Paylaş
Kazimierz Mahallesi’nin sokaklarında dolaşırken savaşın karanlık günleri attığım her adımda ardımdan geliyordu sanki. O günleri yaşamamıştım ama hakkında çok şey okumuştum. Böll’den Borchert’e, yıkım günlerini dile getiren Alman yazarların dünyasında dolaşmıştım uzun süre. Ne var ki İkinci Dünya Savaşı’nın en trajik olaylarının tanığı Polonya’nın yazarları yoktu aralarında. Bruno Schulz hariç. Onun taşrada geçen çocukluğunu kendine özgü, şiirsel ve nostaljik bir üslûpla anlattığı öykülerini gençliğimde ilgiyle okumuş, çok etkilenmiştim.
Öğretmen maaşıyla kız kardeşi ve kuzinini geçindirmeye çalışan bu Yahudi kökenli yazar, soydaşlarının neredeyse tümü gibi, yapıtında çokça yer alan Drohobycz’in ‘ghetto’suna kapatılmıştı 1941’de. Soğuk bugünkü gibi o zaman da dondurucu olmalıydı. Her yerde kar, dünyada savaş vardı. Ekmek aslanın değil düşmanın ağzındaydı. Açlığa dayanan yazar 1942 kışında, sokak ortasında, bir Nazi subayının ensesine sıktığı tek kurşuna dayanamayarak veda etmişti hayata, ardında tek kitabı ‘Tarçın Dükkânları’nı bırakarak.
Gecenin ayazında Krakow’un eski Yahudi mahallesinde dolaşırken burnuma tarçın kokusunun gelmesinin nedeni bu olmalı. Bir zamanlar Schulz’un Almanca konuşan soydaşlarının da yaşadığı, Naziler tarafından ölüm kamplarına gönderilip yok edilmeden önce dinsel inançlarının gereğini özgürce yerine getirebildikleri Kazimierz, savaşın izlerini taşımıyor artık. Evler yenilenmiş, gece kulüpleri, lokantalar, gençlerin buluştukları kafeler açılmış. Ama yine de, çok değil bundan yetmiş yıl kadar önce burada kol gezen dehşeti düşünmeden edemiyorsunuz.
Spielberg’ün ünlü filminden tanıdığımız, Oskar Schindler’in az ötedeki fabrikasının işçileri kadar şanslı değildi herkes, Yahudilerin çoğu kıyımdan kurtulamadı. 1942 de Belzec’e, Auschwitz-Birkenau kamplarına gönderildiler. Yaşlılar ve hastalar, tıpkı Bruno Schulz’a yapıldığı gibi, enselerine sıkılan tek kurşunla, yola çıkmadan, burada, ‘ghetto’larında öldürüldüler. Evlerin yağmalandığı, insanların sokakta öldürüldüğü, yerlerde sürüklendiği o dehşet ve vahşet ortamında, Spielberg’ün filminin siyah beyaz sahnelerine inat kırmızı paltolu küçük kızın yürüyüşü düşüyor aklıma. Kız çocuğu her şeye karşın, yaşam içgüdüsüyle, viran bir eve girip yatağın altına saklanmayı beceriyordu. Ve başını ellerinin arasına alıp, silah sesleriyle çığlıkları duymamak için kulaklarını tıkıyordu.
Tarih boyunca surlarla çevrili, özerk bir kent konumundaki Kazimierz 19. yüzyılda Krakow’la birleşmiş. İlk Yahudi’yse (Endülüslü İbrahim bin Yakup) çok daha önceleri, sinagogun dolaplarında korunan eski kaynaklara bakılırsa 965 yılında Prag dönüşü ayak basmış bu mahalleye. Yahudi topluluğunun ilk izleriyse 1304’e dek gidiyor. Yüzyıllar boyunca devlete vergi vermiş, Katoliklerle sorunsuz yaşamış bu insanların farklılıklarından dolayı yok edilmesi ne kadar acıysa, kurdukları İsrail devletinin Filistin halkını topraklarından sürmesi de o derece manidar geliyor bana.
