ve oyunla ilgili bilgi sahibi olmak istiyorlar. Maç sonunda bize dair yorum yapılıyor televizyonlarda. İnsanlar o anda maçı seyrederken sadece pozisyonun olduğu bölgeye bakıyorlar. Oyuncu çalım atmış mı, atmamış mı? Oysa fotoğrafın genel bütünü öyle değil. Özellikle son iki buçuk senedir, bu maç sonu yorumlarını yapmaya başladığımdan beri, televizyon kanallarından da çok olumlu tepkiler aldım. “Çok teşekkür ederiz” dediler, biz konu başlıklarını vermiş oluyoruz, onlar da bu bakış açısından seyrediyorlar, herkesin işini kolaylaştırmış oluyoruz, yorumu insanları bilgilendirme açısından doğru yapıyorlar.

Haberin Devamı

Bu artık düzenli, planlı, stratejisi olan bir oyun. İçinde gelgitlerin olduğu bir oyunda planlarımızın ne kadarı uygulanıyor, ne kadarı uygulanmıyor, ayrı bir konu. Özellikle dışarıdan seyreden ve maça gelen insanları bilgilendirmenin daha doğru olduğunu düşünüyorum. Bilgi akışının karşılıklı olmasından dolayı da çok olumlu tepkiler alıyorum. Maçtan önce “Çok iyi konsantre olduk, çok iyi hazırlandık” gibi şeyler duyuyoruz. Zaten hazırlanacaksın, 1 haftadır hazırlanıyorsun zaten. Maça konsantrasyonun maç günü olur. Savunmada ne yapacağız, hücumda ne yapacağız, bunlarla insanları bilgilendirmek ve onların bakış açısını oyunun bütününe çevirmek benim için daha doğruydu. Oyuncularım da artık analiz yorumu yapıyorlar. Çünkü ders çalışıyoruz, geri bildirim toplantıları yapıyoruz. Örneğin pazar günü bir maç oynadık, haftanın ilk günü geri bildirim toplantısı vardı. Maçta neyi planladık, görüntülerde ne çıktı, oyuncularımla interaktif bir şekilde paylaşıyoruz. Perşembe günü rakiple ilgili sunum yaptığımızda güçlü-güçsüz yanlarını gösteririz. Oyuncu alıştı, herhangi bir maçı izlerken konu başlıkları üzerinden seyrettiği için çok detaylı bakıyor. Sadece pozisyonun olduğu yere değil sahanın bütününü görüyor. Bana, “Biz artık maç seyrederken yoruluyoruz” diyorlar. Bu, oyuncuya bir şey verdiğini gösterir.

Haberin Devamı

Özellikle Almanya’da maçları pilot kamerayla çekip anında kulüplere veriyorlar. Çünkü futbol bir pozisyon oyunudur. Sahanın fotoğrafını görmek gerekiyor. Bu görüntülerin yollanması, insanlara bütün sahayı göstermek onları da bilgilendirecektir diye düşünüyorum. Yayıncı kuruluşun bunu yapması gerekiyor.

Zamanında bunu Zico yapmaya niyetlenmişti ama yayıncı kuruluş müsaade etmiyor.

Bunun değişeceğini düşünüyorum. Almanya’da karşılaşma sonunda maçın 90 dakikalık bölümünü anında kulübe yolluyorlar. Teknik adam da bunun üzerinden yorum yapıyor. Ben bazen sahaya bakıyorum. Bazen öyle pozisyonlar oluyor ki, sahanın diğer tarafına bakarken golü görmüyorum. Çünkü diğer tarafı da doğru yerleştirmen gerekiyor. O yüzden ben pilottan çekilmesinin daha doğru olacağını düşünüyorum.

Haberin Devamı

Maçlardan sonra konuşmalarınızda analiz yaptığınızdan bahsettiniz. Analiz yaparken parametreleriniz neler ve ekibiniz kaç kişiden oluşuyor?

