Paylaş
Bugünkü tema parklarına benzer bir eğlencenin antik çağlarda Romalılar tarafından da kurgulandığını öğrendiğimde, bu tarihi delil benim gözümde sanki bu işlere ayrı bir ciddiyet ve saygınlık kazandırmış oldu. Antik çağlarda Romalılar halkını eğlendirmek için içerisinde yapay efektler olan, yer altı dünyaları inşa edermiş. Hades isimli tanrının yer altı dünyasına inilen bu kısa yolculuklar sırasında karanlık tünellerden, küçük botlarla geçilir, duvarların arkasına gizlenmiş çalgıcılar da esrarlı bir dünyadan geçiliyormuş havası yaratmak için, dramatik bir şekilde davullar çalarmış.
Disneyland, Paris
Avrupa’daki en büyük ve teknik olarak ta en donanımlı hayali dünyaları barındıran yer burası. Mimari açıdan boyları son derece yüksek inşa edilmiş yapılar, insana içeri girer girmez kendini küçük hissettirmeyi amaçlıyor. Bu şekilde kendimizi başka bir dünyanın içinde küçük ve dolayısıyla sevimli, bundan ötürü de mutlu hissettik.
Bir klasik: Perili Köşk, “Haunted Manor”
Tim Burton filmlerindeki gibi, ilk bakışta farklı oldukları için biraz korkutucu görünen ama dikkat edildiğinde oldukça masumane garip karakterleri benim gibi kendinize yakın hissediyorsanız, bu köşk, parka girdiğinizde ilk hedefleyeceğiniz yer olmalı. İçeride, her iki yanı portrelerle dolu holden geçerken klasik olarak insan ister istemez tablolardaki gözleri takibe alıyor. Çok klişe ama size hissettirmeden üzerinizde gezinen gözler benim hala favorilerim. Burayı gezerken, Hollanda’daki tasarımcı bir arkadaşımın, Rotterdam’daki bir otelin balayı süitine hazırladığı tablolar aklıma geldi. Bit pazarlarından topladığı insan portrelerinin sadece gözlerini kesip, tablolardan çıkartmış, sonrasında da bunları balayı süitinin duvarlarına asarak, sanki odada kalanları gözetliyorlarmış gibi bir espri yaratmıştı. Ben bu esprinin her defasında insanları heyecanlandırıp, hala çok işe yaradığını düşünenlerdenim.
Fransız restoranının mutfağında kendini bir fare boyutunda deneyimlemek için; ‘Ratatouille: A Recipe for Adventure’
Masumane, tek amaçları meşhur Fransız mutfağından göz hakkını isteyen farelerin boyutuna inip, şık bir restoranda aşçılarla köşe kapmaca oynamak için üç boyutlu gözlüklerimizi taktık ama asıl hikaye filmin dördüncü boyutundaydı. Özellikle koku ve tende hissedilen duyuları uyandıran dördüncü boyut, mutfak fırınının altındayken üzerimize güçlü bir sıcak hava dalgası gönderdi, etrafa saçılan taze portakalların kokusunu içime çektiğimde farelerin koşuşturmadaki motivasyonuna hak verdim; bir de ‘keşke fırsatım varken tadına da baksaydım’ diye şimdi hayıflandığım bir sahne vardı ki, bu sırada yüzümüze püskürtülen ‘şampanya’ esintisiyle ferahladık.
İki sevgili ve tek bir spagetti, ‘Pizzeria Bella Notte: Dinner at Tony's’
Yakışıklı sokak köpeği Tramp ile zarif Lady’nin bir İtalyan restoranında, aynı tabaktaki tek bir spagettiyi iki ucundan içlerine çekerken, spagettinin bitmesiyle yüz yüze dönüp öpüştükleri sahne bir Disney klasiği. “Lady and the Tramp” isimli bu filmi hiç izlememiş olsanız bile, bu kareyi mutlaka bir yerlerde basılı görmüşsünüzdür. Parkın içinde mola verip, bu filmin anısına açılmış restorana spagetti yemek için girdiğimizde, içeriye kurgulanmış bir Disney efekti dikkatimizi çekti. Dışarısı ne kadar aydınlık olursa olsun, içeride yaşanacak maceraya hazırlık için, kapıdan girildiğinde, mekan bir parmak şıklatması kadar hızlı bir şekilde gece atmosferine dönüşüyor. Yetişkin olarak bu parkları gezmenin bir keyfi de bu gibi detayları daha çabuk hissedip, keyfine varmak olsa gerek.
Tivoli Bahçeleri, Kopenhag, Danimarka
Kopenhag şehir merkezinde dolaşırken, birden yüksek sesli gülüşmeler, adrenalin dolu çığlıklar ve müzik sesleri dikkatimizi çekti; meğer farkında olmadan Tivoli bahçeleri olarak anılan eğlence parkına gelmişiz. Bu parkın güzelliği, merkezi konumuyla şehirdeki günlük yaşamın doğal bir parçası olması. Akşam üzeri spontane bir şekilde, “Bir kaç teneke vuralım, dart atalım, sonrasında da içerideki kafelerden birinde bir şeyler içeriz” diyerek girdik parka.
Atış oyunları ve ödül olarak Danimarka’nın Troll bebekleri
Daha çok stres atıp gülmek ama biraz da iddialı ‘nokta atışı’ meziyetlerimizi birbirimize göstermek için yan yana sıralanmış ahşap barakalarda, teneke vuruşlarıyla, ok ve dart atışları yaptık. Danimarka’da, atış oyunlarında hedefleyeceğiniz ilk hediye buradaki halkın iyi şans getirdiğine inandığı “Troll bebekler” olmalı. Atışlarda kazanamazsanız, parkın içindeki dükkanlardan Troll bebek ya da benim gibi kalem ucu Troll’lerden satın alabilirsiniz. Hani bir söz vardır, “O kadar tatlısın ki beni ağlatıyorsun”; bazı aşırılıkların sonuçta insanda ters etki yarattığını anlatmak için kullanılır, işte bu bebekler de şekilsiz saçları ve küçücük vücutlarıyla o kadar çirkinler ki, insan ister istemez bu küçük şeylere sempati duymaktan kendini alamıyor.
Parkın içindeki gölde gece lazer ve ışık şovları
Akşam olduğunda içeceklerimizi alarak, parkın içindeki gölde sahnelenen lazer şovunu seyretmeye gittik. Etrafta sembolik ya da sloganvari hiçbir şey görmeden, renkli lazer ışıklarının gece karanlığında gölün üzerine yansıttığı soyut şekiller, insanın aklını boşaltıp, hafiflik hissi veriyor. Şov bittikten sonra parkın içinde Danimarkalı tasarımcı Olafur Eliasson’un ağaçların üzerine serpiştirdiği ve aslında şekil olarak çok benzemese de, benim ısrarla yaz akşamları en sevdiğim canlı olan ateş böceği kümelerine benzettiğim renkli lambaların altında yürürken, farklı açılardan baktığımızda renklerinin değiştiğini fark ettik; az ve öz, şiirsel bir dilin güzelliğine hayran olmamak mümkün değil.
Paylaş