Güncelleme Tarihi:
Osmanlı tarihinde, sadrazamlık makamına yükselmiş çok sayıda ‘‘enişte paşa'' vardır ve ortak özellikleri, bir-ikisi dışında hiçbirinin hayırla yâd edilmemesidir... Eniştelerin kimisi işkencecilikle, kimisi hırsızlıkla, kimisi de devleti batırmakla meşhurdur...
Nedendir bilmiyorum ama, ‘‘enişte'' sözü son zamanlarda gazete haberlerinden makalelere, TV ekranlarından kahve köşelerine kadar hemen her yere girdi... Herkesin ağzında bir ‘‘enişte''dir gidiyor...
Aileye evlilik yoluyla dahil olanlara verilen bu hısımlık unvanı böylesine dillenince, ben de tarihe bu unvanla geçmiş olanların birkaçından söz edeyim, maceralarını anlatayım dedim...
Dilbilimciler arasında, ‘‘enişte'' kelimesinin nereden geldiği konusunda uzun senelerden beri bir tartışma vardır... Kimisi ‘‘enişte''nin öz be öz Türkçe olduğunu söyler, kimisi ‘‘Aslı Farsça'dır ve 'bacanak' anlamına gelen 'hemrîşte' sözünden bozmadır'' der... ‘‘Hemrîşte'', ‘‘aynı sakalı paylaşan'' demektir ve ‘‘sakallarını kız kardeşlerin eline teslim etmiş adamlar'' ifadesinden kinayedir...
Tarihimizde, özellikle de Osmanlı tarihinde çok sayıda ‘‘enişte'' vardır... Hepsinin ortak özelliği ise, bir-ikisi dışında hiçbirinin hayırla yâd edilmemesidir...
İşte, bu ‘‘enişte''lerden birkaçı:
Sadrazam Lütfi Paşa, Yavuz Selim'in kızı Şah Sultan'ın kocası, dolayısıyla Kanuni Süleyman'ın eniştesidir... Günün birinde, zinayla suçlanan bir kadının cinsel organının dağlanmasını emrediverir... Karısı Şah Sultan ‘‘Böyle bir vahşeti sana yaptırmam'' deyip üzerine yürüyünce Yavuz Selim'in biricik kızını tokatlamaya kalkışır ama Sultan daha atik davranır... Hemen adamlarını çağırır, enişte paşaya eşşek sudan gelinceye kadar sopa çektirtip saraydan kapı dışarı eder ve Dimetoka'ya sürdürür...
Lütfi Paşa, tarihlere artık ‘‘ferç dağlayan'' diye geçecektir...
Bir diğer ‘‘enişte'', İkinci Mahmud'un kızı Adile Sultan'la evlenen ve Sultan Abdülmecid'e ‘‘enişte'' olan Mehmed Ali Paşa'dır... Tarihler, 1852'de 39 yaşındayken sadrazam olan Paşa'nın aşırı israfıyla maliyeyi iflâs noktasına getirdiğinin hikâyeleriyle doludur... Harcamaları zamanla Sultan Mecid'in bile canına tak dedirtecek ve eniştesine herkesin içinde ‘‘Hain kerata... Bunların hepsi namussuz'' diye bağıracak ve sadrazamlıktan azledecektir...
‘‘Enişte Paşa''ların sonuncusu, meşhur Damad Ferid Paşa'dır... Sultan Abdülmecid'in kızı Mediha Sultan'la evlidir ve Sultan Vahideddin'in eniştesidir... Devleti batırıp 1922'nin 22 Eylül'ünde sessiz sadasız Avrupa'ya kaçar ve Sultan Vahideddin arkasından sadece ‘‘Çapkın!'' ifadesini kullanır... ‘‘Hem devleti bu hale koydu, hem gitti'' der eniştesi hakkında...
İşte, tarihlere sadece kötülükleriyle geçen ‘‘enişte paşa''lardan birkaçı... Tarih zaten tekerrürden ibarettir ve enişte paşalar da hep böyledir...
ZAPTİYE
Ayın on dördü nasıl ayı oldu?
Eski harflerden zerre kadar haberdar olmayanlar Osmanlıca'yı -yeni yazıya aktarmaya kalkarlarsa ne olur? Ferit Edgü'nün yaptığını yapar, "Gece Leyla'yı ayın on dördü" cümlesini ‘‘Gece Leyla ayısı döndü'' diye okurlar...
Elimden bugüne kadar yanlış okunmuş, tam tersi anlama çekilmiş, tanınmaz hale getirilip berbad edilmiş yüzlerce eski metin çevirisi geçti... Kimisi Osmanlıca alimliğine soyunmuş Osmanlıca fukarasının apaçık tecavüzüne uğrayan kitaplardı; kimisi de eski dilin yanına asla yaklaşamamış olanların, o dille kaleme alınmış eserleri garabetler yumağına çevirmelerinin örnekleri...
Ama böylesini hiç görmemiştim... Bilgiden, daha da önemlisi mantıktan ve iz'andan bu derece uzak bir yayına, emin olun hiç rastladım...
