Paylaş
Eski limandaki kafelerden birinde ilk oturduğumda, karşımda duran evlere, tam isabetle, ‘Küp evler!’ demem, isimlerini önceden bildiğim için değil, şekil olarak her birinin birebir bir küp olduğu içindi. Bu garip evleri görüp içlerini merak etmemek imkânsız. Düz duvarlar yerine, 45 derecelik bir açıyla yana yatmış evlerin arkasındaki ilginç tasarım konsepti, meğer onlara doğru yol alırken, yerde başlayan karolarda, ilk ipuçlarını veriyormuş!
Kubuswoningen: Düz duvarları olmayan “Küp Evler”
Çiçek şeklindeki karoların üzerinde durup, başımı göğe kaldırdığımda, ilginç bir mimari planlamayla küp evlerin ortasında açılmış, yıldız şeklindeki boş kesitten, tertemiz mavi gökyüzünü seyrettiğimde, kendimi birden doğanın ortasında hissettim. 3 Euro karşılığında, ziyarete açık olan örnek evden içeri girdiğimde, dikkatimi ilk, iskeletinde gerçekten hiç düz duvar olmadığı çekti; dolap ve koltuk gibi mobilyalar, içerideki eğimli köşeleri dolduracak şekilde, gömme olarak buraya özel üretilmiş, kalorifer dilimleri duvarların üzerine yan yatmış, bazı camlar ise sokağa neredeyse paralel bakıyordu. Her köşesinden ayrı bir açı çıktığı için, pratikte plandan çok daha kısıtlı bir alanın kullanımına imkân tanıyan bu evlerin, bana göre benzersiz enerjisi de asıl buradan kaynaklanıyor. Bu yoğunluk, şehrin ruhunu adeta içeri çekiyor.
Dışarı çıktığımda, evlerin dış cephesindeki tek ton sarı renge daha dikkatli bakıp, buradaki konsepti anlamaya çalıştım. Sarının, tasarım dünyasında sanayiyi çağrıştıran endüstriyel bir anlamı vardır; maket bıçakları, el aletleri ve hatta özel yapıştırıcılar sarı renkle hıza ve üretime vurgu yaparlar. Mimar Piet Blom, dışı sarı laminat kaplı bu küp evleri, girişte ağaç gövdesine benzer yüksek direklerin üzerine oturtarak, meğer şehirde ‘sanayi ürünü, içinde yaşanabilir bir orman’ yaratmak istemiş.
Markthal: Antik Yunanlıların bereket sembolüne güncel yorum
Bir boynuzun içinden taşan ‘meyve, hububat ve taze çiçeklerden’ oluşan ilginç mizansenleri, eminim hafızanızı kısa bir yoklamayla, klasik döneme ait tablolardan hatırlayacaksınız. Adına ‘Bereket Boynuzu’ denilen bu mizansenler, antik çağlarda sınırsız bolluğun simgesiymiş. Aslında, Bereket Boynuzu’nun, bizim gözümüzün önünde hemen canlanması için, ‘bize özel’ çok önemli bir başka sebebi de var; İstanbul’un Konstantinopolis olduğu Roma İmparatorluğu döneminde, elinde Bereket Boynuzu’yla tasvir edilen, şehrin koruyucu tanrıçası Tyche (Tike)! Hikayesi, antikitedeki İstanbul’dan bugünkü Rotterdam’a uzandığı için, sembolün arkasındaki rivayeti hemen paylaşıyorum; mitolojide, bebekliği gücünden hiçbir tasarruf yapılmadan anlatılan Zeus, bakıcısı olan doğaüstü güçlere sahip keçinin boynuzunu, keçi onu emzirdiği sırada kaza eseri kırınca, bu boynuzdan sonu gelmeyen bir yiyecek kaynağı akar ve bundan sonra bolluk ve bereketin sembolü olur.
Bugün, Bereket Boynuzu temalı en büyük tablo, Rotterdam’ın Martkhal isimli yiyecek pazarının duvarlarını kaplıyor. 11.000 metrekarelik bu tabloda, dev boyutlarda resmedilmiş kirazlar, istakoz, lale, başak, brokoli ve hatta tırtıl gibi doğanın bütünlüğünü simgeleyen figürlerin üzerine, dijital teknoloji kullanılarak, öyle ilginç bir güneş oyunu yerleştirilmiş ki, hepsi adeta havadan insanın üzerine bolluk ve bereket yağdırıyor gibi görünüyor. Tablodaki kelebek figürünün hemen yanında bir kedinin hareket ettiğini fark edince, pazarın duvarlarının aynı zamanda 228 haneli bir apartmana da ait olduğunu hatırladım; camları marketin içine açılan bu dairelerdeki günlük yaşamı, rengarenk bir tablonun içinden seyretmek ayrı bir keyif.
Market binası günbatımında film gibi hareketleniyor
Dünyanın her tarafından, her çeşit yiyeceğin bir arada satıldığı bu marketi dolaştıktan sonra, sipariş ettiğimiz -sosyal medyanın son fenomeni- ‘Dalgona kahvelerimizi’ elimize alıp, binanın, günbatımındaki görüntüsünü karşıdan izlemek için dışarı çıktık. Ters U şeklindeki binanın önü ve arkası, cam duvarla kaplı olduğundan, güneş batarken, camların üzerine önce çevredeki diğer binaların yansımaları düşüyor, hava kararmaya başladıkça marketin içindeki dev koridor alacakaranlık gibi, şeffaf bir tünele dönüşüyor ve en sonunda, günbatımında marketin içindeki ‘Bereket Boynuzu’ tablosu, tüm canlılığıyla gecenin karanlığına tezat, tekrar ortaya çıkıp, parlıyor. Sadece mimari planlamalarla, ışık altında adeta bir film gibi hareketlenen bu pazarı, soluksuz seyrettik.
Çatı Çiftliği’ndeki “Solucan oteli”
Birer şezlong çıkartıp, üzerinde güneşlenmeye alışkın olduğumuz teraslar, bugün içinde meyve, sebze yetişen bahçeler ve arı kovanları gibi, şehirlerde eko sistemi destekleyen, birden fazla ‘sürdürebilir ve çevreci’ fonksiyonla, hayatın içine dahil ediliyor. ‘Çatı Çiftliği’ denilen bu modelin Avrupa’daki en büyük örneklerinden biri Rotterdam’daki DakAkker terası! İçinde, yerli tohumlarla yetiştirilen meyve, sebze ve çiçek bahçesi, balı toplanan arı kovanları ve tüm bu malzemelerin mutfakta kullanıldığı ‘Op Het Dak’ isimli küçük bir restoranı var. Yerden 20 metre yükseklikteki bu çatı çiftliğinde sipariş ettiğimiz öğle yemeklerimizi, bahçeden topladıkları ve liladan pembeye doğru değişen, küçük ‘yenilebilir çiçeklerle’ servis etmeleri, bana çıkışta çiçeklerin bu özelliğiyle ilgili, mutlaka bir kitap almam konusunda ilham oldu. Bu konuda, şehir merkezindeki büyük kitapçı Donner’de bulduğum kitap: Lottie Muir’in “Wild Cocktails From The Midnight Apothecary.” İlginç bir deneyim için tavsiye ederim.
DakAkker terasında bir de ‘solucan oteli’ var; bu, -elbette solucan ebatlarına göre yapılmış- otelin çok katlı ve tepesinde bir çatısı olduğunu söylersem, içindekilerin ne kadar değerli konuklar olduğunu biraz daha anlatabilmiş olurum sanırım. Kahve atıkları ve bahçedeki ölü bitkilerle beslenen bu solucanların, karşılığında bunları çok verimli bir gübreye dönüştürebilme özellikleri varmış. Şehir çiftçileri, bu gübreleri şişelere sıvı olarak doldurup, çeşitli dükkanlarda satışa sunuyor; bu ürünün adı ise, -hiç lafı dolandırmadan,- direkt 'Rotterdam Watershit!'
Boijmans Van Beuningen: “Cattelan’ın, sanat fuarı duvarına muz bantlaması’ndan çok öncesi”
Sanat eserlerini kronolojik sıralama yerine, müze küratörlerinin ilginç çağrışımlar düşünerek birarada sergilediği Rotterdam’ın Boijmans Van Beuningen müzesine gittik. 19. yy tablolarının olduğu salonda, yerde açılmış bir delikten başını yukarı çıkartıp, duvardaki eserleri inceleyen bir adamı gördüğümde, ilk bir an, bunu canlı sandım. Meğer bu heykel, geçen sene Miami sanat fuarında, gerçek bir muzu duvara bantlayarak, onu sanat eseri olarak 120 bin dolara satmayı başaran, İtalyan sanatçı Cattelan’ın kendi heykeli ve eseriymiş. Müzeye 2002 yılında alınan bu eserle, Cattelan, ‘asıllar ve taklitlere’, ‘hakikat ve iddialara’, ilginç bir gözboyamayla dikkat çekip, insanlara aralarındaki değeri sorgulatmak istemiş. Rotterdam, modern mimari ya da ürünleriyle, bugün bazınızın zevkine hitap etmese de, Cattelan’ın da eserlerinde olduğu gibi, sizi değişen dünya ve yeni düzen hakkında konuşup, kendi fikrinizi oluşturmaya eminim yardım edecek.
Paylaş