Üç sene olmuÅŸ!..

Güncelleme Tarihi:

Üç sene olmuş..
OluÅŸturulma Tarihi: Haziran 24, 2005 14:47

Şu anda, eski bir çıktıya bakarken fark ettim. 3 yıl önce bugün, bu köşede ilk yazım çıkmış, yani sizinle 'düzeyli' birlikteliğimizin üçüncü senesini tamamlamışız bugün.

Haberin Devamı

Size, 23 haziran 2002'de şöyle seslenmişim, anons kabilinden:

MERHABA!

Yakında burada, bu sayfada buluşacağız.

Hafta içi her gün, sabahtan akşama beraberiz artık. 'Canlı' (*) ve 'heyecanlı' bir köşede.

Hayata farklı ve keyifli bakmak için. Dünyada, Türkiye'de, yakın çevremizde olanı biteni ve özellikle de insanları, değişik bir pencereden seyretmek için. Olayları da, insanları da yerli yerine oturtmak, layık (!) oldukları yere koymak için.

Ama beraberce! Eğer siz oyuna katılmazsanız, bana omuz vermezseniz, yaptığımız eğlenceli, tepkili, canlı, özetle 'iletişim' olmaktan çıkar, Türk basınının (eminim siz de artık öööğ! dediniz) bilmem kaç yüz köşesinden biri olur ki... size de yazık, bana da!

Çarşamba sabahı buluşmak üzere!

(*) Canlı, yani canlı yayın gibi. Gün içinde, 'Bunu hemen şimdi anlatmam lazım!' dedirtecek bir hadise olursa (adı üstünde, bir internet köşesi bu) hemen paylaşacağım
sizinle, ertesi sabahı beklemeden. (Tabii gücümün ve vaktimin yettiği ölçüde...) Gerçekten şöyle bir uğramanızda, ara sıra bir göz atmanızda fayda var!

Haberin Devamı

*
*   *


İşte böyle MERHABA demişim size, üç sene önce.

Ardından da yazmaya bir başlamışım... durdurabilene aşk olsun.

Bilmem 24 Haziran 2002'de size verdiğim sözü tutabilmiş miyim? Emin değilim. İstediğim gibi 'canlı ve heyecanlı' bir köşe olmadı benimki. Küçücük bir mazeretim var (Ben size bu sözü verdiğimde, Hürriyet Haber Araştırma Müdürü idim ve pırıl pırıl üç yardımcım vardı, köşe için de bana omuz veren.) ama bu yeterli değil. Hayal ettiğim gibi olmadı ve daha yapacak çok şey var...

Bugün, medyada yaygın modaya uyarak bir 'best of' yapmak isterdim, ama onun yerine, bugün size Hürriyetim'deki ilk gün yayımlanan yazıları (kebapçı garsonlarının dediği gibi) 'servis edeceğim' bugün izninizle.

Hani belki okumak isteyen olur, benim için de bir nostalji.. (Link vermeyi beceremediğim için yazıları uzun uzun taşıdım aşağıya.)

SİZLERE, GEÇEN BU 3x365 GÜN BOYUNCA, BENİ YALNIZ BIRAKMADIĞINIZ İÇİN, EN ABUK SABUK YAZILARIMI BİLE SABIRLA, SEVGİYLE OKUYUP, ORADA OLDUĞUNUZU BANA HİÇ UNUTTURMADIĞINIZ İÇİN... ÇOK TEŞEKKÜR EDİYORUM! İYİ Kİ VARSINIZ!

Haberin Devamı

işte 24 haziran 2002'de bu köşede yer alan ilk yazılar:

*
*   *

Ümit Aktan maçları evinden mi anlattı?
Â
Bir internet sitesi çok ciddî bir iddia attı ortaya : M1 kanalı adına maçları izlemek üzere Kore ve Japonya'ya gönderilen Ümit Aktan'ın Japonya'ya gitmediği ve canlı bağlantıları aslında evinden yaptığı ortaya çıktı, şeklinde. İşte Ümit Aktan'ın cevabı...
Önce Süper Poligon sitesi'nde yer alan haber :

"İşte son günlerin flaş gelişmelerinden biri...

İddiaya göre,

M1 kanalında Spordan Sorumlu Genel Müdür Yardımcısı olan Ümit Aktan, Dünya Kupası'nı izlemek için yüklü miktarda harcirah aldıktan sonra, önce Kore'ye ardından da Japonya'ya gitmişti...

Aktan her akşam ana haber bültenine bağlanıyor, milli takım ve diğer maçlarla ilgi gördüklmerini(!) seyircileriyle paylaşıyordu.