Kitabın adı, ‘‘Dostlara Mektuplar''... İçerisinde Fikret Muallâ'nın, yani sosyetemizin mezat salonlarında tablolarına milyarlar akıttığı meşhur ressamın ahbaplarına, arkadaşlarına gönderdiği mektuplarla kartpostallar var... Yayına Ferit Edgü hazırlamış... Bazı sayfalara ressamın elyazısıyla olan asıllar konmuş, Fransızca yazışmalar Türkçe'ye, Osmanlıca olanlar da Latin harflerine çevrilmiş...
Osmanlıca'dan güya ‘‘aktarılmış'' olan kartpostalları okudum önce... Okudum ve dehşet içinde kaldım... ‘‘Böylesini hiç görmemiştim'' dediğim hatalar, bu kartlardaydı...
Meselâ, 77 sayfada, Fikret Muallâ, Abidin Dino'ya hitaben, Ferit Edgü'nün ‘‘okumasına'' bakarsanız, ‘‘Gece Leyla ayısı döndü... veznile... eylemişler'' diye Türkçe'yi sadece ‘‘andıran'' bir kelimeler yığını yazmıştı... Türkçe'yle alâkası bulunmayan, hele Fikret Muallâ'ya asla ait olmayan, Fizan'da hummaya tutulmuş askerin sayıklaması gibisinden bir ifade... ‘‘Ayı-Leylâ-Vezin'' üçlemesi...
Hemen yan sayfada, tıpkıbasımı vardı kartın... Ve tabii ‘‘Gece Leyla ayısı döndü'' dememişti ressam... ‘‘Gece Leyla'yı ayın on dördü vezniyle kayd eylemişemdir'' yazılıydı orada... Leylâ'yı ‘‘ayılaştıracak'' ve Abidin Dino'ya böyle sözler edecek derecede bir zerafet zaafına asla düşmemişti Fikret Muallâ...
Ferit Bey'in 65. sayfada ‘‘İsrail hesabına...'' diye okuduğu veya okuttuğu sözlerin aslı, ‘‘Azrail hesabına''ydı; aynı kartpostalda ‘‘Hacivat Karagöz'' zannettiği ifadenin doğrusu ise ‘‘Heyhâââk Karagöz''!...
Hatalar, böyle sürüp gitmedeydi... Geri kalan onlarcası, şimdi meraklısını bekliyor... Ben, sadece eski harfli sayfalara baktım ve Fransızca metinleri Türkçeleriyle karşılaştırmaya hiç teşebbüs etmedim, zira canımı daha fazla sıkmak istemedim...
Ve, netice: Hadi, bu işi beceren zat ‘‘ayın on dördü'' ibaresini ‘‘ayısı döndü'' diye okuyacak derecede bu kültüre yabancı... Peki ama, yayıncılar hazretin ipe-sapa gelmez ifadelerini niçin farketmediler ve ‘‘Bu işte bir gariplik var'' deyip metni işin erbâbına göstermeyi neden akıl edemediler?
Aşıkların ‘‘Leylâ''sını ‘‘ayı''ya döndürüp ‘‘Azrail''i ‘‘İsrail''e postalayan, ‘‘hakk''ı ‘‘Hacivat''a çeviren Ferit Edgü'yü, bütün samimiyetimle kutluyorum... Ama ortaya koyduğu ‘‘eser''inden değil; bilmediği, anlamadığı, buna rağmen kimselere sormaya hiç gerek hissetmediği eski harfleri altı satırda 16 yanlışla okumaya kalkıştıktan sonra yayınlama cesaretinden dolayı...
Bir kartpostalı bile doğru dürüst okumaktan aciz adamlar kalkıyor, resim üzerine ahkâm kesiyorlar...
Zavallı Türk sanatı... Sen kimlerin eline düşmüşsün ...
İNTERAKTİF TARİH
Teodorakis'li 30 Ağustos
Yunanlı besteci Teodorakis'in müziğiyle, ilk gençlik yıllarımda tanışmıştım... Şarkıları içinde özellikle ikisi, ‘‘To palikari ehi kaimo-Delikanlı acılar içindedir'' ile ‘‘Tren saat sekizde kalkar'', uzun müddet benim ve arkadaşlarımın dilindeydi...
Sonraki senelerde orkestra parçalarını, meselâ ‘‘Axion Esti''sini, ‘‘Olimpik Senfoni''sini dinledim... Karşımızda siyasi melodilerden arınmış, bambaşka bir Theodorakis vardı...
Geçen Çarşamba, TRT 3'de, Teodorakis'in birkaç yıl önce Kartal'da verdiği konseri banttan yayınlandı... Saat 16'da başladı ve iki saat sürdü...
O gün, Türkiye'nin dört bir yanında Başkumandanlık Meydan Savaşı'nın ikinci günü kutlanıyor, 30 Ağustos'un hazırlıkları yapılıyordu...
30 Ağustos zaferini biz Atina'ya karşı kazanmıştık ve her zaman zevkle dinlediğin Teodorakis'ten, o gün pek haz alamadım...
Bu kadar globalleşmek ve ‘‘entellik'' bana göre bir iş değilmiş...