Güncelleme Tarihi:
SİZDEN GELENLER çok birikti ve çok gecikti.
Araya bir iki seyahat, seçim filan girdi... Özür diliyorum!
*
HADİ GEL...
Gelen bu yazı sabah sabah hoşuma gitti. Size de yolladım J diyor Ayşe Ayan HADİ GEL... Ertuğrul Yalçın’dan bir fıkra:
Hadi gel, bugün farklı olsun, açalım yüreklerimizi, ne varsa dökelim ortaya,
birlikte seçelim güzel olan herşeyi, kovalım kötüleri, sıkıntıları, üzüntüleri
Hadi gel, bugün farklı olsun, atalım maskeleri, içimizden geldiği gibi somurtalım, bağıralım, ağlayalım gülelim sonra, kahkahalarla hem de, gözümüzden yaşlar gelinceye kadar
Hadi gel, bugün farklı olsun, koşalım, yarışalım rüzgarla, ıslansın ayaklarımız, kirlensin giysilerimiz, kalplerimiz çarpsın son hızla
Hadi gel, bugün farklı olsun, atlayalım denize, tuz yapışsın saçlarımıza, güneş kavursun tenimizi, kumlara yatalım sere serpe
Hadi gel, bugün farklı olsun, konsere gidelim, avaz avaz bağıralım, eşlik edelim şarkıcıya, sesimiz çatlayıncaya kadar şarkı söyleyelim korkunç seslerimizle
Hadi gel, bugün farklı olsun, yemyeşil çimenlere yatalım, gözümüzü kırpıştırarak güneş ışığını kirpiklerimizle süzelim, nefes alalım derin derin, çekelim mis gibi çimen kokusunu ciğerlerimize
Hadi gel, bugün farklı olsun, akarken taşlara çarpıp şıkırdayan bir dere bulalım, buz gibi olsun suları, paçalarımızı sıvayıp sokalım ayaklarımızı, parmaklarımız büzüşünceye kadar kalalım orada
Hadi gel, bugün farklı olsun, bir at arabası bulalım saman yüklü, takılalım arkasına, zıplayıp oturalım, sallayalım bacaklarımızı bir yandan da mırıldanalım türkümüzü
Hadi gel, bugün farklı olsun, yalın ayak yürüyelim taşlı köy yollarında, sıcak taşlar yaktıkça yaklarımızı, bir çeşme bulalım serinlemek için
Hadi gel, bugün farklı olsun, ağaca tırmanalım hızlı hızlı, meyveleri de olsun ama, bir dala oturup kara dut yiyelim, ellerimiz boyansın mor mor
Hadi gel, bugün farklı olsun, fırından yeni çıkmış ekmek alalım, biraz öteden de tulumdan çıkma bir peynir, tarladan domates de çalalım iki tane, kollarımızdan suları aksın ısırırken
Hadi gel, bugün farklı olsun, yıldızları seyredelim pırıldayan, "bak bir yıldız kaydı dilek tut" diyelim, gülüşelim
Hadi gel, bugün farklı olsun, akşam serinliği dolsun gömleklerimizden içeri, ürperelim temiz havadan, uykumuz gelsin sırtımız koca meşeye dayalı
Hadi gel; Yarın da farklı olsun, öbürgün de...
Ne dersin, olamaz mı ?...
Rana Aslanbay Aydın
*
ONU DA KURBANA SAY
Bayburtlu ekinini kurutuyormuş.
Allah'ım, ne olursun ekinim kurumadan yağmur yağdırma! Diye dua etmiş.
Ekini kurudu kuruyacak, akşamüzeri, son anda yağmur yağmış, rezil olmuş ekin.
Sabah olmuş, ahira girmiş köylü, bir de bakmış ki eşeği ölü yatıyor yerde...
Zaman geçmiş, Ramazan ayı gelmiş.
Niyet etmiş oruç tutmaya Bayburtlu.
İftara kadar tutmuş bir güzel orucunu. Top patlamasına yarım saat kala, çıkarmış tabakadan bir tane cigara, bir güzel yakmış, bir nefes çekmiş beeeele, sonra başını gökyüzüne kaldırmış:
Allah’ım, demiş, eşeği de kurbana saymazsam, namerdim!
