Paylaş
Altın sarısı güneş ve el değmemiş kumsallar, sakin bir balıkçı kasabasını, dinlenmek isteyenlerin favori mekânı yapmaya her zaman yeter ama onu tüm dünyanın gözünde efsaneleştirecek ‘çıkışı’ veremez. Hayranlık uyandırmak için biraz da insanın aklını zorlayan tezatlıklar gerekiyor; Brigitte Bardot’un ‘Ve tanrı kadını yarattı’ filminde canlandırdığı masumane bir güzelliğe sahip genç kızın, aynı zamanda kimseye ihtiyacı olmayan, başına buyruk ve eğlence sever yanı, zamanında filmin çekildiği bu kasabaya tam ihtiyacı olan ‘cazibeyi’ getirmiş.
Kasabanın her yanı ona aitmiş gibi, BB’nin filmde çıplak ayak gezmesi, bana bir arkadaşımın, yeni tanıştığı kız arkadaşı dans pistinde ayakkabılarını çıkarınca, bize bunu haftalarca “Benimle çıplak ayak dans etti!” diye anlatışını hatırlattı. Saint Tropez gibi küçük bir kasabayı, dünyanın cazibe merkezi yapan bu bağımsız ruhun, her dönem güçlü olduğu kesin.
Senequier’in seyirlik, küçük dilim masaları
Sabah biraz geç kahvaltı yapıp, limandaki yatları ve gelip geçenleri izlemek için Saint Tropez’in en eski kafelerinden Senequier’de, kahvelerimizin yanına çörek, reçel ve tereyağı sipariş ettik. Tek ton, parlak narçiçeği rengine boyanmış kafenin masa düzeni, hemen önündeki limanın keyfine varmak için, farklı bir matematikte kurgulanmış. Küçük, üçgen kesim masalar ve keten arkalıklı film yönetmeni sandalyeleri, sinema salonlarındaki gibi, paralel bir çizgide sıralandığı için, oturanların sert hatlarla -ve şüphesiz kaza eseri- “sırtını limana dönmesine mani oluyor”, ilginç bir şekilde.
Asimetrik, yamuk ve samimi apartmanlarıyla St. Tropez’in en eski mahalleleri ‘La Ponche’ ve ‘La Glaye’
Kahvaltı sonrası, jet set merkezini bir kenarda bırakıp, tam ters istikamete, burada en çok görmek istediğim, kasabanın Orta Çağlardan kalma mahallelerine yürüdük. Eskiden imar yasaları katı olmadığı için, daire sahipleri bazı yerlerde pencerelerini keyfi tadilatlarla sağa sola kaydırmış, bazıları da camların yerine duvar ördürüp, dışarıya kapatmış cephesini. Tüm bu başına buyruk ve düzensiz detaylara, apartmanların sert dalgalara karşı gücünü artırmak için, dışa eğimli bir kavisle genişleyen alt kısımları ve her mahallenin önündeki birkaç metrelik plajlar da eklenince, ortaya yamuk, düzensiz ama samimi ve bir miktar da karikatürvari bir ‘mini manzara’ çıkıyor.
‘Palavralar Bankı’nda bir ‘Notre Dame de l’Assomption’ hikâyesi
Limanda, sırtımızı dalgakıran duvara yaslayarak, üzerinde oturduğumuz ince, uzun ve yeşile boyanmış bankın ilginç bir ismi olduğunu, duvardaki ‘Palavralar Bankı’ (Banc des Mensonges) yazılı tabelayı okuduğumuzda gördük. Balıkçılar, eskiden burada oturup, -arkalarını sağlama aldıkları bu yıkılmaz duvarın da desteğiyle olsa gerek- birbirlerine hayali, gerçek maceralar anlatırmış. Burası, kasabadaki Notre Dame de l’Assomption kilisesinin garip saat kulesine ait, -hangisi efsane, hangisi gerçek dinledikten sonra kendi tercihinizi yapabilirsiniz- rivayetlerini anlatmanın tam yeri.
