Paylaş
Kıyı boyunca yürüdüm bu sabah; yoğun, taş yapıların önünden, kapalı kepenklerle küçük balkonların altından geçtim. Deniz, dalgalı ve yorgun, bir zamanlar dünyanın yedi harikasından biri sayılan fenerin aydınlattığı hep aynı denizdi ama kentin eski atmosferinden tek bir iz bile kalmamıştı..İskenderiye söz konusu olunca, nedense hep ölü yazarlara, varoluşun bedelini yalnızlıklarıyla ödemiş şairlere gidiyor aklım. Kentin bağrında hep onların izlerini sürmeyi seviyorum. Aslında deniz kıyısında, çarşılarda, kalabalık sokaklarda değil onların yapıtlarının içinde dolaşıyor, hayatlarına giriyorum. Artık geçmişte kalan, bir hayale dönüşen hayatlarına…
Bu kente ilk gelişimde kaldığım Hotel Windsor ve ikinci gelişimde kaldığım, bana Lawrence Durrell’ın evreninin kapılarını açan Hotel Cecil’den sonra, bu kez Hotel Metropole’de kalıyorum. Yüksek tavanlı oda; kalın, kırmızı, ağır perdeler, aynalar. Açık pencereden içeriye dolan gürültü. Tramvay’ın her zamanki gıcırtısını bastıran korna sesleri…
Hotel Metropol’ün sepya bir fotoğrafını gördüm aşağıda, önünde faytonlar bekliyordu. O zamanlar korna değil nal sesleri doluyordu açık pencereden içeriye, başka bir dünyada başka insanlar vardı. Kadınlar deniz kıyısındaki otellerin salonlarında alımlı, şen ve şakraktılar. Oysa şimdi başı açık bir tek kadın yok sokakta, otellerin salonlarında da tek tük turistlerin dışında zaten kadın yok. Halk gün boyu denize bakıyor ama giren yok. Engine karşı bir kadeh beyaz şarap içense hiç yok; en şık lokantalarda bile alkollü içki satışı yasak çünkü.
Türkiye başkonsolosu ve eşiyle körfeze karşı ‘Fish Market’ de öğle yemeği yedik. Mezeler ve balık nefisti ama yanında su ya da meyve suyu içmek durumunda kaldık. Daha önceki gelişimde de, yine bu lokantada, bir önceki konsolosla akşam yemeği yemiştik. Mehmet Akif’ti adı yanlış anımsamıyorsam. Ve adaşı ‘İstiklâl Marşı’ şairinin nasıl olup da Cumhuriyet Türkiye’sini terk ederek bu ülkeye sürgün geldiğini, inancı gereği Mısır’da yaşadığını tartışmıştık. Ona, Allah’ın Kızları’nda anlattığım ve adını taşıdığım Nedim dedemin de, Kanal Savaşı’nda İngilizlere esir düştükten sonra Mısır’da yaşadığını, ne hikmetse İngiliz esir kampında kendi çabasıyla Fransızca öğrendiğini, namazında niyazında inançlı bir Müslüman olmasına karşın üç kızını da, yüksek öğrenimleri için İstanbul’a gönderdiğini, yakınları ve kendi kızları da dahil hiç kimsenin hayat tarzına karışmadığını anlatmıştım.
Neyse, dün akşam Fransız başkonsolosunun verdiği yemekte giderdim bu eksiği, şaraplar gerçekten iyiydi. Sonra, otele dönerken yalpalıyordum az biraz.Ve geçmişin hayaletleri peşimi bırakmıyordu. Kahire’den İskenderiye’ye gelirken yol boyunca devasa reklâm panoları dikkatimi çekti. Bitip tükenmek bilmeyen, Arapça ve İngilizce, rengârenk reklâm panoları, karanlık gecede ışıldıyorlardı. Yol da, bizdekiler gibi ‘duble’ değil, çok daha genişti. Gidiş-geliş dört şeritten etti mi sekiz şerit. Kamyonlara da birer şerit ayrılmıştı. Bu sayede tıkanmadan akıp gidiyordu trafik. Neredeyse her on kilometrede bir, küçük camiler geçiyordu arabanın camından. Çöl iki yandan öyle sessiz ve dilsiz, uzayıp gidiyordu. Yol boyu tek tük palmiyeler de vardı ama ufka doğru, karanlıkta başka ağaç görünmüyordu.
İskenderiye, bu kez, bir başka yüzünü gösterdi bana. Herkesin alışverişte olduğu bir kent izlenimi edindim. Neyse ki gökdelenler yok henüz, bizdeki gibi çok lüks AVM’ler de. Ama sanki herkes bir şeyler alıp satıyor, buna kitap sergileri de dahil. Arapçaya çevrilmiş kitaplarımdan bir ikisini bu sergilerde arayıp bulmam hoş bir sürpriz oldu. Parasını ödeyip aldım, satıcıya kimliğimi söylemeden. Korsan baskı değillerdi, ama bazılarının yayımlandıklarından haberim bile yoktu. Mısır’ın en büyük yayınevlerinden biri olan Madbuli’de çıkanlardan örneğin. ‘Son Tramvay’ı ‘El Tramvay El-Ahir’ adıyla yayımlamışlar, ‘Şeytan, Melek ve Komünist’i Fransızcasından çevirtip bu dildeki adıyla ‘Kızıl Melek’ yani ‘El-Melek El Ahmer’ olarak. ‘Ahir’ ve ‘Ahmer’... Aklım eski günlere gitti, Kızılay’a ‘Hilâl-i Ahmer’ dediğimiz, ‘Ahiret’i korku ve endişeyle değil bilimsel merakla andığımız günlere.
Her yer cami midir ? İskenderiye’de, açık havada kılınan toplu namazları gördükçe, hep bu soru takılıyor aklıma, kentin küçüklü büyüklü camilerinin dolup taştığını, bu nedenle müminlerin sokakta bile namaz kılmak zorunda kaldıklarını sanmıyorum. Bir gösteri söz konusu bence; inanç evden sokağa inmiş, bir tür ‘ toplu ayin’e dönüşmüş. Eski İskenderiye yok artık. Gel de Kavafis’in dizelerini anımsama : “Gece yarısı ansızın duyarsan/ eşsiz ezgilerle, naralarla/ görünmeyen bir alayın geçtiğini, / boş yere ağlama talihin döndü,/ hiçbir iş başaramadın, her düşün/ boş çıktı diye./ Nicedir hazırmış gibi, bir yiğit gibi/ veda et ona, giden o İskenderiye’ye.”
Paylaş