Paylaş
Münster’e, Angela Merkel’in açış konuşmasını yaptığı, uluslararası bir toplantıya katılmak için geldim. Gelir gelmez de kardinal ve müftüler başta olmak üzere dini liderlerin arasında buldum kendimi. ‘Barış Yolları’ adını taşıyan ve dinler arasında diyalog öneren bu toplantıda konuşulanlar da ilginçti elbet, ama ben sizlere Münster’in tarihinden söz etmek istiyorum biraz. Çünkü reform hareketi buradan başlayıp tüm Almanya’ya yayılmış. Luther ‘Katolik Kilisesi’ne bu kentte başkaldırarak protestanlığın öncülüğünü yapmış. Ve otuz yıl süren din savaşlarının ardından barış antlaşması, 1648 yılında burada imzalanmış.
Bu antlaşmanın imzalandığı belediye binası gotik cephesi, oval pencereleri ve heykelleriyle bugüne dek gördüğüm en albenili, mimari açıdan neredeyse benzersiz yapılardan biri. Aziz Pavlus Katedrali ile ortaçağdan kalma kiliseler de öyle. Manastırlar da. Zaten Münster adı yanılmıyorsam ‘manastır’ sözcüğünden geliyor.Yalnızca eski yapıları, kemerli çarşıları ve yeşil alanlarıyla dikkati çekmiyor Münster, müzeleriyle de öne çıkıyor. Picasso’nunki de dahil bir çok müzeye ev sahipliği yaptığını belirtmeliyim.
Bunların arasında ‘Sanat ve Kültür Müzesi’ gerçekten görülmeye değer. Bin yıllık bir tarihsel sürecin sanat ve kültür açısından dökümünü, modern mimarinin en önemli unsurlarını içeren bir mekânda izleyebilirsiniz. Ziyaret edebileceğiniz bir başka müze de ‘Kent Müzesi’. Bugüne dek gördüğüm benzeri müzeler arasında kuşkusuz en iyisi. Kurulduğundan bu yana bu coğrafyada önemli rol oynamış, küçük ama sevimli bir kentin başına gelenleri anlatıyor. Yalnızca panolara yazılı metinler aracılığıyla değil, çok sayıda eşya ve tabloyla da tanışıyoruz.
Tarihi VIII. yüzyıla dek giden Münster’in serüvenini, bir roman kahramanının serüveni gibi, bu müzede izlemek olası.Aziz Pavlus Katedrali XIII. yüzyıldan kalma. İkinci Dünya Savaşı’nda yer ile yeksan olduktan sonra, on yıl süren onarım çalışmaları ve mimarların özverisi sayesinde, olduğu gibi yeniden yapılmış. Astronomik saati ve Aziz Pavlus’un işlerini tasvir eden heykelleriyle görülmeye değer.
Kentler genelde ya kurucularının, ulusal kahramanların ya da nadiren büyük şair ve yazarların heykellerini dikerler. Münster bir seyyar satıcının da heykelini dikmiş. Sağ elinde asa, sırtında torba, yollara düşmüş bu genç adam eski zamanların iletişim ağını simgeliyor aslında. Cep telefonuyla bilgisayarın, hatta radyo ve televizyonun olmadığı çağlarda bir köyden ötekine gidip gelen, yedi deryalar aşmasa da uzun mesafeleri yaya kat eden bu seyyar satıcılar mal taşımıyorlardı yalnızca, haber de götürüp getiriyorlardı. Yolunuz Münster’e düşerse ‘Kiepenkerl’in bronz heykelini de görmenizi öneririm. Onu, kasketinin altından size gülümseyen yorgun yüzüyle seveceğinizden kuşkum yok.
Münster’in bir başka özelliği de ‘Pumpernickel’ adı verilen ünlü ekmeği. Söylenceye göre, bu nefis siyah ekmeğin adı bir Fransız subayın densizliğinden geliyor. Subay, Münster ekmeğini tattıktan sonra, “Bunu atım Nickel yiyebilir ancak, benim ağzımın tadına göre değil” buyurmuş. Oysa kentin ünlü siyah birasının eşliğinde, siyah ‘Pumpernickel’i, mümkünse füme jambonu da işe katarak, iştahla yiyebilirsiniz. Bu küçük ama hayatı güzelleştiren küçük ayrıntılara şu karamsar gerçeği de eklemeliyim:“Münster’de ya yağmur yağar ya da kilise çanları çalar. Her ikisi aynı anda gerçekleşirse pazar günü geldi çattı demektir” diye bir söz duydum.
Ne yazık ki, pazarı ve yağmuru beklemeden ayrıldım bu şirin kentten. Aziz Pavlus Katedrali’nin çanları çalıyor, astronomik saatin heykelleri, biz ölümlülere her şeyin bir sonu olduğunu anımsatmak istercesine, ellerindeki çekiçleri küçük çanlara vurarak kent halkını uyarıyorlardı. Nedense Hemingway’in ünlü romanı düştü aklıma. Yazar ‘Çhnlar Kimin İçin Çhlıyor’da İspanya iç savaşının trajik günlerini anlatır. O günler geride kaldı çoktan, ama ne yazık ki savaşlar can almaya, çanlar çalmaya devam ediyor.
Paylaş