Haberin Devamı

Ama Ümit Aktan bir gün arandığında bulunamadı. Diğer gazetecilere, televizyonculara Ümit Aktan soruldu. Yanıt  çok ilginçti...

"Biz Japonya'ya geldik geleli hiç Ümit Aktan'ı görmedik"

 Her akşam tüm kanallar bir çok spor yazarı canlı yayınlara alıyor, ama spor camiasında ün yapan Ümit Aktan ortalıkla görünmüyordu.

Yönetim bu şüphenin üzerinden yola çıktı ve sonunda Ümit Aktan'ın Kore'ye gittiğini, ancak Kore'den Japonya'ya gitmediğini belirledi. Yani Japonya'da olduğu sanılan Ümit Aktan canlı bağlantıları evinden yapıyordu.

M1 Kanalı'nın Spor Spikeri dün akşam ekranda olaya açıklık getirdi ve şöyle dedi:

"Japonya'daki çeyrek final maçlarını izlediğini sandığımız Spordan Sorumlu Genel Müdür Yardımcımız Ümkit Aktan, Kore'den Türkiye'ye dönmüş ancak buna rağmen çalıştığı kanala bunu bildirmemiştir. Hatta her gün Japonya'daymış gibi evinden canlı yayına bağlanmış ve Milli Takım ile ilgili gelişmeleri aktarmıştır. Bu konuda sevgili seyircilerimizden özür diliyoruz. Ümit Aktan, mesleğine saygısızlık etmiştir."

Haberin Devamı

Bu iddia gerçekten de çok vahim.

Süperpoligon olarak Aktan'dan bu olayla ilgili bir açıklama bekliyoruz.

Mesleğimiz ve tüm çalışanlar adına..." (www.superpoligon.com)

BEN ORAYA GİTTİM, GÖREVİMİ YAPTIM

Sonra da, İzmir'de bulup konuştuğumuz Ümit Aktan'ın cevabı:

"Pasaportumda giriş çıkış tarihlerim var. Ben görevimi yaptım. Yüklü miktar dedikleri ikibinbeşyüz dolar harcırahla gittim. Sekiz bin kilometre öteden M1 televizyonunun radyosuna, Türkiye maçlarını telefon bağlantısıyla anlatmaya. Sabah ve öğlen bültenlerine, akşam anahaberlerine ve spor programlarına yerinden bağlantılar yaptım. Ben orada 20 gün - yani Japonya maçı da dahil - çalıştım, bu görevi yerine getirdim. Oradayken telefonum kesildi, televizyonun verdiği bir telefondu. Burayı aradım, siz ne yapıyorsunuz, benim burada telefondan başka bağlantım yok, televizyona servis veremiyecek durumdayım, dedim. Böyle bir itiş kakış oldu. Ve ben çok zor durumda, maddî sıkıntılar yaşadığım için, Japonya maçından sonra kalkan bir uçağa atladım ve geri döndüm. Artık dayanma boyutlarını aşmıştı. Döndüm - saat farkını biliyorsunuz, eh 12 saat de uçtum - beni bu arada bulamıyorlar. Döndükten sonra bulamıyorlar. Ondan sonra, onlar beni ararlarken ben onları arıyorum, 'Ben Türkiye'deyim, dayanma gücüm kalmadı, geldim' diyorum. Meselenin ana başlığı, spotu budur. Ben oraya gittim, görevimi yaptım."

Haberin Devamı

Ä°SPATI VAR

Şöyle devam ediyor, Ümit Aktan :

"Senegal maçından önceki maçta, (Japonya - Türkiye maçı) televizyonun ana haber bültenine, cep telefonunu yanımda taşıyıp koşturarak, Yılmaz Vural'ı konuşturdum, Raşit Çetiner'i konuşturdum. Bu insanları ben Türkiye'den mi konuşturdum?" (...)  "M1 kanalıyla biz ipleri kopardık. Zaten çok cüz'i bir rakamla devam ediyordum." (...) "Biraz da bozuldukları için bana zarar vermek gibi bir kaygıyla hareket ediyorlar."

İşte tarafların iddiası böyle. Birisi ispat edecek, diğeri mahcup olacak. Ama kim haklı olursa olsun, gazetecilik mesleği zarar görecek!

*

Åžehir Tiyatroları'nda folklor ve karate kursuÂ

İstanbul Belediyesi Şehir Tiyatroları'nın başına yeni bir Genel Sanat Yönetmeni tayin edildi, biliyorsunuz. Eh, her gelen sanat yönetmeni bazı yenilikler yapar tabii tiyatroda...

