Paylaş
“Ağrı Dağı’nın yamacında, dört bin iki yüz metrede bir göl var, adına Küp gölü derler. Göl bir harman yeri büyüklüğünde. Çok derinlerde. Göl değil bir kuyu. Gölün dört bir yanı, yani kuyunun ağzı, fırdolayı kırmızı, keskin, bıçak ağzı gibi ışıltılı kayalarla çevrili. Sonra gölün mavisi başlar. Bu, bambaşka bir mavidir...
Gülbahar, Ahmed'i Küp Gölü'nde yitirdi. O gün bugündür, Küp Gölü'nün oralardan geçenler, gölün kıyısına oturmuş, kara, ışık gibi akan uzun saçlarını sırtına sermiş, başı iki elleri arasında gözlerini som mavi suya dikmiş Gülbahar'ı görürler. Arada sırada Ahmet, gölün sularında Gülbahar’ın gözüne gözükür, Gülbahar kollarını açıp Ahmed'e yürür ve “Ahmet, Ahmet!” diye bağırır. Sesi bütün dağda yankılanır.
Göl kaynar, Ahmet silinir, Gülbahar silinir, küçük ak bir kuş gelip kanadını suyun som mavisine batırır ve sonra da bir atın kapkara gölgesi suyun üstünden gelir geçer."
Ağrı Dağı Efsanesi kitabında böyle betimler Yaşar Kemal, birbirine kavuşamayan Gülbahar ile Ahmed’in İshak Paşa Sarayı’nda geçen destansı aşklarını…
İshak Paşa Sarayı’nın görkemli binasının kuzeybatı köşesindeki kapısından içeri girip 21 basamaklı merdivenlerden iner inmez zindan karşıma çıkıyor. Hücre bölümlerinde dolaşırken, taş duvarların buz gibi soğukluğunun etkisiyle bedenimin titrediğini hissediyorum. Gözlerim, duvar seviyesinin üst kısmında bulunan küçük mazgal pencereden içeriye süzülen ışığa takılıyor. Sanki ışık değil, zindanın duvarlarında süzülen Yaşar Kemal’in kitabındaki satırlardı…
Doğubayazıt’a 8 km mesafede, ovaya hâkim dik bir tepe üzerinde bir masal dünyasından fırlamışçasına, tüm heybetiyle görenleri kendine hayran bırakan İshak Paşa Sarayı, içine girdiğim andan itibaren büyüleyici atmosferi ve efsaneleri ile bütün ruhumu sarıp sarmalıyor.
Saray, kitabesinden anlaşıldığı üzere 1784 yılında Çıldıroğulları'ndan II. İshak Paşa döneminde yaptırılmış. Osmanlı mimarisinin, Anadolu’da günümüze ulaşabilen tek saray yapısı olarak kabul ediliyor.
7600 m2’lik bir düzlem üzerine oturtulan saray, üç tarafı sarp dik bir tepe üzerinde inşa edilmiş. Sarayın, bazı bölümleri tek, bazı bölümleri iki, bazı bölümleri ise üç katlı ve iki büyük avlu çevresinde oluşturulan bölümlerden meydana getirilmiş.
Sarayın 366 odası var. Saray öylesine büyük ki, içinde barındırdığı cami, divan odası, fırın, mutfak, ahırları ve hamamıyla sanki küçük bir şehir... Topkapı sarayına benzetenler de var. Konumu, görkemli mimarisi, anıtsal tak kapıları, taşa hayat veren motifleriyle tam bir sanat abidesi.
Bu taş yapının her karesinde Selçuklu sanatının karakteristik özellikleri yer alıyor. Ancak uzmanlar, Barok-Rokoko gibi dönemin Batı etkisinin yanı sıra İran’ın etkileriyle de yoğrularak değişik ve etkileyici bir karakter ortaya çıktığını, farklı medeniyetlere ait izleri olsa da saraydaki motiflere ve kompozisyonlara bakıldığında geleneksel Selçuklu sanatının ağır bastığını söylüyor.
Sarayın dikkat çekici özelliklerinden biri de saraydaki ısıtma yöntemi. Şöyle ki; ocaklarda ısıtılan sıcak suyun, toprak künkler vasıtasıyla yapı içerisinde dolaştırılmasıyla bir nevi kalorifer sistemi oluşturularak iç mekânların ısıtılması sağlanmış. Özellikle bölgenin iklim koşulları da göze alındığında, o dönem itibarıyla ne kadar ileri bir ısıtma sistemi olduğu bugün hâlâ şaşkınlık ve hayranlıkla karşılanıyor.
Sarayın iki büyük avlusu var. Birinci avludan ikinci avluya Gotik tarzda anıtsal taç kapıdan geçiliyor. Taç kapı başta olmak üzere, sarayın birçok bölümünde ve mezarlığında sıkça işlenen ve uzun ömrü temsil eden servi ağacı motifi gibi kabartma tekniği ile yapılan değişik figürler, geleneksel Türk - İslam sanatının güzel örnekleri olarak karşımıza çıkıyor.
Kime ait olduğu bilinmemekle beraber İshak Paşa’nın yattığı var sayılan sekizgen planlı türbe, hareketli cephesiyle dikkat çekiyor. Ayrıca avluda, bölge halkı arasında 'süt çeşmesi' olarak bilinen, bir musluğundan süt, bir musluğundan su aktığı söylenen bir çeşme bulunuyor. Çeşmenin üzerinde, su ile gül arasındaki aşkı sembolize eden bir damla motifinin içinde kıvrık dal ve yapraklarla birlikte işlenmiş gül motifi oldukça ilgi çekici detaylardan biri.
Saraya 500 metre uzakta bulunan, büyük İslam âlimlerinden 'Mem u Zin' adlı eserin sahibi Şeyh Ahmedi Hani’nin Türbesi ve yanı başındaki cami de bölgede en çok ziyaret edilen inanç turizmi merkezlerinden olma özelliğini taşıyor.
Attığımız her adımda tarih, baktığımız her bir köşesinde sanat, incelediğimiz her bir motifte Türk - İslam kültürüyle yoğrulmuş Selçuklu sanatının geleneksel örnekleri karşısında hayran kalıyor ve büyüleniyorum.
Saraya girdiğim andan itibaren çiseleyen yağmur yavaş yavaş artmaya başlıyor. Sarayda kullanılan taşın rengi kızıl toprak bir tonda olduğundan, kapalı hava ve yağmurun etkisiyle fotoğraf karelerimde harika renk tonları yakalayabiliyorum.
Fotoğraf çekerken aniden gözlerim havada uçan bir akkuşa takılıyor. Kanadını som mavi suya batırmış bir akkuş mu, diye dikkatlice bakmaya çalışırken rehber arkadaşımızın
- Arkadaşlar dönüş vakti geldi, lütfen gecikmeyelim!
Sesiyle irkiliyorum...
Paylaş