Paylaş
Leonardo da Vinci’nin öldüğü yaşta olduğum için çıkmadım bu yolculuğa. Paris’te yaşayan ressam dostum Onay Akbaş’ın girişimiyle gerçekleşen Arete Project’in bir araya getirdiği ressam, yazar, gazeteci ve müzisyenlerin arasındaydım. Loire Nehri boyunca Fransa’nın birbirinden alımlı en güzel şatoları suda suretlerini seyrederlerken biz D’Amboise Şatosu’nun yanı başındaki bir başka mekânı, Leonardo Usta’nın çok güzel bir bahçe içindeki iki katlı malikânesini ziyaret ediyor, onun dünyasını, hayatının son yıllarını hayalimizde canlandırmaya çalışıyorduk. Şatoya yeraltından bir tünelle bağlanan Château du Clos Lucé malikânesi Leonardo’nun son durağı olmuştu. Onu Fransa’ya davet eden Kral I. François bu tünelden geçip sanatçının evine uğruyor, uzun süre yanında kalıyor, yalnızca resim sanatını değil, Leonardo’nun icadı savaş makinelerinin düşmanı nasıl yenilgiye uğratabileceğini de tartışıyorlardı. Bir sanatçının aynı zamanda mühendis de olması, insanları öldüren, ölüm saçan savaş makineleri üzerine kafa yorması doğrusu şaşırtıyor beni, hatta üzüyor. Leonardo’nun defterlerindeki krokilerden, geleceğin helikopteriyle asma köprüler ve anatomi çalışmaları da dahil o eşsiz tablolarındaki kadın figürleri kadar etkilenmediğimi itiraf etmeliyim.
Leonardo, çağdaşı sanatçılar gibi ressam ya da yontucu değildi yalnızca, öngörülü bir mühendis, mimar, kent planlamacısı, botanist ve düşünür, hatta müzisyendi. Onun doğa, insan ve resim sanatı üzerine yazdıkları, çizimleri, anatomi çalışmaları ve icat ettiği makinelerin desenleri günümüze dek ulaşan defterlerinde gizemlerini koruyor hâlâ. Çoğumuzu şaşırtan bu çizimlerin bazılarını, makete dönüşmüş biçimleriyle atölyesinde ya da malikânesinin güzelim bahçesinde görmek mümkün.
Leonardo, Fransa Kralı I. François’nın daveti üzerine çırakları Melzi ve Salai’yle gelip yerleştiği D’Amboise’da bir atölye kurdu ama resim yapmadı. Sağ eli tutmuyordu çünkü, yaşlı ve yorgundu. Kralın eğlencesi için balolar düzenledi, kostümler hazırladı, şato ve parkın yeniden düzenlenmesi amacıyla planlar çizdi, su değirmenleriyle kanallardan oluşan bir mekân tasarladı. Efsaneye bakılırsa, onu babasıymış gibi sevip sayan, ayda tam bin altın maaş ödeyerek koruyup kollayan I. François’nın kollarında ölene dek hiç boş durmadı. Bütün bunların yanı sıra sanat tarihi açısından bir başka özelliği daha var D’Amboise’ın: Son üç yılı hariç hayatının tümünü İtalya’da geçiren, Floransa ve Milano arasında mekik dokuyan ressam, Fransa’ya gelirken yanında birkaç tablosunu da getirdi: ‘Vaftizci Yahya’, ‘Meryem’, ‘Azize Anna ve Çocuk İsa’... Bir de üzerinde hâlâ tartışılan, yalnızca Leonardo’nun değil, neredeyse tüm sanat tarihinin başyapıtı kabul edilen ve günümüzde bir efsaneye dönüşen ‘La Joconde’. Bir başka deyişle, Mona Lisa’nın ünlü portresi.
Bir türlü ayrılamadığı kadın
Bugün Louvre Müzesi’nde sergilenen, önünde gece gündüz kuyruklar oluşan, üzerine yüzlerce kitap yazılan bu portreyi ressama Francesco del Giocondo adlı bir tüccarın, eşine sunmak için 1503 yılında ısmarladığını, ne var ki Leonardo’nun çeşitli bahaneler ileri sürerek tabloyu bir türlü teslim etmediğini, öte yandan tam olarak da bitirmediğini biliyoruz. Dağ ve göllerden oluşan hayali bir manzaranın önünde durmuş, dalgın bakışları ve alaycı gülümseyişiyle seyirciyi büyüleyen, giderek kendi gizemine çeken bu genç kadın, Leonardo’nun varoluş nedeniydi bir bakıma. Bu nedenle ondan bir türlü ayrılamıyor, Mona Lisa’yı Alpler’i katır sırtında aşarken bile yanında taşıyordu.
Le Clos Lucé, Gonzague ailesine ait ama ziyarete açık bir müze. Ailenin ileri gelenlerinden Gonzague Saint Bris’yle bir yazarlar toplantısında tanışmış, kendisinden Leonardo da Vinci hakkında ilginç öyküler dinlemiştim. Hatta Mona Lisa’nın gerçekte Giocondo’nun eşi değil, Isabella Gualanda olabileceğini söylemiş, kadın kılığına bürünmüş ressamın bizzat kendi portresini yaptığını ileri sürenlerle de alay etmişti. Freud’un ünlü makalesinden yola çıkarak Leonardo’nun eşcinselliği konusuna girmek istemiyorum burada. Ne var ki, onu gerçekten etkileyen bir esin perisinin olmadığını, öldüğünde mirasını iki delikanlı çırağına bıraktığını belirtmeden de geçmeyeyim.
D’Amboise Şatosu’na Leonardo’nun yaptığı gibi yeraltındaki gizli tünelden geçerek gitmek, orada üstadın tasarladığı renkli kostümleriyle arz-ı endam eden güzel kadınlardan biriyle, meşalelerin ışığında sabaha dek dans etmek isterdim. Ama Türkiye’den gelen sanatçı dostlarla dans etmesek de, Loire’ın eşsiz ışığı altında dolaştıktan sonra bir kadeh kırmızı şarabın eşliğinde sohbet etmek güzeldi.
Paylaş