*
FARKLI BİR GÜNLÜK
Rasim Duran’dan gelen:
Merhaba Serdar Bey, benden de bir Sevgili Günlük notu :
Genç bir hanım lüks bir gemiyle geziye çıkmış. Bu günluk onun günlüğü:
Gün 1: Bugün gezinin ilk günu. Herşey bir harika...Gemi, insanlar, eğlenceler.. İyi ki bu geziye çıkmışım...
Gün 2: Öğle yemeği sonrası güvertede dolasırken geminin kaptanıyla tanıştım. Hoş bir adam, beni çok çekici bulduğunu söyledi...
Gün 3: Kaptanla arkadaşlığımız iyi gidiyor... Beni kamarasına çağırdı bugün, gitmedim tabii ki...
Gün 4: Kaptan çok yapışkan, peşimi hiç bırakmıyor. Her firsatta beni kamarasına götürmeye çalışıyor. Onunla arkadaşlık etmesem iyi olacak.
Gün 5: Sabah kahvaltıda kaptan gene yanıma geldi... Beni çok sevdiğini söyledi. Kamarasına çağırdı gene.. "Gelmezsen gemiyi batırırım.."diye de tehdit etti. Ben şimdi ne yapıcaam? Bunca insan benim yüzümden boğulursa ben bu acıya nasıl dayanırım?..Offf...offf... Keşke bu geziye hiç çıkmasaydım!
Gün 6: Bugün öğlen yemeğinden sonra kaptanın kamarasında yolcuları boğulmaktan kurtardım. İyi ki bu geziye çıkmışım...
*
EN AZINDAN KAMUOYUNA DUYURALIM
Serdar Bey,
Ben köşenizi ilgiyle okuyorum. Her gün normal gazeteyi okumama rağmen, kanımca en iyi son dakika gelişmelerini verdiği ve yurtdışı baskısında bütün haberler olmadığı için Hürriyet(im)i takip etmeye devam ediyorum. Ancak şimdi internette okuduğum bir haberle şok(e) oldum Angela Merkel AKP'ye övgüler düzmüş de vs vs. Dün geceden beri Alman haber kanallarında Angela Merkel'in açık açık Türkiye'nin AB'ye üyeliğine karşı çıktığı, resmen istemediği alt yazı olarak geçiyor. Ve bunun haberi yapılacağına, sözde bir övmece haber yapılıyor. Göz boyanıyor resmen. Ve CDU/CSU önümüzdeki seçimlerde kesinlikle AB'nin en güçlü ülkesi Almanya'nın yöntimine gelecekler. Gerçekler saklanıyor. Sizin dürüstlüğünüze inanıyorum. En azından siz köşenizde birşey yapın. Adam gibi haber verilsin, gerçekler saklanmasın. Türk insanının gereksiz yere gözü boyanmasın. Lütfen
Alp N. Şen
*
ÇİÇEKLE SUYUN HİKAYESİ
Günün birinde bir çiçekle su karşılaşır ve arkadaş olurlar.
İlk önceleri güzel bir arkadaşlık olarak devam eder birliktelikleri, tabii zaman lâzımdır birbirlerini tanımak için.
Gel zaman, git zaman çiçek o kadar mutlu olur ki, mutluluktan içi içine sığmaz artık ve anlar ki, su'ya aşık olmuştur.
İlk kez aşık olan çiçek, etrafa kokular saçar, "Sırf senin hatırın için ey su" diye...
Öyle zaman gelir ki, artık su da içinde çiçeğe karşı birşeyler hissetmeye başlamıştır. Zanneder ki, çiçeğe aşıktır ama su da ilk defa aşık oluyordur.
Günler ve aylar birbirini kovalalar ve çiçek acaba "Su beni seviyor mu?" diye düşünmeye başlar.
Çünkü su, pek ilgilenmez çiçekle... Halbuki çiçek, alışkın değildir böyle bir sevgiye ve dayanamaz.
Çiçek, suya "Seni seviyorum der. Su, "Ben de seni seviyorum" der. Aradan zaman geçer ve çiçek yine "Seni seviyorum" der. Su, yine "Ben de" der.