Benimle beraber şu an 9 kişi çalışıyor. Herkesin görev tanımları var ve bu görev tanımlarının dışında hareket etmiyorlar. Analiz departmanında iki kişi çalışıyor; biri U-17 takımıyla şampiyon olduğumuz dönemden, akademiyi bitirdi ve analiz departmanına aldık. Caner Hoca var; benden önce bu kulüpte çalışıyordu, şimdi beraberiz. Fiziksel departmanımız ayrı, yardımcı antrenörlerimiz ayrı, maç izleme, rakip izleme, sağlık departmanlarımız var. Futbolun geldiği noktada analiz, olmazsa olmazlardandır. En son geçen hafta yardımcılarımı Barcelona’ya yolladım, hem akıllı statlarla hem de analizlerle ilgili bir seminer vardı. Geçen sene yine aynı analizcimi Real Madrid-Barcelona maçına yolladım. Arda (Turan)’nın da orada olması işimizi daha da kolaylaştırıyor. Biz ne yapıyoruz, onlar ne yapıyor? Arada fark var mı? Önde miyiz, arkada mıyız? Bugün çıkan materyallerde neler varsa hepsinin son teknolojisini kullanıyoruz. Ben geri bildirim toplantılarında oyuncuyla interaktif yaptığım şekilde sahadaki adamı alıp doğru yere getirebiliyorum.

Haberin Devamı

Sizi seyrettiğimiz zaman bir futbol fikriniz var ve bu fikir sahada net bir şekilde görülüyor. Sizin tanımızla, futbol fikriniz veya felsefeniz nedir? Sizin yönettiğiniz futbolcular sahada ne yapmalı? Mesela bir maçı izledikten 7-8 dakika sonra bu takımı Bernd Schuster yönetiyor diyebiliyoruz. Sizin bu bağlamda felsefeniz ne?

Bugün futbolun felsefesinde oyunun tek yönü yoktur, iki yönü de vardır. İki buçuk sene önce bir ifade kullanmıştım; bir kuş sürüsü gibi oynamak. Kuşu önde giden bir forvet oyuncusu gibi düşünürsek, beraber hareket eden bir takım kimliğinde olmak. Oyunun iki yönünü oynayan takımlar bugün dünya futbolunda geçerlidir. Bazı takımları ayırabiliriz, mesela Barcelona oyunun bir yönünü oynar, Real Madrid başka bir yönünü... Futbolun bugün olmazsa olmazlarından biri takım savunmasıdır. Bilek güreşinde bile savunma yapmak zorundasındır. Ama tek başına savunmaya da bağlı kalamayız. Yalnız savunma yapmak da belli bir zaman sonra oyuncuyu, teknik adamı da sıkar. Ben bu konuda adım adım gidiyorum. Başakşehir Futbol Kulübü için iki sene evvel savunma yapan takım diyorlardı. 6 ay bunu çalıştım çünkü. Bunun yerleşmesi lazımdı. Ondan sonra geçiş oyununa başladım. Rakip sahada set oyunu oynayan bir takım haline gelmeye çalışıyoruz. 2,5 senedir devam eden bir çalışmanın ürünüdür. Bireysel değil, birlikte hareket eden bir takım; benim oyun felsefem bu. Bugünün futbolu da onu gerektiriyor. Artık mesafelerin çok daraldığı, rakip arkası koşuların çok olduğu, bireysel atlet oyuncuların daha fazla ön plana çıktığı bir dönemi yaşıyoruz.

Haberin Devamı

Futbol içinde kullandığım tabirler vardır, oyuncularım bilir. Hatta bundan dolayı da bana espriyle yaklaşırlar. Mesela iki blok arasına havuz derim. “Havuzda yüzmeniz lazım” derim. Oyuncuyla geçen gün yukarıda maç seyrediyoruz, “Ya hocam bunlarda havuz mavuz yok” diyor. Blok yok, çünkü dağınıklar. Mesela “Koridor açmamız lazım” diyorum. Bizim inşaatçı bir idarecimiz var, “Sen inşaat işine girmişsin” diyor. Ama bence futbol için bugün geçerli olan düşünce sistemi bu; hücumdan savunmaya geçişler, savunmadan hücuma geçişler, her iki yönünü de oynayabilen bir sistem oluşturmak.

Son 10 yılda teknik direktör yıldızlaşması söz konusu. Mesela Chelsea atkılarında Conte’nin resmi var, taraftarlar o atkılarla geziyorlar. Artık futbolcular değil teknik direktörler yıldızlaşıyor. Saha kenarındaki duruşları, içsel ve fikirsel yapıları, futbola kattıkları ve futboldan götürdükleri başlı başına bir konu haline geldi. Sizce teknik direktör yıldızlaşması bizi nereye götürür?

