Paylaş
Persepolis, Şahnâme’deki efsanevi hükümdarlardan en güçlüsüne atıfla Şiraz’ın 57 kilometre kuzeydoğusunda, Merdevşt Ovası’na hâkim kayalık bir tepenin (Kuh-i Rahmet) yamacına yerleşim alanı olarak değil, Ahameniş İmparatorluğu’nun tören mekânı olarak I. Darius tarafından kurulmuş. Tarihi İÖ 518’e dek gidiyor. Sit alanının içinde saraylar ve kralların harem daireleri de var ama Persepolis’in belli başlı yapıları kabul törenlerinde kullanılmak üzere tasarlanmış.
Yangın ve yıkımın, Büyük İskender’in İÖ 330’da kenti yağmalayıp hazinelerine el koyarak yakmasının ardından geriye I. Darius’un ve oğlu Kserkses ile torunu Artakserkses’in buyruklarını içeren tabletler, hatta duvarlara kazınmış çivi yazıları kalmış ama kabartmaların çok daha etkileyici, hatta şaşırtıcı olduğunu belirtmeliyim.
Bunlar genelde teşrifatçılar eşliğinde kabul törenlerine hediyeleriyle gelen yabancı heyetleri ve onları, ardında ayakta duran veliaht prensle kabul eden, tahtına heybetle kurulmuş kralı tasvir ediyorlar. Öylesine ilginç ayrıntılara sahipler ki, bir dizi film ya da çizgi roman örneği gözümüzün önünde resmigeçit yapan figürlerin çekimine kapılmamak elde değil. Asker ya da nöbetçilerin ellerinde mızrak, sırtlarında ok torbalarıyla dik duruşları, uzun ve kıvırcık sakalları, kulaklarında küpeleri ve başlarındaki külah ya da takkeleriyle soyluların kralı selamlayışları, Anadolu devletleri de dahil Pers İmparatorluğu’nun tam 32 eyaletinden gelen heyetlerin krala sundukları çeşitli hediyelerle hayvanlar ve bitkiler, özellikle de servi ve lotus figürleri bir değil bin bir öykü anlatıyor izleyene.
Merdivenlerden çıkıp ‘Tüm Uluslar Kapısı’ diye adlandırılan ve iki yanında kanatlı boğalar uçan kapıdan geçtikten sonra kabul sarayı Apadanaya yönelen heyetlerin arasında sivri külâhları, atları, halka ve kamalarıyla İskitler, bizim oralardan gelen Lidyalılar ve sepetleri altın eşyayla dolu İnduslular dikkat çekiyor. Gözden kaçmayan bir uyum var aralarında. Gerçekte şiddetin egemen olduğu bir çağdayız ama Persepolis’in kabartmalarında insanlar dost, kral zinde ve güçlü, devlete zeval veren yok. Yıkım ve savaş tasvirleri, zincire vurulmuş tutsaklar, yerde yuvarlanan kafalar da yok. Barış ve kardeşliğin, dayanışma ve anlaşmanın hüküm sürdüğü bir ülkedeyiz. Görünüşe bakılırsa herkes içinde bulunduğu konumun bilincinde ve mutlu! El ele tutuşanlar birbirleriyle dost ve uyumlu. Hatta sevecen. Bu figürlerin, bakmasını bilene, Pers İmparatorluğu’nun geniş coğrafyasında o döneme ait giyim kuşam, inanç ve yönetim tarzı, siyasal ve toplumsal durum hakkında ilk elden önemli bilgiler sunduğunu söyleyebiliriz.
Irmağını yitiren kent ya da dünyanın yarısı
Brüksel’in bir zamanlar liman olduğunu, sanayileşme sürecinde ırmağını gömerek deniz ve suyla ilişkisini kestiğini öğrenince çok şaşırmıştım. Oradan uzak bir coğrafyada kurulmuş Isfahan da, ırmağını büsbütün gömmemiş olsa bile, onu yitirmiş durumda. Kendine özgü mimarisiyle ‘Otuz Üç Kemerli Köprü’ başta olmak üzere kentin tüm köprülerinden aşağıya baktığınızda, kurumuş nehir yatağından başka bir şey göremiyorsunuz. Irmak denize ulaşamadan çölde kayıplara karışıyor, özellikle kış aylarında kentin ortasından akacak yerde, baraj işlevi de gören köprülerin dibindeki kuyulara birikiyor.
Isfahan’ın köprüleri de hem olmayan ırmağın iki yakasını birbirine bağlıyor hem de baraj işlevini yerine getiriyor. İçlerinden en ünlüsü Otuz Üç Kemer Köprüsü. Bu köprünün bir adı da Allahverdi... Aslında Allah vermemiş elbette, işçiler emek ve alın teriyle inşa etmişler onu, hatta Balkanlar’da olduğu gibi harcına kan da karışmış. Ama Şah Abbas’ın komutanlarından Allahverdi Han tarafından 1602 yılında yaptırıldığı için bu isimle de anılıyor. Ve ırmak yatağına bakan cephelerindeki kemerli odaları, taş ve tuğla karışımı mimarisiyle, bugüne dek gördüğüm başka hiçbir köprüye de benzemiyor.