Çiçek, sabırlıdır. Bekler, bekler, bekler...
Artık öyle bir duruma gelir ki, çiçek koku saçamaz etrafa ve son kez suya "Seni seviyorum." der.
Su da ona "Söyledim ya ben de seni seviyorum." der ve gün gelir çiçek yataklara düşer. Hastalanmıştır çiçek artık. Rengi solmuş, çehresi sararmıştır çiçeğin.
Yataklardadır artık çiçek. Su da başında bekler çiçeğin, yardımcı olmak için sevdiğine...
Bellidir ki artık çiçek ölecektir ve son kez zorlukla başını döndürerek çiçek, suya der ki; "Seni ben, gerçekten seviyorum." Çok hüzünlenir su bu durum karşısında ve son çare olarak bir doktor çağırır nedir sorun diye... Doktor gelir ve muayene eder çiçeği. Sonra şöyle der doktor: "Hastanın durumu ümitsiz artık elimizden birşey gelmez."
Su, merak eder, sevgilisinin ölümüne sebep olan hastalık nedir diye ve sorar doktora.
Doktor, şöyle bir bakar suya ve der ki: "Çiçeğin bir hastalığı yok dostum...
Bu çiçek sadece susuz kalmış, ölümü onun için" der.
Ve anlamıştır artık su, sevgiliye sadece
"Seni seviyorum" demek yetmemektedir...
Burcu Kılınç
*
KARŞILIKSIZ SEVMEK
Hiç beklentisiz sevdiniz mi? Yani "Bugün telefon etmedi" demeden, "Şu an nerede acaba?" diye kendi kendinizi yemeden, "Yaş günümü hatırlayacak mı acaba?" diye bir beklenti içine girmeden, sevdiniz mi hiç?
"Bitecekse biter, bunu ben değiştiremem, beni sevmeyi bırakmasını değiştiremeyeceğim gibi..." diye düşündünüz mü ?
Hiç beklemeden çalan bir kapıda, onu karşınız da görmek ne güzeldir bilir misiniz? Beklemediğiniz bir anda hediye almak en sevdiğinizden... Ve beklemeden gelen bir "seni seviyorum" mesajının tadına varabildiniz mi hiç? Siz istediğiniz için değil, o istiyor diye yapıldı mı tüm bunlar? Ve beklentisiz sevmenin tadına bakabildiniz mi hiç?
"Bugün beni hatırlamadı" yerine "Hiç beklemiyordum, senin geleceğini" diyebilmek ne güzeldir oysa...
Beklentisiz sevin...
Ben, beklentisiz seviyorum...
"Niye aranmadım" diye düşünüp kendini kendinizi yiyeceğinize, hiç beklenmedik bir "Seni özledim" mesajı ile aşkı yakalayın...
Beklentisiz sevin...
Ben, beklentisiz seviyorum...
O, sizin sevgiliniz olduğu için değil.Onu sevdiğiniz, onun da sizi sevdiği için sevin...
Sevgiye karışan "beklenti" denen illeti hemen silin sevginin ak sayfalarından...
Göreceksiniz ki, o zaman aşk, başka bir güzel...
Göreceksiniz ki, o zaman sevgili, daha bir romantik...
Göreceksiniz ki, o zaman sevmek ve sevilmenin damaklarda bıraktığı tat, harikulade bir yiyeceğin tadı gibi, beklenti zehrine karışmadan bir başka etkiliyor insanın yüreğini
Ben, beklentisiz seviyorum...
Onun nerede olduğunu merak etmiyorum..."Beni bugün neden aramadı" diye geçirmiyorum içimden, aramadığı zamanlarda...
Geleceğe dair hayallerim de yok zaten...
Ben, sevgiyi yaşıyorum...
Onun yanımda olduğu anlar o kadar değerli, o kadar kıymetli ki...
Gerçekleşmemiş ve gerçekleşmeyecek beklentilerle mahvetmiyorum o anları...
Beklentisiz seviyoruz...
Sevdiğimiz için seviyoruz...
Hayalsiz, geleceksiz, beklentisiz... Anlık seviyoruz...
Deneyin... Beklentisiz, sevmeyi deneyin bir gün...