Kent merkezine dönerken tramvaydan yanlış durakta inince yolumu yitirdim. Sokaklar karanlık, avlular ıssızdı. Ağaçlar yapraklarını dökmüş, pencerelerde ışıklar çoktan sönmüştü. Neyse ki yaşlı bir adam çıktı karşıma, yol sormak için yanına gittim. Koyu mavi gözleri göz çukurlarının içinde kaybolmuş gibiydi. Kulaklarına dek çektiği kalpağının altından beyaz saçları görünüyordu. Dişsiz ağzından çıkan sözcüklerden hiçbir şey anlamadım ama yumuşak, titrek sesi derinden etkiledi beni. Kendimi Lehçe’nin sesli harf içermeyen ama yine de kulağa hoş gelen akışına bıraktım bir an.
Gözümün önünden karlı kayın ormanları, kapalı, alçak göğün altında ölüme gönderilen konvoylar, enselerine sıkılan tek kurşunla kan revan içinde kendi kazdıkları çukura devrilenler geçti. Aralarında yol sorduğum yaşlı adamın akrabaları da vardı kuşkusuz. Savaşın yaraları belki sarılmıştı ama etkisi belleklerdeki yıkımını, acısını sürdürüyordu hâlâ. Vistül Nehri boyunca, karabataklara bakarak ve soğuk havayı soluyarak yürüdüm. Bir yokuşa vurdum sonra. Taş yapıların, kilise duvarlarının önünden, karanlık ve ıssız, karla kaplı alanlardan geçtim.
Krakow sakinlerinin Avrupa’nın en büyük alanı olmasıyla övündükleri Rynek Glowny’ye ulaştığımda vakit gece yarısını çoktan geçiyordu. Alana bakan bir kahveye oturdum. Genç piyanist bir köşede Chopin çalıyordu. Turist gezdiren atlı arabaların durağı bomboştu. Güvercinler de görünmüyordu ortalıkta. Manifaturacılar çarşısı ışıklarını söndürmüştü. Ne hikmetse iki çan kulesinden biri ötekinden daha yüksek olan ve tuğla duvarlarıyla gecenin içinde bir heyula gibi dikilen Notre-Dame kilisesi kapılarını kapatmış derin uykudaydı.
Birden kilisenin çatısından yükselen bir trompet sesi Chopin’in ezgilerini bastırdı. Derken, başladığı gibi, ansızın kesiliverdi ses. Trompete üfleyen vurulmuştu sanki. Boğazına saplanan bir okla can vermişti. Bu sesin her saat başı duyulmasının anlamı da bu olmalıydı. Düşmanı haber veren trompetçinin anısına çanlar çalmıyordu ama bir solukta üflediği trompetin sesi alanı doldurduktan sonra kirp(?) diye kesiliyor, ardından hayat yine de devam ediyordu.
Krakow bu kez bir başka yüzünü gösterdi bana, eski yapılarının, ortaçağdan kalma üniversitesinin, gotik ve rönesans mimarisinin dışında kalan sokaklarını, parklarını, komünizm döneminden kalma toplu konutlarıyla Yahudi mahallesi Kazimierz’i de keşfetme fırsatım oldu. Otele döndüğümde gün ağarmak üzereydi. Yatmadan önce Bruno Schulz’un bir öyküsünden şu satırları okudum: “Sıkıntılı ve sarı kış günleri gelmişti. Kızıl toprağı, yıpranmış, delik deşik bir halı gibi kar örtüyordu...
Geçen yıldan kalma ekmeklere benzeyen günler de soğuktan ve sıkıntıdan sertleşmişlerdi.” Yazar, ensesinden tek kuşunla ve kırk dokuz yaşındayken vurulduğunda, geçen yılın ekmekleri gibi soğuktan sertleşen cansız gövdesini de örtmüş müydü kar? Bunu hiçbir zaman bilemeyeceğiz. Ama ardında bıraktığı tek kitabını okumaya devam edeceğiz halâ.
Paylaş