"Sultans of the dance"ın etkisi midir, bilinmez, dansa ve folklor oyunlarına yeniden bir ilgi başladı Türkiye'de. İyi de oldu.

İstanbul Belediyesi Şehir Tiyatroları da, önümüzdeki sezon için şimdiden kolları sıvadı, seyircisine bir sürpriz hazırlıyor : geçen hafta salı günü, bütün yevmiyeli personel (sayıları 70'in üzerinde yanlış bilmiyorsam) üç hafta sürecek folklor kurslarına katılmaya "davet" (!) edildi. Haşmet Zeybek'ten köy oyunları üzerine ders de alacaklar.

Hedef yeni sezonda sahneye dört "köy oyunu" koymakmış. Gerçi yevmiyeli gençler, "Nihayet özümüze dönüyoruz!" diye kendi aralarında makara yapıyorlar ama, siz bakmayın onlara. Davete icabet etmeyip işsiz kalmaktansa, çaydaçıra oynamaya razılar...

Ha asıl önemlisini unutuyordum, aynı yevmiyeli personele yakında "uzakdoğu dövüş sanatları" dersi de vereceklermiş. "Oyuncuların vücudu alışsın, oyunlarda zorlanmasınlar" diye. Repertuara "Kudüs Geceleri"ni koyacaklar, herhalde.

*

Zafere herkes sevindi mi?Â
 
Türk gazeteleri Millî Takım'ın Japonya ve Senegal karşısında elde ettiği zaferin haberlerini büyük bir coşkuyla verdi. Kim daha çok yer ayıracak, kim en heyecanlı verecek diye yarıştı. Hepsi mi?

Saydım, her sabah geldiğimde, masamda 24 gazete buluyorum. Bunların ikisi ekonomi gazetesi, üçü spor, demek ki 19'u da siyasî gazete.

Türk Millî Takımının Japonya'yı 1-0 yenip çeyrek finale çıktığı günün ertesi, bu 24 gazetenin 18'inde maç sonucu manşetti. (Üç spor gazetesi de dahil, tabii ki.) 5 gazetede haber sürmanşetten, ya da ikinci haber olarak verilmişti. (Bunlara iki ekonomi gazetesi dahil.) Sadece bir gazetede, Türkiye'yi çılgına çeviren bu güzel haber, birinci sayfadaki logonun yanında, 8-10 satıra layık görülmüştü. Başlık : "İnancın zaferi", Saadet Partisi Genel Başkanı Recai Kutan'ın  fotoğrafı ve yorumuyla. Vakit gazetesinde.

Bizim çocuklar Senegal'i de 1-0 yenip, bu sefer yarı finale çıkınca, sevincimiz tabii aynı oranda arttı. Gazeteler ne yapacaklarını şaşırdılar, hadiseyi nasıl büyüteceklerini bilemediler, "kim daha çok yer ayıracak, kim daha coşkulu verecek" yarışına girdiler. Biri hariç : logonun yanındaki kulakçıkta 8 satırlık bir haber. "Yarı final SEVİNCİ. Millî Takım'ın Senegal karşısında aldığı galibiyetle yarı finale yükselmesi yurtta büyük sevinç meydana getirdi. Normal sürenin 0-0 bitmesi ve uzatmada İlhan Mansız'ın 'Altın Golü'yle, Türkiye'nin yarı finale çıkmasıyla bir ilk gerçekleşti. Ancak, sevinç içindeki halkı, hükümetin zamları peşpeşe sıralaması endişesi sardı." Vakit gazetesi.

*

Aksel Goldenberg'in Dada'sı baÅŸka, Serdar Devrim'in Dada'sı baÅŸkaÂ
 
Aksel Goldenberg ile arkadaşı Jérémie Trigano, Ortaköy'de DADA diye bir restoran-bar açtılar. Ben de bundan 20 sene evvel Ortaköy'de bir DADA açmıştım. (Haddim değil ama, Murat Bardakçı'nın köşesini hatırlatan bir girizgâh olmadı mı bu?)

Mefaret Aktaş'ın "Çocukluk arkadaşlarının gerçeküstü restoranı" diye bir haberi vardı, geçen hafta. (Milliyet Pazar, 16 Haziran 2002)

Okurken birçok sebepten dolayı keyiflendim.