Beklentilerle boğduğunuz aşklarınıza acıyacaksınız
Kuşadalı Belm@
Hayat Yanınızda Olsun
*
DOĞRU SÖZE NE DENİR!
Merhabalar Sayın Devrim,
Bugün öyle bir haber okudum ki tüylerim diken diken oldu ve sizin geçenlerde Vizontele vasıtası ile değindiğiniz Türk misafirperverliği, hoşgörüsü geldi aklıma.Belki ne alaka diyeceksiniz ama haber aşağıda NTVMSNBC'den Adnan Bostancıoglu yazmış kullandığı kelime ve tarzına dikkat çekmek istiyorum..
Romen’e ders
Ödül töreninden hafızalarımızda kalan hoş enstantanelerden biri de şu Çavuşesku artığı Romen’e bir kez daha gereken dersin verilmesiydi. Lucescu’ya karşı çok yerinde bir davranışla “Ya boyun eğ, ya terk et” kampanyası açan spor/yemek/caz/tiyatro/trafik vb. yazarımızın oylama esnasında salonu terketmesi, ülkesini seven her milliyetçi Türk vatandaşı için gurur vesilesi oldu. Çok iyi oldu.
Umut ediyoruz ki, bu protesto, tören salonunu dolduran devlet erkanı için de uyarıcı olmuştur. Bir süredir savsaklanmakta olan, Romen’in çalışma izninin iptal edilerek sınırdışı edilmesi işlemleri bir an önce başlatılır. Hem bizbize kalırız (ne güzel!) hem de uluslararası futbol kamuoyu Türklerin “korkak futbol”a tahammülü olmadığını anlamış olur. İyi olur iyi...
Allah büyük jürileri başımızdan eksik etmesin. Nice ödüllere, nice törenlere efendim...
İşte haber; siz bu konuda ne düşünüyorsunuz? Aynı şekilde yabancı basında Türk futbolcusu ya da teknikadamı hakkında bu tarzda bir yazı okusanız tepkiniz ne olurdu?
Saygılar..
Kevser Karacan Bahar
*
CANLI FIKRALAR ÜLKESİ
Sevgili Serdar Bey,
Sobadan zehirlenmeyle ilgili yazınızı okuyunca Avusturya'dan bir tercüman dostumun anlattığı bir olayı anımsadım. Bir Türk karı-koca mantar zehirlenmesinden hastahaneye kaldırılıp tedavi edildikten sonra taburcu olup evlerine dönmüşler.
Aynı gece yeniden aynı teşhisle hastaneye getirildiklerinde doktor “Nasıl oldu da zehirli mantardan tekrar yedınız?” diye sormuş.
Cevap: “Biz o mantarları yemedik, suyuna ekmek bandık!”
Saygılar,
Levent Öz
*
TANRI ERKEĞİ KORUSUN
Sevgili Serdar,
son günlerde çok moda olan, internette hemen her gazetede konu olan metroseksüel, entelseksüel yazılarını okudum ve onun üzerine yetişkin erkekler hakkında yazmaya karar verdim.
Amerika kıtasında bir ülkede yaşıyoruz. Burada, ilk çucuğuna hamile kadınlar için yapılan bir tür kutlama olan babyshower’a gittim, bir davet üzerine. Doğan olarak gelenler evli kadınlardı. Sohbet başlayınca, hanımlardan biri kocasını jölesiz görmeye tahammül edemediğini, bu yüzden eşine, duştan çıktıktan sonra, daha banyodayken saçına jöle sürmesini sıkı sıkı tembihlediğini söyledi ve bastı kahkahayı.
Bunun üzerine bir diğeri giyimine çok düşkün olduğunu, hep marka giydiğini söyleyerek eşinin, çok istemesine rağmen yıllardır pahalı bulduğu için ne Wonderland’a ne de Marinland’e gidemediklerini söyledi.
Çayından bir yudum alan bir başka hanım ise eşinin çok uzun boylu olduğunu (1.97) bu yüzden zayıf olunca kötü göründüğünü, eşinin hafif toplu halinden hoşlandığını, bu yüzden yıllardır eşinin futbol oynamasına izin vermediğini gururla anlattı.