Eskiden teknik adamın katkısı ne kadar diye tartışılırdı, bazısı %10, bazısı %20 derdi. Hayır. Antrenörün takıma katkısı %100’dür. Zaten bedeli olumlu-olumsuz antrenörler öder. %100 katkısı olmayan bir şeyde bu kadar değişen sirkülasyonun değerlendiremeyiz. Çok farklı antrenör tipleri de ortaya çıkmaya başladı. Bayern Münih 2 sene önce kulübe bir vizyon koydu. “Başka bir oyun için Pep’i (Guardiola) getiriyorum” dedi. Başka bir vizyona geçişi vurguluyor aslında. Bence bir teknik adam, takım için olmazsa olmazlardandır ve bu geçiş anlamlıdır. Bugün bizim işimiz aslında takıma antrenman yaptırmaktan çıktı, antrenman bu işin en kolayı artık. Bir grubun sevk ve idaresini yapıyorsun, bir şirketin CEO’su gibisin ve yönetiyorsun. Bunun içinde iletişim de var. Eskiden bir çember vardı, lider artık çemberin içinden çıktı, çemberin etrafındaki konu başlıklarını da yönetiyor. Analizci olması, iletişiminin doğru olması gerekiyor. Sevk ve idare etmeyi bilmesi, basınla ilişkisinin doğru olması gerekiyor. Bir teknik direktör liderliğine gitti bugün futbol. Bu yüzden teknik adamlar oyuncuların önüne geçmiş vaziyette. Bugün dünyada iki farklı oyuncu profili bahsedebilirsin; Messi ve Ronaldo.  Ama teknik direktörden daha fazla konuşabilirsin. Ben, teknik direktör takımlarının futbolun geleceğine damga vuracağını düşünüyorum.

Eskiden 11 sayarken antrenörleri bu kadar düşünmezdik. Artık Chelsea’nin 11’ini saymıyoruz ama İngiltere Premier Ligi’nde 20 takımın tamamının teknik direktörlerini ezbere biliyoruz.

Son 10-15 senedir gelişen, değişen dünyada teknik direktörler de kendilerini değiştiriyorlar. Ben şanslıyım da aslında çünkü maçı kaybettiğim zaman bu kulüpten gitme korkum yok ve oyuncu da bunu biliyor, “Hoca burada, başkan da burada, ben dersime çalışayım, başka işlerle uğraşmayayım” diyor. Eğer kulüp başkanı ve yönetimi antrenöre bu desteği verebiliyorsa, antrenör değişen dünyadaki materyallerden faydalanabiliyorsa, “antrenör takımı” oluyor. Birey değil, takım önemlidir. Oyuncularım benim çok önemlilerdir ama oyunun geneline baktığımızda aslında önemli değillerdir. “Abdullah Avcı ve ekibi” de önemli değildir. Önemli olan takımdır, bu takıma hep beraber katkı sağlamaktır. Ben duygusu yoktur, biz duygusu vardır. Onun için çoğu takımın “antrenör takımı”na gitmesi lazım. Tabi bu netice oyunudur. Geçen gün Pep Guardiola “İlk defa kovulma kaygısı yaşıyorum” dedi. O yüzden antrenör takımlarının bu kadar ön plana çıkması normal.