(1)   Habere konu olan restoran-barın Türk ortağı, genç ve yakışıklı işadamı Aksel Goldenberg, benim çok sevdiğim bir arkadaşımın oğludur. İyi işler yapıyor. Çapkın da üstelik... Eh, hoşuma gidiyor tabii.

(2)   Ortaköy, benim birden çok bağım olan bir semttir. Babamın çocukluğunun geçtiği yerdir bir kere. Okulu bitirip çalışmaya başladığımda, küçük bir dükkan açtığım, on sene kadar her sabah "Ya Allah!" diye kepenk kaldırdığım, güzeller güzeli bir yer. Aleks Goldenberg ile Fransız ortağı Jérémie Trigano, işte bu Ortaköy'ün en güzel köşelerinden birinde, yıllar yılı uzaktan iç çekip "Ne güzel otel olur!" dediğim bir tarihi binayı otel haline getireceklermiş. Şimdilik bir bar açmışlar.

(3)   Üstüne üstlük, iki delikanlı, açtıkları bara DADA adını vermişler. Gençlerden biri "Barın sürrealist konsepti yüzünden" diyor, yani Dadaizm akımından esinlenmişler. Bizim, bundan tam 20 yıl önce, Ortaköy'de kurduğumuz "adi ortaklığımızın" adı da DADA idi. Soyadlarımızın baş harflerinden, iki Devrim, bir Arslan, bir de Atılgan...

Ben beceremedim. Zaten pek de mütevazı başlamıştık işe. Bu iki delikanlı daha iyi şartlarda, daha büyük oynuyorlar belli ki. Aksel, iş dünyasında yeri olan, başarılı bir ailenin oğludur. Jérémie Trigano ise, efsanevî Gilbert Trigano'nun torunuymuş. "Bedava reklam yapmamak için adını veremiyorum" (Beni affedin, bu fırsatı kaçıramazdım, aşağıda anlatacağım) Club Med'i Club Med yapan, turizm piyasalarının ilâhı, Gilbert Trigano'nun torunu.

Duyduğuma göre, Jérémie'nin nenesi de, Bursa'dan göçen Musevi bir ailenin kızıymış. Torununun doğduğu topraklara dönüp, eskiden Musevîler'in yaşadığı Ortaköy'de ticaret yaptığını görebildiyse, ne sevinmiştir kimbilir...

PS : Laf uzadı ama, anlatmasam olmaz... Fransa'nın yetiştirdiği en büyük mizah ustalarından biriydi Pierre Desproges. 1970'lerin sonu, radyoda yaptıkları bir programda bu Jérémie'nin dedesi Gilbert Trigano'yu ağırlıyorlar. Bizim TRT'de olduğu gibi, Fransız radyo ve televizyonlarında da özel şirketlerin adını vermek yasak; konuşmacılar "Reklam olmasın diye adını veremiyorum" gibi bir kalıp cümle kullanmayı öğrenmişler. Desproges bu yasağı, tarihe geçen şu esprisiyle delmişti : "Biliyorsunuz, Mösyö Trigano - reklam olmasın diye adını veremiyorum - Club Méditerranée'nin kurucusudur..."

*

Seren Serengil for President !Â
 
Gözünüzden kaçmış olabilir. Seren Serengil, ilk siyasi demecini verdi. DYP'nin neden kendisini seçtiğini, siyasi misyonunu vs anlattı... Aman, sakın gülüp geçmeyin, bu hepimizi ilgilendiren bir konudur.

Olur a, gözünüzden kaçmıştır. Sibel Arna, şarkıcı Seren Serengil'le ilk siyasî sohbeti yaptı. (Sabah Pazar, 23 Haziran 2002) Seren Serengil, Doğru Yol Partisi'ne kaydolmuş.

Anlattığına göre, Seren Serengil bir ara TGRT'de kadınlar için bir gece programı yapmış, insanlara akıl veriyormuş. Herkes Türkçe'yi çok iyi kullandığını görüp beğenmiş. DYP'nin ilçe başkanları ve danışmanları da bu programı görünce Serengil'i partiye davet etmek istemişler. Sohbetten alıntılar:

Sibel Arna : Peki neden seni seçmişler?

Seren Serengil : Her zaman söylerim, ben farklı olduğumu biliyorum. Onlar da kültürümle, konuşma tarzımla, aile görgümle, kalitemle farklı olduğumu söylediler. (...)

SA : Peki DYP hakkında ne düşünüyorsun?

SS : Mert benim çocukluk arkadaşım.

SA : Mert ?

SS : Çiller... Ben yazları sık sık onların evine giderdim. (...) Tansu Hanım bize kendi elleriyle yaptığı böreklerden ikram ederdi. (...)