Babyshower bitip de eve geloiğimde yaşadığım travmanın etkilerini azaltmak için önce duş yaptım, sonra bir kahve yaptım kendime, elime Doğan Cüceloğlu’nun ‘Yetişkin Çocuk’ adlı kitabını tekrar aldım. Bu vesileyle, aman kızlar, diyorum, kendinize sevgili, koca, erkek arkadaş seçerken, bakın da entelseksüel, metroseksüel olsun da böyle yetişkin, anlamsız bir erkek çıkmasın sonra...
Sevgiler,
Nazlı U.
*
TAKSİCİLER
Arzu, e-postasında, “Haftanın beş günü taksiye binmek zorundayım, diyordu, artık neye, ne zaman kızacaklarını biliyorum, yaptıkları iş çok stresli, müşteriler de damarlarına basıyordur mutlaka ama...”
Arzu asıl, taksi şoförlerinin arabada müşteri varken bangır bangır müzik dinlemesine takmış haklı olarak, ineceği yeri, döneceği yolu şoföre duyuramamaktan, sonra da “son dakikada söyledi” diye terslenmekten şikayet ediyor.
Bir de, kestirmeden gideceğim diye karanlık yollara dalan bir taksideki kadın yolcuların aklından geçen kötü ihtimallerden ve korkularından...
*
YİNE DE GÜZELDİR, BAHAR, İSTANBUL’UN SESİ...
Bahar Kapu
Merhaba Serdar Bey,
Bugün sizi uzun zamandır okumadığımı farkettim. Nereden aklıma geldiğini anlatmak istiyorum:
Çok sık ilçesinden dışarı çıkmayan ve toplu taşıma araçlarını pek kullanmayan bir Kadıköylü olarak bir işim için Avrupa yakasına geçtim. Sabah Bostancı’dan deniz otobüsüyle Yenikapı, oradan Beyazıt, sonra da Karaköy… Karaköy’den Kadıköy’e vapurla geçmeye karar verdim. Şu anda vapurda, açık kısımdayım. İşte bu an, İstanbul’a bakıp derin derin düşünürken bunları kiminle paylaşsam dedim, çıkardım çantamdan kağıdımı, kalemimi, etrafımdaki meraklı gözlerin arasında harıl harıl size yazıyorum. Neden siz? İstanbul hakkında, daha önceki yazılarınızdan etkilenmiş ve aklımın bir kenarına sizi yazmış olabilirim, emin değilim.
Karşımda bir çift var, turistler, eski doğu bloku ülkelerinden birinden geldikleri her hallerinden ve dillerinden belli. Biraz önce kadın elindeki simitin büyük bir kısmını martılarla paylaştı. Simiti koparıp havaya atıyor, martıların pike yaparak onları kapmalarını büyük bir heyecan içerisinde mutlulukla izliyorlardı. Her ikisinin de gözlerinde umut dolu bir ışık ve dudaklarında sürekli tatlı bir gülümseme var. Kim bilir, belki buradan topladıkları birkaç parça çulu çaputu götürüp memleketlerinde satacak ve biraz kazanç sağlayacaklardır, belki de sadece gezmeye gelmişlerdir, bilemiyorum. Ama bildiğim şu ki, etrafımda oturan kendi insanlarımın gözlerine baktığımda hiçbir ışık göremiyorum. Yaşlıca olanlarda garip bir hüzün, genç gözlerde ise büyük bir umutsuzluk görülüyor sadece. Tebessüm ise hiç kimsede yok.Hepsinin ellerinde birer sigara, tüttürüyorlar derin derin. Şu an gözüm yerde, vapurun tahta döşemeleri çürük çarık, basmaya korkuyor insan, tavana kaldırdım başımı, yanlara çevirdim, heryer pas ve kir içinde. İnince bakacağım vapurun adına (unutmazsam tabii). Aa, karşıda Samsun’u görüyorum, küçükken bana devasa görünen, tertemiz, bembeyaz Samsun da yaşlanmış be. Herşey bana mı eski, kirli, yıpranmış görünüyor, Avrupa’yı gördükten sonra mı böyle oldum diyorum ama değil. Memleketimiz o kadar bakımsız ve muhtaç kaldı ki, ceplerimiz o kadar çok soyuldu, o kadar kandırıldık ve kullanıldık ki bu kadar eskimemiz, kirlenmemiz az bile, dayanıklıymışız vallahi.
