Paylaş
Clairmont-Ferrand, Fransa’nın Auvergniat bölgesinde, sönmüş yanardağlarla çevrili, lav artığından inşa edilmiş kara yapıları, kara duvarları, kışın karlı tepeleriyle kara bir kent. Ülkenin neredeyse tüm bölgelerini kapsayan hızlı tren ağının dışında, ulaşımı görece zor bir yerleşim merkezi. Paris’ten direkt tren var ama yol neredeyse dört saat sürüyor.
Mimari dokusu kendine özgü bir kent Clairmont-Ferrand. XIII. yüzyıldan kalma, iki kulesiyle gökyüzüne tırmanan görkemli katedrali de dahil her şeyi kara. Çevrede sönmüş yanardağlar var çünkü, onların püskürttüğü lavlardan oluşan kara taşlar hemen her yerde kullanılmış. Yapraklarını dökmüş ağaçların dalları arasından bir görünüp bir yiten güneşte, sokaklarında dolaşmanın hüznü de bir başka oluyor. Kent merkezindeki inişli çıkışlı sokaklar bomboş; pırıl pırıl, fabrikadan yeni çıkmış izlenimi uyandıran kırmızı tramvay da... İyi ki var bu tramvay, kırmızı çatılarla birlikte karanın egemenliğini dengeleyen yemyeşil tepeler de mevsimin sarı, kahverengi, kızıla çalan renklerine bürünmüş. Karacoğlan’ın Çukurova için söylediği gibi “Bayramlıklarını giyinmiş”, seyredeni büyülüyorlar.
Hava soğuk ama güneşli. Balkonlarda hiç kimse yok. Sokaklarda da... Perdeler çekili, kapılar kapalı. Pazar gününün ıssızlığında kent soluk alıp vermiyor, sanki yaşamıyor gibi. Jaude Alanı’ndaki at binmiş, kılıç kuşanmış, başındaki çift boynuzlu miğferiyle Roma lejyonerlerine hâlâ meydan okuyan Vercingetorix’in heykeli gibi havada donup kalmışlar sanki. Fransa’nın ulusal kahramanı, Gergovie’de Roma İmparatoru Sezar’ı yenmenin coşkusunu yaşıyor. Gururlu ve kendinden emin. Fransızların ataları sayılan Gaulois’ların lideri Alesia’da uğrayacağı yenilginin ardından tutsak alınıp zindana atılacağını ve ülkesi Roma egemenliğine girdikten sonra boğularak öldürüleceğini bilmiyor daha. Böyle güçlü, heybetli, mağrur duruşu ondan.
Fransa’nın Latinleşmesi buradan başladı
Ortalıkta kimseler yok evet, oysa varoşlarıyla birlikte nüfusu 500 bine yaklaşan bir kent Clairmont-Ferrand. Ünlü Michelin lastikleri burada üretiliyor, eski zamanlarda Gaulois savaşçılarının kuşandıkları tunç ve demirden silahların üretildiği gibi. Kabile yapılanması sonucu uygarlığın eşiğine adım atabilen Gaulois’lar volkanların ateş ve lav püskürttüğü bu bölgede yaşıyor, avlanıyor, toprağı ekip biçiyor, sakin bir yaşam sürüyorlardı. Arada bir yer sarsılıp depremler yıkımlara yol açsa da... Ama asıl deprem, Gaulois’ların bu sakin yaşamına son veren asıl büyük sarsıntı, Sezar’ın bu bölgeyi işgal edip Roma İmparatorluğu’na katmasıyla gerçekleşti. Ve ahşap kulübelerin yerini bahçe içinde, havuzlu villalar, taş sütunlu tapınaklar, hamamlar, mermer heykellerle su kemerleri, tümü de Roma’ya çıkan yollar aldı. Fransa’nın Latinleşme süreci buradan başladı.
Edebiyat otelinde konaklamak
Katedralin içi kentin sokaklarından, hatta Jaude Alanı’ndan daha kalabalıktı. Ve vitraylardan süzülen ışıkta döşemenin kara taşları renklerinden arınmış gibi duruyordu. Orgun kapattığı eski freskleri göremedim ne yazık ki ama vitraylardaki figürlerle şapelleri süsleyen heykellerin önünden de uzun süre ayrılamadım. Otele dönüp adı bu kentle özdeşleşmiş yazarın, Alexandre Vialatte’ın bir kitabına daldım. Kitaba değil yazarın dünyasına daldım desem daha doğru olacak. Çünkü bugüne dek hiçbir ülkede, kültür merkezi olduklarını iddia eden büyük kentlerde bile görmediğim bir uygulamaya ev sahipliği yapıyordu kaldığım otel. Fransa’da sayıları pek de fazla olmayan ‘edebiyat otelleri’ndendi. Her katında Vialatte’tan bir iz, bir eşya ya da afiş sergileniyor, yazarın külliyatından oluşan bir kitaplık girişte okurları bekliyordu. Bu uygulama sayesinde, Kafka’yı Fransa’da tanıtan önemli bir çevirmenle tanışmadım yalnızca, kıyıda kalmış, başkent Paris’in edebiyat çevrelerinden uzak, burada, bu ‘kara kent’te yaşadığı için unutulmuş bir yazarın son derece ilginç dünyasını, yerel Montagne gazetesinde yayımlanan 900’den fazla yazısının her birinde öne çıkan eşsiz üslubunu da keşfettim. Bu tür edebiyat otellerinin ülkemizde de açılması dileğiyle...
Paylaş