SA : DYP'deki görevin ne?

SS : Şu anda delegeyim. Yakında Gençlik Kolları Başkan Yardımcısı olacağım. Şimdilik partiye katılmak isteyenlere DYP'nin mantığını anlatıyorum.

SA : Neymiş DYP'nin mantığı?

SS : Tansu Hanım baştayken Türkiye'nin ekonomik durumu daha iyiydi. Demek ki DYP ekonomiyi bilen bir parti. Sonra DYP verdiği bütün sözleri yerine getirmiştir.

SA :  DYP kaç yılında kuruldu, felsefesi nedir?

SS : Bu konuda bazı şeyleri biliyorum. Yaşımın yetmediği zamandan önceki bilgileri de öğreneceğim. Bana bilgi verecekler. (Kendime güveniyorum, diyor, çünkü...) Türkiye'deki en iyi eğitimli sanatçı benim.

SA : Eğitim düzeyin nedir?

SS : Ben Yıldız Koleji'nden mezunum. İngiltere'de de altı ay kalıp İngilizcemi ilerlettim, ama sonra assolist oldum. Dolayısıyla ben iyi bir temsilciyim.

SA : Peki Türkiye'nin sorunları için çözüm önerin var mı?

SS : Ben hasta bir insanın 40 metrekarelik bir odadan bu ülkeyi yönetebileceğini sanmıyorum. Ve herkes gibi erken seçime gidilmesini istiyorum. İnsanların DYP'ye şans vereceğinden eminim, çünkü diğer bütün partiler denendi.

(Sakın gülmeyin, amman küçümsemeyin! DoÄŸruyol Partisi'nin sabıkası vardır. Böyle genel ve siyasî kültürü derin bir sarışın buldular mı, önce Genel BaÅŸkan, sonra BaÅŸbakan yaparlar.) Â

*

Erkeklik yerlerde sürünüyor beyler!..Â
 
Ahmet Tulgar, Perihan Mağden'le bir röportaj yaptı. (Milliyet Pazar, 2 Haziran 2002) Mağden'in ''Kadınlar, ırk, cins olarak sözel yaratıklar, erkekler değil. Ve sözel iki insanın, ışın kılıçlarını süratle kullanan iki insanın düellosunu mu izlemek istersiniz, dilbaz birinin bir salak ile karşılaşmasını mı?'' sözleri üzerine, Tulgar sordu :

- Erkeklere salak mı diyorsunuz?

- "Kimse bana laf etmesin, penisime laf etmesin"; bu kaygılar içinde kavrula kavrula küçücük kalmış erkekler. Meyva kurusu gibi ruhları. Erkeklerin, toplum, kapitalizm tarafından nasıl iğdiş edildiğini seyrediyoruz. Erkeklerin ciddi bir yalakalık sorunu oluyor. Erkeklik çok kelek bir şey."

Nedense, birçok köşe yazarı dün aynı soruya cevap arar gibiydiler :

HAŞMET BABAOĞLU : Modern dünyada erkek olmak çok zor

Zordur erkeklerle kadınların birlikte huzuru bulması. Modern dünyada erkek olmak çok zordur. Efendi olsan renksiz, serseri olsan dengesizsindir. (...) Oğlum, efendi ol! Biz erkekler sık duymuşuzdur bu sözü. (...) Ama erkekler, aynı alışkanlık, aynı oyun kuralları ve aynı karakterleriyle kadınların arasına girdiğinde iş değişir. Hele ilişkinin içinde aşk meşk varsa, ortalık toz duman oluverir ve herşey karışır. Çünkü kadınlar o "efendi" adamların (biraz yumurta, biraz süt kokan) "terbiye edilmişliğinin" içinde yatan cesedi çok uzaktan bile tanırlar. Ve biraz cesaretleri varsa, gönüllerini serserilerden yana koyarlar. En azından, serseri havası taşıyan erkeklere veya serseri rolü yapanlara bağlanırlar. (Sabah Pazar, 23 Haziran 2002)

DENÄ°Z TÃœRKALI : Erkek olsam kesin gay olurdum

"Evet, ben kadınları her zaman daha ilgi çekici bulurum. Erkekler biraz sığca. (...) Hep sekiz yaşındalar. Çok zor erkek olmak. Şu dünyaya bir milyon defa gelsem, bir keresinde merak etmem erkek olmayı. Ve erkek olsam kesin gay olurdum." (Milliyet Pazar, Ahmet Tulgar röportajı, 23 Haziran 2002)

Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!