Başakşehir’e gelelim, yurtdışı basınında makaleler yazılmaya başlandı. ESPN’de, BBC’de yayınlanan yazılarda Başakşehir’in profilini çiziyorlar. “Başakşehir’in ‘Leicestervari’ Yürüyüşü” söylemleri var. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bence yakın tarih olduğu için Leicester’la benzetme yapıyorlar. Dış basında ve Türkiye’de de buna bağlı benzetmeler yapıldı. Gerçekçi olmadığını düşünüyorum, bizim aslında öyle bir yürüyüşümüz yok. Kısa, orta ve uzun vadede planları olan ve bu şekilde yola çıkan bir takımız biz. Kısa vadede ayaklarımız yere sağlam bassın dedik. Orta vadede bir akademi projesi yürütüyoruz, mevcut altyapımız var ama orada planlarımız daha farklı. Uzun vadede de yarışan bir takım olmak istiyoruz ve bugün de yarışıyoruz. Başakşehir’in iki senedir elde ettiği lig dördüncülüğü çok değerlidir. Bir Anadolu şampiyonu gibidir. Birinde 2 Türkiye Ligi şampiyonunu arkamızda bıraktık, diğerinde 3 şampiyonu... Bu, çalışmanın karşılığıdır. Kupa almak her şey değildir. Kupa alıp iflas edeceksen bunun hiçbir anlamı yoktur. İstikrarlı bir şekilde ligin tepesinde dolaşan, ilk 4’ün içinde kalan, akademisini kurmuş, aynı zamanda sosyal organizasyonu gerçekleştirmiş bir kulüp hedefliyoruz. Burası 380 bin nüfuslu bir yer, Bahçeşehir’i de katarsak 500 bin nüfus var. Nüfus oranlarını çıkardım, 9-19 yaş arası erkek çocuk 62 bin tane var. Buradaki insanları sahaya çekmek, bir spor kültürü oluşturmak, bununla beraber bir taraftar kültürü oluşturmak… Buraya geldiğimizde sıfır seyircimiz vardı, şu anda 3500- 4000 civarında. Alkış yapan bir seyirci grubuna dönmeye başladık. Bu kültürü oluşturursak uzun vadede ilk 4’ün, ilk 3’ün içinde bulunabilmek, şirketin zarar etmemesi, Türk futboluna yeni yüzler kazandırmak ve akademiden oyuncu çıkartabilmek, oyuncunun gerçek değerini bulduğun zaman da satmak… Benim için ulaşılabilir hedef budur. Leicester şampiyon oldu, bu sene düşmemeye oynuyor. Bu gerçekçi değil. Biz böyle olacaksak, şampiyon olmayalım. Bu seneki istikrarın üstüne koyabilir miyiz, buna bakmak lazım. Mesela Volkan 30 tane gol yemişse 25’e düşürebilir mi? Emre 22 maç oynamışsa 26-27 maç oynayabilir mi? 59 puan almışsak 60 alabilir miyiz? Futbol rakamlarımızı istatistiki olarak ne kadar artırmışız? Oyun olarak, birey olarak bir tık üstüne koyabilir miyiz, buna bakıyoruz. Düzen, planlı çalışma, takımın bu plana sadık kalması, buna inanması gerekiyor. Oyuncularımın kişilik ve analiz testlerini yaptırdım, algı seviyesi ve egosu yüksek bir kadro var. Hem egosunu yönetmem gerektiğini anlıyorum, hem de algı seviyesinden verdiklerimi çabuk alan bir takımdan bahsediyorum. Biz Leicester örneğiyle yola çıkmadık. 14 haftadır ligin tepesindeyiz. Bu bizi nereye götürecek göreceğiz. Hafta hafta bakıyoruz. Şu anda kısa vadeden orta vadeye geçiyoruz, akademiyi oluşturacağız. Bir insana ekim yapacağız. Bu ekimin karşılığı çabuk dönmüyor. Türkiye’de şunu soracaklar; “İki senedir dördüncü oluyorsun, ne zaman şampiyon olacaksın?” Bu böyle kolay olabilecek bir şey değildir. Bunu adım adım geliştirmek daha doğru ve daha mantıklıdır.

O zaman yabancı medyanın okuyamadığını söyleyebiliriz: Lidere bakıp Leicester’a benzetiyorlar.

İlgilenmeleri güzel bir şey, farklı bir şey yaptığımızı gösterir, dikkat çekmesi olumlu. Geçen gün Fransa’dan geldiler, röportaj verdik. Avrupa’da yenilmeyen üç takım var; Real Madrid, Beşiktaş ve biz. Takım savunmasının çok iyi çalışılmasının karşılığıdır. Bu kazanmaya ve kaybetmeye odaklı bir oyun. Biz cebimize puan olarak, oyun olarak çok şey koyuyoruz. Oynanmamış bir oyunun kaybetme duygusunu yaşayamayız. Çünkü senin olmayan bir şeyi kaybedemezsin. Sahip olduğun bir şeyi kaybetmiyorsun. Ortada duran bir şey var. Alırsın, cebine koyarsın.