Sadece üç yönünde saat bulunan, dört cepheli kuleye ait ilk rivayet içindeki kurnazlık iddiasıyla insanı gülümsetiyor; rivayete göre, kuzey sahillerinde yaşayan düşmanları, uzaktan kuledeki saati görüp, özenirse, onu çalmak isteyebilirler düşüncesiyle, St. Tropezliler bu cepheye saat koymamış. Diğer bir rivayet ise, sert esen karayel rüzgârları, kulenin kuzeybatı cephesine bir saat konulursa, hassasiyetini bozar düşüncesiyle buranın boş bırakıldığını anlatıyor.
‘Tarte Tropézienne’: Tropez’e yakışır bonkör tatlı
St. Tropez’in merkezinde lüks, başka hiç bir yerde olmadığı kadar olağan ve günlük görünüyor; en lüks moda evleri ve mücevheratçılar, manav ya da bakkal gibi günlük dükkânlarla yan yana sıralanmış, elde bir poşet sebzeyle çıkılan sokaklarda, Bentley ya da Lamborghini’den yol isteyerek geçiliyor karşıdan karşıya.
Buradaki tatlı hayatı, kafelerde büyük bir dilimle servis edilen ‘Tarte Tropézienne’ isimli pasta, kendine has lüks anlayışıyla, her defasında bir kez daha vurguluyor. Pastanın aslında oldukça basit bir tarifi var; büyükçe bir tatlı çöreğin arasına, krema sürülüp, üzerine sert kristal şekerler serpilmiş ve ismini Brigitte Bardot koymuş. Bu formülü, St. Tropez’e layık yapan detay, basit tarifinde, ‘süper bonkör’ kullanılan, okkalı kreması.
‘Plage des Graniers’ ve ‘Plage des Salins’
Çalılıklar, engebeli yollar, uzun sazlıklar ve küçük çakıl taşlarıyla karışık kumlar, el değmemiş plaj görüntüsüyle sizi de cezbediyorsa, ‘des Graniers’ ve ‘des Salins’ plajları, nispeten sessiz ve sakin konumlarıyla ideal. Biz şezlong yerine altımızdaki kumu hissederek, güneş havlularımızın üzerine uzanmayı tercih ettik ve yattığımız yerden baktığımızda bizi cezbeden, arkamızdaki çalılıklarla kaplı patikada yürüyüşler yaptık. Burada sarıdan lilaya kadar değişen, Güney Fransa sahillerine has, küçük ve narin kır çiçeklerini görmek insanı mutlu ediyor.
Ferah bir müze, ‘Musée de l’Annonciade’
St. Tropez’in pastel renkleri binaları ve önü açık koyları, güneşin altında, her saat ayrı bir ışık oyunuyla değiştiği için, özellikle 20. yy. ın başlarında, ressamların üretmek için akın ettiği bir kasaba olmuş. Limanın karşısındaki, l’Annonciade isimli, küçük ama çok zevkli bir koleksiyona sahip müzede, Fransız Rivierası’na bir de Signac, Matisse ve Van Dongen gibi müthiş ressamların tablolarından baktık. Müzenin limana bakan pencerelerinden birinin hemen önünde, Fransız heykeltıraş Aristide Maillol’un, ‘Venus debout se coiffant’ isimli heykeli duruyor.
Ellerini saçlarında kavuşturmuş ama yüzünde hiçbir duygunun ifadesi belli olmayan bu Venus heykeli’nin özelliği ‘sessiz bir form’ oluşundaymış; sessizliğini asıl göstermek istediği hassas ve narin cazibesine dikkat çekmek için kullanıyormuş.
Sanatçıların gözünden St. Tropez’e bakmanızı şiddetle tavsiye ederim; emin olun hayatta hiçbir şey ve hiçbir yer tesadüf eseri ‘efsane’ olmuyor.
Paylaş