Paylaş
Doğmasına doğdu ama serpilip gelişmesi, eski tarihine yakışır bir görünüm alması için de aradan uzun yıllar geçmesi gerekti. Bu arada, savaş ertesinde kurulan komünist rejim sayesinde ( ya da yüzünden) sıvası dökülmüş duvarları, dar pencereleri ve ıssız avlularıyla toplu konutlar, bir örnek beton yapılar kapladı ortalığı. Derken, komünizmin çöküşüyle birlikte, serbest piyasa ekonomisinin gereği olarak, peş peşe gökdelenler yükselmeye başladı. Artık onlar hâkim manzaraya.
Varşova’nın merkezindeki otelimin yirmi birinci katından gökdelenlerle çevrili, yayaların altından tramvayların üstünden gelip geçtikleri bir alan görüyorum. Odamın duvarında bu alanın savaşın hemen ertesinde çekilmiş siyah-beyaz bir fotoğrafı asılı. Tramvaylar ve yayalar görünürde yok, alanın çevresindeyse yıkıntılardan bir orman, bir zamanlar içlerinde insanların yaşadığı, iskeleti kalmış harap yapılar var. İşte bu yapıların tam da orta yerine dikildi Stalin’in hediyesi piramit. Evet penceremden bakınca, benzerlerini Moskova’dan tanıdığım ‘Yedi Kızkardeşler’in sekizincisi burada, Varşova’nın orta yerinde sisin içinden sıyrılıyor.
Stalin savaştan sonra Polonya’nın yalnızca yönetimine değil Varşova’nın mimarisine de el koydu. Ve belki de, ‘Katyn ormanında’ ülkenin en değerli subaylarını katletmenin yol açtığı suçluluk duygusuyla, Polonya halkının savaş boyunca çektiği acıların karşılığı olarak, bir gökdelen hediye etti başkente… 1952-1955 yıllarında, zamanın teknolojisine göre çok kısa denilebilecek bir sürede ve tam 3500 Sovyet işçisi tarafından inşa edilen Palac Kultury i Nauki (Kültür ve Bilim Sarayı) böylece kentin simgesine dönüştü. Bu işçilerin on üçünün piramidin inşası sırasında, tıpkı eski Mısır’da olduğu gibi, yorgunluktan ya da kaza sonucu öldüğünü de belirtmeliyim.
Bugün halâ, 231 metre boyu, 3288 odası, 817.000 metre küp hacmi, 3.3 hektar alanı ve 42 katıyla yalnızca Varşova’nın değil, Avrupa’nın en yüksek yapıları arasında yer alıyor. İçinde ne mi var? Eğer sayılar bir fikir verecek, gerçeği ifade edecekse söyleyeyim: Sinema ve tiyatrolar kongre merkezleriyle müzeler, lokantalar, kafeler, bir özel üniversite (Collegium Civitas) ve bir yüzme havuzuyla Polonya Bilimler Akademisi Merkezi.
Bu devasa yapının estetik açıdan güzel olup olmadığı tartışma konusu ama sosyalist gerçekçi mimarinin en yetkin örneklerinden biri olduğu kesin. Varşova’nın en güzel manzarasına sahip olduğu da bir gerçek, çünkü kent sakinlerine bakılırsa, bu ‘acube’nin görünmediği tek yer bizzat kendisi. Yirminci yüzyılın sonlarında sivri kulesine çok büyük bir saat yerleştirilmiş, istatistiklere göre dünyanın bu en yüksek saati geçen zamanı anımsatıyor.
Yani yıkımları, çekilen acıları ve pek az da sürse insanlığın mutlu anlarını. Yirmi birinci kattaki penceremden saate bakıp Marcel Proust gibi kayıp zamanın peşine düşmek istemiyorum. Gençlik yıllarımda inandığımız, özlemini duyduğumuz, ülkemizde de gerçekleşmesi için eylem yaptığımız ya da sabahlara dek meyhane ve kahvelerde tartıştığımız komünizm bir zaman kaybı mıydı? Gençlik enerjimizi mi çalmışlardı Marx ile Lenin? Bu sorunun yanıtını araştırmak gelmiyor içimden. Bir zamanlar komünist rejimle yönetilmiş bir ülkenin başkentinde, o rejimin simgesi gökdelenin karşısında, geleceği düşünmek istiyorum, geçmişi değil.
Harcında aşk var
Ve otelden çıkarak kendimi, Vistül Nehri’ne tepeden bakan eski ama yeni kentin dar sokaklarına atıyorum.Bir zamanlar Varşova’da elçi olarak bulunmuş Yahya Kemâl İstanbul için yazdığı gibi bu kent için de “Sana dün bir tepeden baktım aziz Varşova” diye başlayan bir şiir yazar mıydı? Yazmazdı sanırım. Çünkü üstat 1927 de burada kaleme aldığı ‘Kar Musikileri’ adlı şiirinde ‘Bir erganun âhengi yayılmakta derinden / Duydumsa da zevk almadım islâv kederinden / Zihnim bu şehirden, bu devirden çok uzakta / Tanbûri Cemil Bey çalıyor eski plâkta’ diyordu. Ve bir an önce İstanbul’a dönebilmek özlemiyle yanıp tutuşuyordu. Oysa Varşova’da tambur sesi duyulmasa da Chopin’in ezgileri peşinizi bırakmıyor. İslâv kederini de içeren, alıp götüren bir özlem duygusuna yol açıyor. Eski kentin sokaklarında dolaşırken belleğin, eski günlerin labirentinde de dolaşabilirsiniz, çıkmaz sokaklara sapmamak şartıyla.
Efsaneye göre Baltık Denizi’nden Vestül’ün kıyılarına dek gelen denizkızının kurduğu Varşova, onun heykelindeki gibi kılıç kuşanmış değil artık. Korunmaya da gereksinimi yok. Çünkü Avrupa Birliği’ne üye bir ülkenin başkenti! Avrupa başkentleri arasında tarih sahnesine biraz geç çıkmış da olsa, tarihin getirdiği yıkımlardan fazlasıyla payını almış. İki kez haritadan silinip İkinci Dünya Savaşı’nda yer ile yeksan olmuş. Ama Anka kuşu gibi küllerinden doğmuş her seferinde. Çünkü efsaneye bakılırsa, harcında gözyaşı ve kan değil aşk var. Denizkızı buraya dek gelip karaya çıktığında Wars ve Sawa adında birbirine âşık iki gence rastlamış. Irmağa bakan bir kent kurmalarını, bu kenti bizzat kendisinin koruyacağını söylemiş onlara. Ve gençler birleşip Warsawa olmuşlar, sonsuza dek ayrılmamak üzere. Denizkızı Varşova’yı Nazi zulmünden ve Stalin’in hışmından koruyamamış belki, ama sonunda aşk kin ve nefretin, iyilik kötülüğün hakkından gelmiş, gelebilmiş.
Paylaş