Paylaş
Bir pazar günü sabah erken saatlerde Sürmene taraflarından aşağılara doğru inmeye başlıyoruz. Navigasyona "Dünyanın en tehlikeli yolu" yazınca size bir rota çıkartıyor. Ben biraz sonunu düşünmeyen bir kafa yapısında olduğumdan çıkan haritaya yine hiç bakmıyorum. Her bakmadığımda da pişman olmuşumdur. Bu seferde bu pişmanlık çok sonraları bizi sarıyor. Karadeniz yolculuğumuz sırasında "gitmem, gitmek isteyenle kavga ederim" dediğim Uzungöl'e bir pazar akşamüstü ulaştığımızda ağlamak istiyorum. Burası benim için her zaman kaybettiğimiz ve katlettiğimiz doğanın bir simgesi gibi. Ne duymak, ne görmek istiyorum. Navigasyon, yolu Uzungöl üzerinden çizmiş. Yola Sümela taraflarından başlarsanız bu yoldan geçmek durumundasınız. Uzungöl'ün inanılmaz trafiği ve arap turistlerini yara yara tepelere tırmanmaya başlıyoruz.
Bu kalabalıktan kurtulduğumuz da derin bir oh çekiyoruz. Bir ağustos ayında, buz gibi bir havada ve sisleri yara yara tırmanışa geçtiğimizde çok kısa bir süre sonra D-915 yoluna çıkıcaz sanmıştım. Ne kadar büyük bir yanılgı. Burnumuzun ucunu göremeden uçurumların arasından ne kadar gittik, kaç yayladan geçtik bilmiyorum. Bir ara çok güzel bir yerde mola verdik. Sisler biraz dağılmıştı. Buz gibi sulara girdik. