Paylaş
Damda güvercinler koyu muhabbet eden birkaç iyi adamın selamını alarak güne başlarsınız Mardin’de. Bir taraftan güvercinlerin iyi haber getireceği umudu diğer tarafta taş duvarlardaki bülbüllerin, sümbüllerin, karanfillerin her an canlanacaklarmış gibi uyandırdığı his. Mardin sokaklarında, çeşit çeşit bezemelerle süslü pencereler ve kapılar geçmiş zaman içinde kimin öyküsünü anlatıyor acaba? Kim bilir?
Kalker taşından yapılmış evler gün ışığı altında safran sarısından kızıla bürünüyor. Mezopotamya ovasına açılan bu evler hoşgörünün temsili olarak güneyden ışığını alıyor. Bir ev diğer evin ışını kesmiyor, suyunu kirletmiyor, havasını kesmiyor. Yazılı olmasa da kuşaktan kuşağa aktarılan insancıl ilkelerle ince ve narin bir ruh haliyle inşa edilmiş safran sarısı evler. Öyle bir ruh haliyle inşa edilmiş bu binaların oluşturduğu dar sokaklarda gezerken, modern dünyanın o boşluk hissinden kurtulmamak elde değil. İlmek ilmek işlenen, binlerce yıla tanıklık etmiş duvarlara, taşlara dokunursunuz Mardin’de. Bu duvarlar arasında gezinirken yorulacak, yorgunluğunuzu, bir taraftan size efsaneler fısıldayan dar sokaklar diğer taraftan Mezopotamya’nın güneş gözlü çocuklarıyla iç içe geçireceksiniz.
Mardin görünürde küçük ama her sokağından geçmek, her taşına dokunmak isterken bir an kaybolduğunuzu düşündürtecek kadar ruhunuzda uçsuz bucaksız bir derya hissi uyandıracak kadar derin. O kaybolma hissi ile yıllar öncesinden kulağınıza çalınmış Şahmeran Efsanesini tekrar duyar gibi olacaksınız. Ama bu sefer anlatan anneniz değil konuşan taş duvarlar.
Abbaralardan geçerken, üzerinde kurulan taş evlere dikkatinizi her zamankinden daha fazla verin. Bir an ağır ağır bir demir kapı açılır ve kapının ardındaki avludan sonu olmayan bir sinema filmi içinde ölümsüz bir sevda masalı dinleyebilirsiniz. Hüzün ve sevinci aynı anda yaşatır Mardin. Ulu Camii de şuhu içinde eda edenlerin ruhunuzda yaratacağı manevi coşku ya da Kasımiye Medresesine gidip çeşmesinden buz gibi suyu içtiğinizde; “Acaba bu suyu ben gibi kaç kişi tattı” dediğinizde hissedeceğiniz tatlı hüzün.
Mardin’de yaşam çok farklı renkleri içinde barındıran bir döngüdür. Size tüm bu güzel duyguları tattırırken diğer taraftan size, sizden şikayetini sessiz çığlıklar eşliğinde iletmek için çaba sarf eder. Gecem gerdanlık gibidir ama yeni Mardin olarak adlandırdığınız mekanlardaki uzun bina mezarlıkları gerdanımda gıdı gibi görünüyor diyor. Popüler kültür dediğiniz zırvalıklar, tabelalar, antenler denen anlamsız görüntülerle asırlık taşlardaki hat sanatının inceliklerine hakaret eder gibi. Sevmiyorum diyor Mardin.
Ya o televizyon dizileri. Ve o dizilerdeki, sanki Mardin hep ağalarla ağaların kana susamış yaşam biçimleriyle hayat buluyormuş gibi. Külliyen yalan diyor. Ben kana gözyaşına boğulmuş bir görüntüyle değil, kendi tarihiyle harmanladığı sevgiyle anılmak istiyorum. Benim adım aşk diyor Mardin.
Farklı dinlerden, farklı milletlerden insanları yüreğimde barındırırım. Tıpkı Kürtler, Araplar, Süryaniler, Yezidiler gibi. Kilise, camii, manastır üçlüsünü aynı anda selamladığım gibi. Hem dinlerin hem de dillerin kentiyim, Mezopotamya’nın kuzeye açılan penceresiyim diyor. Daha ne desin Mardin…
Fotoğraflar: Yelda Baler
Paylaş