Felsefesi olan, bir şeylere ulaşmaya çalışan teknik direktörlerden birisiniz. Yabancı medyada makaleleri görünce gözümüzde şu canlanıyor: Bir gün x liginde Abdullah Avcı’nın x mücadelesini seyretmek. Sizin böyle bir hedefiniz var mı?

Türk futbol tarihinde değişik bir antrenör tipiyim ben aslında. Bir futbolcu kimliğim yok. Beşiktaş’ın kapısından döndüm, futbolcu olarak. Aynı şekilde Galatasaray’ın da. Ancak gerçekleşmedi. 11 sene istikrarlı bir şekilde 1. Lig’de, 2. Lig’de oynayan, etrafı doğru gözlemleyen bir futbolcu profiliydim. Sonrasında antrenörlükte hiç kimsenin yaşamadığı birçok şeyi yaşadım. Altyapılarda çalıştım. Türkiye Ulusal Genç Milli Takımı’yla Avrupa Şampiyonluğu, dünya dördüncülüğü yaşadım. Hem uluslararası seviyeyi görme açısından hem de futbolcu neslinin gelişimine tanıklık etme şansına sahip oldum; 80 doğumlulardan 97 doğumlulara kadar… Mesela bizde Cengiz Ünder veya Hollanda’ya giden Enes Ünal gibi oyuncu havuzuna sahip olmam, Türkiye Ligi’nde en fazla yerli oyuncu kullanan takımı yaratmamı sağladı. Sonrasında bir takımda 6 sene çalıştım, bir rekordu, 300 küsur maça çıkmışım. Sonrasında Türk futbolunun en tepesi olan A Milli Takımı’nı gördüm. Farklı teklifler gelmesine rağmen Başakşehir’in doğru bir proje olduğunu düşündüm. Çünkü benim sırtımda Avrupa şampiyonluğu, dünya dördüncülüğü apoletleri vardı ama ligi görmemiştim. 3 maç kaybettiğim zaman piyasanın kaybolan antrenörü olacaktım. Ama 1. Lig şampiyonluğu yaşadım. Alt ligleri gördüm ve Süper Lig’de de 8-9 senedir yarışan bir teknik direktör konumuna geldim. A Milli Takım görevim 22 ay sürdü. Uluslararası seviyeyi gördüm. Sahanın dışının nasıl yönetilmesi gerektiğini öğrendim. Bana çok önemli tecrübeler kattı. Avrupa’da bir yerde çalışabilmen için iki kriter var; ya ulusal milli takımda başarılı olacaksın ya da bulunduğun kulüple Avrupa’da önemli bir yere gelmen lazım. Eğer bunu gerçekleştirirsen, yurtdışında görev almak ulaşılmayacak bir hedef değil.

Antrenörlüğe başladığımda bir hayalim vardı; okulu olan altyapısında yürüyerek antrenman sahasına gelinen, beslenmesinin doğru yapıldığı bir ortam hayal etmiştim. Allah bu akademiyle beraber nasip edecek. Bu beni çok heyecanlandırıyor. Burada bu şekilde yarışmak da beni heyecanlandırıyor. Kalıcı, doğru işler bırakmak, farklı şeyler yaratmak heyecanlandırıyor. Büyük takımda çalışmak herkesin hayalidir. Teklifler de aldım ama o takımlarda ilk senede kupayı aldın aldın, ya alamazsan? 24 saat konuşulan Abdullah Avcı da olmak istemiyorum. Ulusal takımda veya bir kulüple Avrupa’da başarılı olursak, Avrupa kapısı zaten açılacak. Şu an itibariyle böyle bir kapının açılma ihtimalinin olmadığını düşünüyorum çünkü kendi ligimizde oynuyoruz. Daha zamanımız var. O heyecanı yaşamak da çok önemlidir.

Farklı felsefeler getiren teknik direktörlere kapılar daha açık oluyor.

UEFA’dan stadı denetlemeye geldiler. UEFA yetkilileri “Biz seni çok iyi tanıyoruz” dediler. “Nereden?” dedim, “2005 senesindeki Avrupa Şampiyonası’ndan biliyoruz, oynadığın oyunu da biliyoruz” dediler. Uluslararası seviyede seni orada tanıyorlar. Bu beni çok mutlu etti. Emre Belözoğlu da oradaydı. Hatta o ara Inter’de oynuyordu, İtalya’daki finalimize gelmişti.