Bu açık bölümde 23 kişi var şu anda, beraber oturan iki genç delikanlı ve o iki turistten başka kimse tek kelime konuşmuyor. O da ne, vapurun ucundaki Türk bayrağı paramparça, inanamıyorum, püskül püskül olmuş, sırılsıklam, korkunç bir görüntü, tüylerim ürperiyor. Sahip olduğumuz tüm değerleri hızla yitiriyoruz, kanımızla boyadığımız bayrağa bile saygımız kalmamış, yazıklar olsun.
Yazmaya biraz ara verdim, moralim bozuldu. Şimdi Haydarpaşa’ya yaklaşıyoruz. Daha yaklaşmadan pıtır pıtır atlamaya başladılar bile iskeleye. Biz Yunan’ı denize döktük diye övüneduralım, aslında denize dökülmeye merakı olan bizleriz.
Kadıköy rıhtımındaki binalara bakıyorum.Ne kadar da korkunç görünüyorlar. En nezih ilçelerimizden dediğimiz Kadıköy. Buna da şükür diyorum, hiç değilse büyükşehir belediyesinin onca uğraşına rağmen diğer yerlere nispeten yine de temiz ve düzenli kalmayı başardık. Seviyoruz Selami Amca’yı.
İskeleye yanaştık, ben daha kağıdı kalemi bırakıp aşağı inmedim, amca daha tahta bağlantıları koymamış, millet çoktan minibüslere ulaşmış.
Çalıştığım şirkete geldim nihayet, bu arada vapurdan indiğimde ismine bakmayı unuttum. Hey gidi vapurlar, şairlerin en güzel dizelerini süslemiş, İstanbul’un en büyük aşklarına şahit olmuş, milyonlarca insan taşımış yaşlı vapurlarımız. Fakat iskelenin yanındaki tiyaro binasının da vapurlardan çok bir farkı yoktu doğrusu. En temiz ve güzel semtlerimizdeki binalarımızda bile çirkinlik yaratan bir dış cephe sorunu var. Bugüne kadar kimseden buna dair bir çözüm işitmedim, benim cahilliğim midir acaba? Yeni yapılmış bir bina görüyorum, birkaç ay sonra yağmur sularının izleri, is lekeleri vs ile korkunç bir hal almış oluyor.
Dün akşam Star’da belediye başkan adayları vardı, AKP’ninki hariç. Hiçbiri de tatminkar tek bir cümle sarfetmedi, herhangi bir sorun için ilginç ve mantıklı bir çözümden bahsetmedi. Biri komik ilkokul resimleri çizmiş, kaldırıp kaldırıp proje diye gösteriyo, öteki bilmemkaç yüz bin konut yapacakmış, beriki daha İstanbul lehçesi konuşamıyor ki İstanbul’a belediye başkanı olsun, bir diğeri... Yani anlayacağınız vahim durumdayız da... Bu memlekette bu kadar mı beyin göçü oldu be kardeşim, bir tane de şöyle aklı başında, tuttuğunu koparan, çalışkan, iyi derecede organizasyon ve idare yeteneği olan, dağı bağa çevirecek bir adam çıkmıyor. Bir tanesi de çıksın da hiç değilse şu iğrenç dükkan kepenklerine Çünkü daha büyük sorunlar zaten çözülebilecek gibi grafiti yapalım bari desin görünmüyor.
Her neyse ben vaktinizi daha fazla almadan bitireyim. Yatılı okuldayken, akşam yatağıma girdiğimde vapurların ve martıların seslerini duyardım, kendi kendime : “İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı” derdim, içime bir huzur dolardı. Aradan çok değil, 13 yıl geçti, şimdi en son duymak istediğim şey İstanbul’un sesi, ne acı.
Sağlıklı günler dilerim.
*
E GÜZEL !
Caner Can soruyor:
“Türkiye’nin en uzun süren inşaatı hangisidir?” diye.
Cevabı veriyor kendisi:
“Bu soruyu Murathan Mungan’dan aldım. Cevap: Ajda Pekkan!