Paylaş
Otelin önünde beni kent merkezine götürecek aracı beklerken, faytonlar resmigeçit yapıyor önümde. Sürücüleri ısrarla binmemi istiyor. Ben de onlara araç beklediğimi anlatmaya çalışıyorum dilimin döndüğünce, ama derdimi dinleyen yok! İlle de içlerinden biri alıp götürecek beni, Karnak’a dek; eprimiş, yer yer yırtılmış meşin koltukta araba sefası süreceğim. Siz, ünlü romana atıfla ‘Araba Sevdası’ da diyebilirsiniz buna. Eski Mısır’da soylular tahtırevanla gezerlermiş, arabalar yalnızca savaşta kullanıldıkları için. Şimdi durum başka… Ne ata, ne eşeğe, ne de arabaya biniyoruz. Varsa yoksa otomobil! Ama motorun gücünü beygirin çekim gücüyle ölçüyoruz halâ.
Sonunda dayanamadım, bindim tek atlı bir faytona. Tekerlekleri derme çatma, atı cılız ve yaşlı, sürücüsü bütün fellahlar gibi güler yüzlüydü. Toprak yol boyunca ilerledik. Nil’in suladığı yemyeşil tarlaların içinden geçen asfalt yola çıktık sonra. Tek tük kerpiç evlerin dışında fazla bir yaşam belirtisi yoktu. Ama hız vardı. Arabalar solluyorlardı bizi. Son model cipler de dahil tüm araçlar tozu dumana katıyordu. Eski Mısır’ın tahterevanla gezen soylularından farksızdılar. Aralarında ‘omuzu kalabalıklar’, yani subaylar da vardı ama sefa sürdüğüm faytona aldıran yoktu. Geçmişte kalan günlerin o taşra kentindeki gibi çocuklar asılmıyordu arkamıza, arabacı da kırbacı atın sırtında şaklatmıyordu. Bir yalelli tutturmuş, yağlı müşterisini Karnak’a dek götürmenin sevincini yaşıyordu kendince.
Onun türküsüne eşlik etmek geldi içimden. Ve aklıma ‘Niksar’ın Fidanları’ düştü. “Niksar’ın fidanları yar yar yar yandım/ Koyverin gidenleri şinanay yavrum şinanay nay”. Bıraksalar, karşı dağlardaki mezarlara ve içlerinde yatan ölülere inat zil takıp oynayacaktım. Derken, o hızla, bir başka türkü daha düşmesin mi aklıma! “Karşıki dağlar cenderme cenderme”. Aslında dağ falan da yoktu karşıda, jandarmalar hiç yoktu. Nil’in öte yakasında, güneşte yanıp kavrulan sarp kayalar vardı sadece. Ve kayaların içinde ölü firavunlar. Ziyaretlerine ertesi gün gidecektim. Yol uzun, hava sıcak, can tatlı, hayat güzeldi. Nil’in öte yakasında yatan ölüleri, gidip de dönmeyenleri, o türküdeki gibi ‘koyverdiklerimizi’ düşünmek istemiyordum. Ne var ki ertesi gün, firavunlar vadisi dönüşünde yakama yapışacaktı ölüm dürtüsü. Dürtüsü de değil, düşüncesi. Hatta saplantısı.
Yorgundum ama gördüklerimi unutamıyordum
‘Krallar Vadisi’ denilen, kayaların içine oyulmuş firavun mezarlarının bulunduğu o müthiş yerden dönüşte gözümü uyku tutmadı. Oysa günün ilk ışıklarıyla yola çıkmış, bir süre sonra kiraladığım taksiden inerek akşama dek çölde, sarp kayaların yamaçlarında, bir mezardan ötekine mekik dokumuştum. Yorgundum. Ama gördüklerimi unutamıyordum bir türlü. Ayağa kalkmış, dilleri bir karış dışarda yürüyen timsahlar, cennetin kapısında bekleyen maymunlar, çift başlı, insan ayaklı, kendi kuyruğunu yutan yılanlar hayvan suretindeki tanrılarla sarmaş dolaştılar duvar resimlerinde. Kol kola girmiş, “Koyverin gidenleri” diye haykırarak horon tepiyorlardı.
Şahin başlı, çakal bakışlı, karakaşlıydılar. Akbabalarla boğalar da vardı içlerinde. Hathor’un boynuzları arasında güneş kıpkırmızıydı. Horus’un kolları uzun, elleri uzun, parmakları uzun, gagası kısa ve sivriydi. Laciverte çalıyordu kanatları. Anubis, ağzına yumulmuş ruhunu çıkarıyordu bir firavunun. O firavun da gerçekte Amon-Re’nin tahtına kurulmuş oğlu, onda cisim bulmuş haliydi. Hükümdarlarla tanrılar el eleydiler, kim nerede kime hükmediyor pek belli değildi. Çünkü hepsi birden sürekli bir dönüşüm halindeydiler. Ve ölümlüydüler. Hiçlikte değil varlık da yaşıyorlardı, onun bir parçasıydılar. Ölümlüydüler evet, ama yeniden dirileceklerdi; doğa, her sabah öteki dünyadaki yolculuğunu tamamlayıp ufukta yükselen güneşin ışınlarıyla canlanacak, evren karmaşa ve karanlıktan kurtulup düzene kavuşacaktı.
Khepri adıyla doğan, öğle sıcağında Re’ye dönüşüp hayat bahşeden, akşam batmadan önce Atum’da karar kılan güneş, tanrıların bu en yücesi, yorgun argın ve yaşlanmış olarak giriyordu Osiris’in ülkesine, karanlık ve sessizliğin içinde yoluna devam ediyordu, ufukta yeniden canlanıp doğmadan önce. Dönüşümsel bir devinim halindeydi tanrılarla krallar ve sarı, mavi, yeşil, kırmızı, beyaz renkler havada uçuşuyordu. Tapınaklarla mezarların duvarlarında rengârenkti eski Mısır mitolojisi. Ama ölüm karanlıktı. Osiris günah ve sevapları tarttığı terazisiyle sessiz ve dipsiz bir uçurumun önünde bekliyordu. “Şinanay yavrum şinanay nay” diyerek göbek atacak bir durum yoktu anlayacağınız.
Tapınak duvarlarındaki resimlerde hükümdarlarla tanrılar el ele. Kim kime hükmediyor pek belli değil. Çünkü hepsi birden sürekli bir dönüşüm halinde. Ve ölümlüydüler. Hiçlikte değil varlık da yaşıyorlardı, onun bir parçasıydılar. Ölümlüydüler evet, ama yeniden dirileceklerdi. Yürüyen timsahlar, cennetin kapısında bekleyen maymunlar, çift başlı, insan ayaklı, kendi kuyruğunu yutan yılanlar… Krallarla hayvan suretindeki tanrılar kol kola girmiş, “Koyverin gidenleri” diye haykırarak horon tepiyorlardı sanki.
Paylaş