Paylaş
Roma gibi Bern de ‘anıt-çeşmeler’ kenti bir bakıma ancak ne var ki İsviçre başkentinin çeşmeleri estetik açıdan Roma’dakilerden çok farklı. Çok daha güzel demeyeceğim ama kentin mimari dokusuyla bütünleştikleri, yalnızca alanları, parkları, köprübaşlarını ya da kuytu avluları değil, trafiğin hayli yoğun olduğu ana caddeleri süsledikleri, deyim yerindeyse ‘su götürmez’. Bu durum tramvayların güzergâhında büyük bir engel oluşturarak önemli bir soruna da yol açıyor. Kuşkusuz bu nedenle birçoğu yerinden olmuş tarih boyunca ve taşınıp durmuşlar. Hatta sanatseverlerin direnmesine karşın yıkıldıkları da olmuş ama her seferinde, küllerinden doğmayı da bilmişler.
Bern çeşmeleri arasında en şaşırtıcı olanı, kentin kurucusu Zâhringen Dük’ü V.Berthold’u allı pullu, kırmızı bir sütun üzerinde tasvir ediyor. Sağ eli ucunda ayı armalı bayrağın dalgalandığı mızrağında, sol eli kalkanında, kılıç kuşanıp zırh giyinmiş bir ayı söz konusu bu heykelde. Ayaklarının dibindeyse, üzüm yiyen bir yavru ayı var. Havuzun dibinden bakıldığında sütunun üzerindeki Ayı-Dük-Berthold ile Bern’in ünlü saat kulesi aynı boyda görünüyor. Her ikisi de zaman aşımına uğramadan günümüze dek gelmiş, gelip de kentin orta yerine dikilmişler gibi.
Bu çeşmeden az ötede, caddenin tam ortasını mekân tutmuş bir başka çeşmede, sekizgen havuzun içinden göğe yükselen sütunun tepesinde gayda çalan bir heykel var. Onun da dağ bayır gezmekten, bir vadiden ötekine yol tepmekten, Alpler’i aşıp gölleri geçmekten paralanmış kunduralarının dibinde bir hayvan yer alıyor. “O da bir yavru ayı, değil mi” diye bıkkınlıkla sorduğunuzu duyar gibiyim. Hayır değil. Bu kez bir kaz eşlik ediyor gaydacıya ama deyim yerindeyse ‘kazın ayağı bildiğiniz gibi değil’. Upuzun boynuyla kocaman gagası görünüyor sadece. Kazın ayaklarıysa çalgısına üflemekten yanakları şişmiş heykelin dayandığı bodur ağaç gövdesinin ardında kaybolmuş. Buna karşılık ezgiye eşlik eden bir maymuncuk var çeşmede. Öylesine küçücük, o kadar çevik ki, ustası izin verse bir sıçrayışta karşı evlerin çatılarına atlayacak sanki. Ama ezgiye eşlik etmekle, küçük flütüne üflemekle görevli... Kalkıp da hiçbir yere gidemez. Sütunun altındakilere gelince, çepeçevre dönen, mahallenin delisinin dansa kaldırdığı kadın ve erkek figürleri söz konusu bu kez de. Kendilerini ezginin coşkusuna kaptırmışlar, biraz da kafayı bulmuşlar, kol kola halay çekiyorlar. Hizmetkârlarla efendileri yaşama sevincine kaptırmış kendilerini, kaynaşıp hemhal olmuşlar. Oysa bu kentte hep ciddi, düşünceli, aşırı sakin insanlar gördüm, karnaval zamanı hariç. Kent halkı ilkbahar gelip ağaçlar çiçeğe durduğunda, genç yaşlı, çoluk çocuk demeden sokaklara vuruyor kendini. Alanları dolduruyor, hayvan postlarına sarınıp maske takıp oynak havalar eşliğinde dans ediyor.
Sırrı çözülemeyen çeşme
Stalden’in aşağısındaki Longmur alanını süsleyen çeşmedeyse, eski taş köprüye doğru hızla yürüyen, yürürken de Bern’in renklerini taşıyan giysisi, gür sakalı ve belindeki sivri hançeriyle “Bak postacı geliyor selâm veriyor / Herkes ona bakıyor merak ediyor” dedirten heykelin Lerber’i tasvir ettiği söyleniyor. Bu Lerber, kent yönetiminin bir mesajını Fransa kralı IV. Henri’ye ulaştırmakla görevlendirilmiş. Paris’e varınca da kral tarafından kabul edilmiş. Kral, Bern tarafından gönderilen postacının Fransızca bilmeyişine şaşırmış ama postacı Lerber Fransa kralının Bern lehçesini bilmeyişine daha çok şaşırmış. Evet, burada konuşulan Almanca ‘ Yüksek Almanca’dan çok farklı, neredeyse başka bir dil. Hatta Bern’de çekilen filmlerin Alman televizyon kanallarında alt yazıyla gösterildiklerine bile tanık oldum. Postacı Lerber Paris’e doğru uzun yürüyüşünü sürdürürken ayaklarının dibinde ne var dersiniz? Elbette bir yavru ayı... Ama nedense o da silahlı. Sağ eli kılıcının kabzasında, sol elinde bir çubuk tutuyor. Bu çubuğun ne anlama geldiğini bir türlü öğrenemedim. Bern’in küçük ama kanımca en güzel alanlarından birindeki (Münsterplatz) Musa çeşmesinde, peygamberin elinde tuttuğu taş kitabenin on emri içerdiğini söyleyebilirim.
Bern’in en ünlü, üzerinde en fazla yazılıp çizilen, en çok ziyaret edilen çeşmesiyse Kindlifresserbrunnen. Birleşik olan her Almanca sözcük gibi telâffuzu biraz zor. Çocuk yiyen anlamına geliyor. Ve sütunun üzerindeki zat çıplak bebecikleri pervasızca mideye indiriyor. Yeşil pantolon kırmızı ceket giymiş, canavardan çok cana yakın bir ihtiyara benzeyen, heybesindeki çıplak çocukları peş peşe yutan bu insan da kim diye soracak olursanız, bazılarına göre bir Yahudi, bazılarına göre antik Yunan tanrısı Kronos ya da yaramaz çocukları cezalandıran Krampus. Bazılarına gör ise Kardinal Schiner. Bu kardinalin çocuk yediği görülmemiş ama Fransa’nın en önemli roman ödülü Goncourt’un sahibi İsviçreli yazar Jacques Chessex’in, Canavar adlı yapıtını kaleme alırken bu çeşmeden etkilendiği biliniyor.
Bern’in çeşmeleri saymakla bitmez ama ‘Çocuk Yiyen Adam’ çeşmesindeki dehşet sahnesinden sonra gönüllere su serpen (aslında her çeşmenin asıl görevi bu değil midir) bir de ‘Adalet Çeşmesi’ var ki, ona düpedüz ve güpegündüz sevdalandığımı itiraf etmeliyim. Sekizgen havuzun içindeki kaidesinden göğe yükselen sütunun bitiminde genç kadın, bir elinde terazi ötekinde kılıç, gözlerindeki örtüyle adaletin hiç bir güçten emir almayıp bağımsız olması gerektiğini anımsatıyor ayağının dibindekilere. Yani papayla padişaha… Önünden geçen herkes kendini güvende hissediyor.
Paylaş