Paylaş
Her zaman yaptığım gibi otelin resepsiyonundaki görevliye bir taksi çağırmasını söylemedim. Yürümek istiyordum biraz. Zamalek, daha önceden de belirttiğim gibi varlıklı kesimin yaşadığı, elçiliklerle kafe ve lokantaların gölgeli kaldırımlar boyunca sıralandığı bir semt. Kahire’nin, Zamalek’e inat, yoksul mahallleri de var ama gecekonduları yok. Kırsal kesimden gelip de büyük kentte iş bulamayanların ya da geçici işlerde çalışanların sığınıp barındıkları, sıradan bir yaşam sürdürdükleri mezarlıklar bir bakıma gecekondu işlevini görüyor. Ölüler Kenti diye adlandırılan bu mezarlıklara gitmek için bir taksi çevirdim yoldan.
Direksiyonu kaplayan deri yer yer sökülmüş, el freni sallanır olmuş, dışardaki aynanın biri iple tutturulmuştu. Öteki aynanın yerindeyse yeller esiyordu. Benzin göstergesi de dahil, sayaçların hiçbiri çalışmıyordu. Yırtık arka koltuktan bakıldığında şöförün aynadaki görüntüsü pek de güven uyandırmıyordu. “Ölüler Kenti’ne sür!“ demekten çekindiğim için “El-Mukaddem!”dedim şöföre. Der demez de trafik cehenneminin içine daldık. Sürücülerin yok saydıkları lambalar boşuna yanıp sönerken yayaların araçların arasından kendilerine yol açabilmek için her türlü cambazlığı denedikleri meydanları, tek tük trafik polislerinin duruma hakim olmaya çabalarken canlı heykellere dönüştükleri kavşakları son hızla katederek, akıp giden araba selini kapıldık. Çirkin yapıların, kat kat yükselen beton duvarların önü sıra, altlı üstlü otoyollardan, köprülerden geçtik. Taksinin içinde tek çalışan alet, gaz pedalıydı sanki. Bir de ağzına dek açık radyo. Deruni bir kadın sesi kulakları sağır edercesine “Ya habibi!” diye haykırıyordu. Bu Arap yalellilerine, bıkıp usanmadan dinlemek zorunda kaldığım Um Kalsum’unkiler de dahil, dayanacak halim yoktu. Şöföre radyoyu kapatmasını işaret ettim. Önce somurttu, sonra başını salladı. Bu ‘evet’ anlamına gelmiyordu ama anladığım kadarıyla ‘hayır’ demek de değildi. Radyoyu kapatmayıp kanal değiştirmekle yetindi.
Kur’an eşliğinde yolculuk
Bu kez Kur’an okuyan bir müezzinin yanık sesi doldurdu arabayı. “Bu da olmaz!” diyemedim artık. Kur’an eşliğinde, cenaze kaldırır gibi dura kalka, El Mukaddem tepesinin doğu yamacından başlayarak uzayıp giden Karafa mezarlığındaki Ölüler Kenti’ne geldiğimizde güneş, kubbelerle kabirlerin içine yerleşmiş mahalle sakinlerinin çamaşır serdikleri, tuğla duvarlarla çevrili avluların, mezar taşlarıyla uzaktaki minarelerin üzerinde yükseliyordu. Taksiden inerek yürümeye başladım. İki ya da üç katlı ahşap evlerin, taş avluların ve bu avlularda otlayan keçilerle tavukların peşinden koşturan kırmızı ibikli horozların arasında buldum kendimi. Çocuklar, yalnayak başı kabak, sokak görünümündeki mekânlarda bağıra çağıra oynuyor, kadınlar çamaşır asıyor, sakalları uzamış yanık tenli, yorgun adamlar kahve demeye bin tanık ister oyukların içinde nargilelerini tüttürüyorlardı. Hayat burada da, kent merkezinde olduğu gibi, tüm canlılığıyla devam ediyordu. Berber dükkânları, araba tamircileri, zerzevat satıcıları bile vardı ama ölülerle kucak kucağa yaşayan mahalle sakinlerine yönelik su ve elektrik gibi altyapî hizmetleri yoktu.
Ölülerle sarmaş dolaş
Evler viranelerden ibaret değildi. Deyim yerindeyse ‘kâşaneler’ yani geniş ve ferah odalı, bir değil bir kaç salonu olan konutlar da vardı. Fatimilerden kalma mezar taşları Memluk türbeleriyle, diriler ölülerle hemhal olmuş, ebedi uykularını uyuyanlar sanki çoluk çocuğun arasına karışmışlardı. Yalnızca kabir bekçileriyle mezar kazıcıları yoktu mahalle sakinleri arasında, hali vakti yerinde memurlar, sıradan vatandaşlar da vardı. Ve elbette yoksullar.
Kıyamet günü dirilmeyi bekleyen ölülerle sarmaş dolaştılar. Ve bu durum, gördüğüm kadarıyla, günümüze özgü değildi. Mısır’da mezarlıkları mekân tutma alışkanlığı bir gelenekti. İbn-i Batuta şöyle betimliyor bu geleneği : “Mısır’da Karafa mezarlığı kutsallığıyla ünlüdür. Allah’ın cennetin bir köşesi olarak kullarına bahşettiği Mukaddem tepesinin yamaçlarındadır. Kahire’nin sakinleri burada duvarlarla çevrili, ev ve benzeri kabirler inşa edip içlerinde otururlar. Gece gündüz Kur’an sesi duyulur. Aileler kabrin yanındaki odalarda çoluk çocuk kalırlar. Satıcılar da yanlarından hiç eksik olmaz.”
Ölüler Kenti, ne külüstür otobüslerle bir tramvay hattının da geçtiği İmam Şafi Caddesi’nden ulaşmak mümkün. Ama benim yaptığım gibi, tutarın en az iki ya da üç katını ödemek pahasına, taksiyle de gelebilir, Gizeh Piramitleri kadar turistik olmasa da Kahire’nin bu kendine özgü, yoksul ama konuksever mahallesini görebilirsiniz. Aslında burada yoksullar oturmuyor yalnızca, ölmüşlerinin ruhlarından uzak kalmak istemeyen ya da bunu bahane ederek kabirlerin ortasındaki oldukça büyük evlere yerleşen insanlar da var. Ölüler Kenti, her geçen gün, içinde yaşayıp çoğalanlar sayesinde büyüyüp gelişiyor. Ve kent merkezine doğru, ölülerin hakkından yer kaparak, ilerliyor. Burada da, Kahire’de olduğu gibi, insanlar yaşıyor, düğünler doğumları, doğumlar ölümleri izliyor. Ölüm hayatın sonu olarak değil onun ayrılmaz bir parçası, hatta varlık nedeni olarak, şairin dediği gibi “Asude bir bahar ülkesi” görünümünde. Ve bir başka şairin dediği gibi “Aynı haşmetle vuruyor şah ile fakiri.”
Paylaş