Dünyanın süsü
Tarihi çok eskilere giden Isfahan, Savafiler döneminde bir süre İran’ın başkenti olmuş. ‘Büyük Abbas’ lâkaplı Şah Abbas’ın hükümdarlığında gelişip serpilmiş, yalnızca köprüleriyle değil saray ve mescitleriyle, özellikle de ünlü Nakş-ı Cihan Alanı’nın görkemli mimarisiyle ülkenin tarihsel mirasına damgasını vurmuş. Bu alan, söylenenlere bakılırsa, dünyanın ikinci büyük alanı... 1598-1629 yılları arasında yapılmış. İki katlı, kemerli dükkânlarla çevrili ama mekâna asıl kişilik kazandıran, Şah Mescidi’yle Ali Kapı Sarayı. Her iki yapının da İran mimarisinde önemli bir yeri var. Alanın güneyinde yer alan, eski adıyla Şah Mescidi, İslam devriminden sonraki adıyla İmam Mescidi, güldeste çift minaresi, mavi çinilerle süslü, gökyüzünden inmiş izlenimi uyandıran kubbesi ve içindeki çini işçiliğinin eşsiz örnekleriyle mutlaka görülmesi gereken bir yapı. Isfahan’da ‘Kırk Sütunlu Saray’ diye bilinen ama aslında yalnızca 20 sütundan ibaret (Bunlar bahçedeki havuza yansıyınca 40 oluyor). 1647’de Şah II. Abbas tarafından yaptırılan sarayın duvar ve tavan süslemelerinde Çaldıran Savaşı’nı tasvir eden devasa bir resim var.
Kırk Sütunlu Saray’ın duvar süslemelerinde savaş sahnelerinden çok aşka düşmüş bir çiftin durumu daha fazla dikkatimi çekti. Kökleri toprağın derinliklerine giden, kalın gövdeli, dallı budaklı bir ağacın gölgesine uzanmışlar. Bir başka resimdeyse portakal ya da nar ağacının gölgesine serili kilimin üzerine uzanmış genç kadın yalnızdı. Klasik Fars şiirinden aşina olduğumuz yuvarlacık, ay yüzünün dışında her yeri kapalıydı ama yine de derin bir şehvet duygusuna yol açıyordu.
Bu alçakgönüllü, minyatürleri çağrıştıran, iddiasız gibi görünen ama son derece güzel resimlerin büyüsüne kapıldığımı itiraf etmeliyim. İran’da gelişen minyatür geleneği figüratif resme dönüşürken ne yazık ki Osmanlı’da aynı evrim gerçekleşmedi. Daha doğrusu çok daha geç gerçekleşti. Bunu yalnızca İsfahan’ın değil Tahran’ın saraylarını gezerken de hayıfla gözlemledim.
Isfahan’da bu kenti öven bir deyim öğrendim: “İsfahan, nifs-e Cihan” (İsfahan dünyanın yarısıdır). Bu benzersiz kentin görülecek nice güzellikler var daha. Ben, İsfahan’da bir gün daha kalıp bir ‘Zerdüşt’ tapınağını ziyaret ettim.
Binlerce yıldır sönmeyen ateş
İran teokratik bir devlet, ne var ki tüm inançlar anayasal güvence altında. Bunların arasında Zerdüşt dini çok özel bir yere sahip, çünkü İslamiyet’ten önce bu din ülkenin resmi dini konumundaymış. ‘Ateşkede’ denilen tapınak herkese açık değil, tarihin çok eski dönemlerinden bu yana hiç sönmeden yanan kutsal ateşin mekânına girebilmek için özel izin gerekiyor. Bu izni aldıktan sonra rehberim ‘Şahzade’yle birlikte, hayal ettiğim gibi kentin kenar mahallelerinde değil neredeyse merkezindeki tapınağın zilini çaldık. Kapıyı tapınağın bekçisi, Zerdüşt rahibi Behzad Nikdin açtı. Tepeden tırnağa beyazlar giyinmiş, başına da, yine beyaz bir takke oturtmuştu. Güler yüzlü, pos bıyıklı, genç ve yakışıklıydı.
Zerdüştlük, Eski Mısır’da Akhenaton’un kısa bir süre için dayattığı Aton inancını saymazsak, insanlık tarihinin ilk tek tanrılı dini. Bu nedenle günümüzdeki üç semavi dini etkilediği söylenebilir. Zerdüştlükteki Ahura Mazda da Allah gibi tek, evrenin yaratıcısı ve her şeyin sahibi, bilen ve her şeye kadir yüce varlık. Spenta Mainyu’da cisim bulan ruhu aydınlık ve iyiliğin temsilcisi olarak Ehrimen’le, yani karanlık ve kötülüğün temsilcisiyle sürekli çatışma halinde. Zerdüştler bu çatışmanın sonunda iyiliğin galip geleceğine inanıyor. Ve söylenildiğinin aksine ateşe değil ışığa, yani güneşe tapıyorlar.
Tapınağın orta yerindeki bir camekânın içinde yanan ateşi gösteren rahip Behzad “Dinimizde ateş kutsaldır, ama biz ateşe tapmayız” dedi ve ekledi: “Kıblemiz güneştir bizim.” Tapınakta binlerce yıldır yanan, hava, su ve toprak kadar temiz, sönmemesi için Zerdüştlerin büyük çaba gösterdikleri, fedakârlıklara katlandıkları kutsal ateş yoktu yalnızca, peygamberlerinin vaazlarını ve başından geçenleri tasvir eden resimlerle Faravahar’ın heykelleri de vardı. Rahip, Zerdüşt dininin üç temel ilkesini şöyle özetledi bize: “İyi düşün, iyi söyle, iyi davran.” Dışarıya çıktığımda güneş tepemizdeydi. Sönmeyen ateşse tertemiz, saydam ve zararsızdı. Hatta üşütücüydü.
Paylaş