Leicester City şampiyon olduktan sonra takımın bütün çoğunluğu kulüplerinde kaldı. Leicester’ın scout şefini Arsene Wenger aldı. Sizin scouting şefiniz var mı, futbolcuları siz mi seyrediyorsunuz, scoutlarınıza mı seyrettiriyorsunuz? Scouting ile ilgili neler söylersiniz?

2006’da teknik direktör oldum 2. Lig’de. İkinci senemden itibaren bir ekip kurdum, 2007-2008’den bahsediyorum. 2 kişiyle başladı, 3 kişiye çıktı. Yerli havuzuna hakim olmamdan dolayı yerli çalışmamız yoktu ama Brezilya, Afrika, Avrupa’yı tarıyorduk. 2011 senesinde İtalya’da yapılan WyScout panelinde transferde yüzde yüz başarıya ulaşan takım seçildik. Holmen, Visca, Doka gibi yabancı transferlerimiz oldu. Bu ekibi o zaman kurmuştuk ve önemli bir veriye sahiptik. Sonrasında benim A Milli Takım hocası olduğum dönemde, 6 sene sonrasında, ayrılınca boşluk oldu ve bir alt lige düştüler, ekip datası kayboldu. Geldiğim günden beri, iki buçuk senedir çalışıyoruz. Recep Hoca 2007’den beri benim yanımda. Orhan Ak var eski Galatasaraylı. Benim dönemimden Zafer Hoca var. Bir de Türkiye’nin tanıdığı Saidou var, eski Galatasaraylı. Ben İstanbulspor’da yardımcı antrenörken Kamerun’dan almıştık, yarı Türk gibidir, Kamerun ve Fransa’da yaşıyor. Elimizde çok önemli bir data var şu anda. Tabii ki ben de seyrediyorum. Toplantılar yapıyoruz. Burada oturup oyuncular üzerinden tartışıyoruz. Hangi bir bölgeye nasıl bir oyuncu profili baktığımıza dair çalışmalar yapıyoruz. A planı, B planımıza göre bir oyuncu havuzuna sahibiz. Böyle de devam edecek.

Transfer kararlarının yönetime verilmesini doğru buluyor musunuz?

Türkiye’de çoğu kulüplerde böyle, bizde tam tersidir. Başkanımızın vizyonu bu konuda son derece geniştir. Oyuncu grubu şunu bilir; kulübü başkan ve yönetim kurulu yönetir, sahayı Abdullah Avcı yönetir. Benim başkana sunduğum raporda veya “bu oyuncuyu istiyorum, böyle yeteneklere sahip” dediğimde mali tarafı bile kulübün zararına olacaksa müdahale bile ederim. 2006’dan beri buradayım, hiçbir tanesinin dışına çıkmadı başkan ve bundan sonra da bu şekilde devam edecek. Bu benim için büyük şanstır. Göksel Gümüşdağ’ın bu vizyona sahip olması çok önemli. 2008-2009 sezonunda bir dalgalanma yaşadık, aşağıya doğru. İşler kötü giderken başkana “Takım elimden kayıyor, kötü gidiyoruz” dedim. “Bunu oyuncuya söyledin mi?” dedi, “Yok” dedim. Aldı beni takımın yanına toplantıya gittik. “Hocayla çıktık, hocayla düşeriz. Hocayla bir daha çıkarız. İşinize bakın” dedi. Takım o maçtan sonra 4 tane arka arkaya maç kazandı. Bence de bu vizyona sahip olmak en sağlıklısı, olması gereken bu.

2006’da göreve geldiniz ama 2008 itibariyle scouting işlerine başladığınızı söylediniz. Burada tutunma kaygısı mı yaşadınız? Buradan yola çıkarak Türkiye’de sık teknik direktör değişimlerini nasıl görüyorsunuz?

Kaygılı olmadım. Çünkü başkan bir proje çizmişti. Ben hala kendimi geliştiriyorum. O zamanki antrenörlüğümü şu an itibariyle beğenmiyorum zaten. Eğer beğenirsem zaman tünelinde kalmış olurum. Her şeyi bir anda kuramıyorsun. Bunlar da adım adım gelişecek şeyler. Orada bir takım kurmaya çalıştım. 2. Lig’den çıkınca böyle bir şeye sahip olma ihtiyacı olduğunu fark ediyorsun. Hayatımda kafamdan bazı şeyleri çıkardım. Böyle bir kaygım hiç olmadı. Kaygılı olduğum için değil, ihtiyaç olduğu için kurduğum bir şeydi.

Futbolcuyken bir idolünüz var mıydı?

Hayır. Herhalde ben takımın içinde lider olduğumdan dolayı kimseyi örnek almadım. İdol diye kimseyi seçmedim. Kendi karakterim, kendi özelliğimle hareket ettim.

Teknik direktör olarak var mı?

Hayır, o da hiç olmadı. Avrupa’da, İngiltere’de saygı duyduğum çok önemli teknik adamlar var. Zaman zaman bazılarına işlerinden dolayı destek de verebiliyorsun. Mesela bu sene İngiltere’de Liverpool’u tutuyorum. Geçen sene Leicester’ı tutuyordum, arkadan geldiği için. Guardiola’nın Manchester City’ye gitmesini doğru bulmuyorum, yanlış bir tercihti çünkü. Zaman zaman antrenörlerimiz de bizim gibi deği şiyor. Ama kimseyi örnek olarak almadım.

Benzer bir değerlendirmeyi İspanya’daki hocalar için yapsak? Hocaların takımlarına katkıları, durumları nasıl?

Atletico Madrid’de Simeone’nin katkısı çok büyük bence. Arda’dan (Turan) dolayı yakından biliyorduk. Zaman zaman fikir alışverişi de yapıyorduk. Simeone’nin antrenörlük çıkışı çok iyi. Bir ligde oynuyorsun, Real Madrid’le ve Barcelona’ya karşı nasıl oynarsın, önce bunları yerleştirdi. Bir tek Şampiyonlar Ligi’ni alamadı, onu da son saniyede kaybetti. Planı, stratejisi, heyecanı hala devam ediyor. Çok önemli bir teknik adam olduğunu düşünüyorum.

Avrupa’da bir takıma gitme ihtimaliniz olduğu zaman Atletico Madrid örneğindeki gibi yetiştirme politikasında bir kulüp mü çalıştırmak istersiniz?

Onu kulüp belirliyor. Mesela Guardiola’dan City’de tek bir başarı bekleniyor. Geliştirmek, yetiştirmek aynı zamanda da yarışmak daha heyecan verici.

Sevilla, Avrupa Ligi’ni üst üste kazandı. Ligde küme düşse kimse şaşırmaz ama Avrupa’ya geldiği zaman farklı oynuyorlar. Sevilla’nın her sezon garanti 3 rakibi var: Barcelona, Real Madrid ve Atletico Madrid. Onlarla mücadeleden sağ çıkıyorlar, sonra kendi kalibrelerindeki Avrupa takımlarına karşı üstün duruma geliyorlar. Başakşehir’in Avrupa’da sürekliliği açısından bakarsak, en büyük problem Beşiktaş, Fenerbahçe ve Galatasaray’ın yükselmek yerine aynı yerde durması hatta geriye gitmesi olabilir mi, siz nasıl görüyorsunuz?

Ben Beşiktaş’ın Şampiyonlar Ligi’nde devam etmesini çok istedim ama bu başka bir şey. Yakın zamandan örnek vereyim. Geçen sene Avrupa kupalarına kulüp tarihinde ilk defa katıldık. Türk futbol tarihinin Avrupa seviyesinde en fazla maç oynamış, Avrupa deneyimli tek oyuncumuz var: Emre Belözoğlu. Diğer oyuncular ya ilk defa Avrupa kupasında oynadılar, ya da çok az maça çıktılar. Geçen sene AZ Alkmaar’la karşılaştık, devamlı Avrupa Ligi’ne oynayan bir takım. Bence oyun olarak iyi oynadığımız ama kaybettiğimiz bir maçtı. İnanılmaz bir tecrübe kazandık. Bu sene Hırvatistan’ın Rijeka takımıyla başladık. Şu anda Hırvatistan Ligi’nde 7 puanla önde. Yenemedik ama yenilmedik de. Orada berabere kaldık ve tur atladık. Arkasından da (özellikle belirtiyorum) Şampiyonlar Ligi takımı, Shaktar’la eşleştik. Bir Real Madrid, Barcelona değil onun altı bir takım ama Avrupa Ligi’nin de üstünde; fizik kalite farkı var, oyun kalite farkı var, oyun planlarının kalite farkı var, tecrübe farkı var, bireysel yetenek farkı var. İki maç bize ne kattı biliyor musunuz? Bursa maçından sonra oyuncularım soyunma odasında “Bugün Shaktar gibi oynadık” dediler. O seviye çok önemli. Milli takım çalıştırmış biri olarak söylüyorum, Avrupa seviyesinde Galatasaray’ın, Fenerbahçe’nin, Beşiktaş’ın ve Milli Takımımızın bu seviyelerde yarışması, ülke futbolunun kalitesini artırır. Yarışamazsan bu ligin içinde kalırsın, gelişemezsin. Ama onun daha temeli var; Türk futbolunun temeli altında neler yapılması gerekiyor? Onlar hiç yapılmadığı için Avrupa’da başarıyı yakalayamıyoruz.

Türk futbolunun A Milli Takım düzeyinde iki tane önemli konu başlığı var: A Milli, “takım” değildir. A Milli Takım bu işin süsüdür. Eğitim dairesi, alt liglerin, akademi liglerinin organizasyonudur. Biz, kriterleri belirleyip kulüplerimizi denetlemek zorundayız. Alt liglerin organizasyonunun rekabet içinde olması lazım. Bugün elit akademi ligleri çok sağlıklı gitmiyor. Çünkü bölgesel yapıldı. Mesela Beşiktaş’ın altyapısıyla Küçükçekmece’nin altyapısı bir değil. O zaman onları aynı ligde yarıştırmayacaksın. Kritere uygun ligde yarıştıracaksın. Çünkü ulusal seviyeye çıktığın zaman 16 yaşındaki oyuncu Fransa, İspanya ve İngiltere’de oynayabiliyor. Bu seviyeye ulaşabilmen için o liglerin organizasyonunu doğru yapmak gerekiyor. Saha ve çimlerin standart olması gerekiyor. Rakip diyor ki, “Ben sahayı sulamayacağım”, sen sularsan ceza yiyorsun. Kulübelerde 18 kişilik kadro yerine 20 artı 3 olsun. Performans hocası ısındırmaya çıksın. Maç saatlerinin bir standarda gelmesi lazım, bio-ritm açısından, önce 13:30 oynuyorsun sonra 21:00! Avrupa’da gündüz maçları 3’te, 4’te başlıyor. İnsanlar istediğini açar, izler. Ben bunları Türk futboluna doğru katkı sağlayacağı için söylüyorum.

Bizim yetenekli futbolcularımız, tesislerimiz var ama altyapılarımızın tosladığı bir duvar var; aileler!

Milli takıma oyuncular kulüplerden geliyor, Milli Takım’da 2-3 gün oyuncuyla beraber oluyorsun. 25 gün kulübünde, ailesinde, okulunda oluyor. Çocuk futbolcu olma kaygısı yaşıyor. Kulübe girdiğinde tutunma kaygısı yaşıyor. Profesyonel oluyor, “Acaba para kazanacak mıyım?” kaygısı yaşıyor. Okul eğitimini doğru alıyor mu? Birinci kriter bu, çünkü okul eğitimini doğru alırsa sahadaki problemi de çözer, bu kaygıları da aşar ama kişilik eğitimi almıyor. Ailenin sosyoekonomik beklentisi ne? Aile çocuğu para birimi olarak görüyor, “Bana ev alsın, hayatımı kurtarsın” diyor. “Oyuncuya antrenman yaptırdık, olmadı.” Ee, niye olmadı? Bu çocuğu nasıl geliştireceksin? Bunlar federasyonun yapması gereken şeyler, öncelikle kulüpler denetlenmeli. Ben bu akademinin içinde bunların hepsini uygulamaya çalışacağım. Şampiyon olmuşsun olmamışsın bunların hepsi hikaye. Kupa da müzede bir yerde kalır öyle.

BAKMADAN GEÇME!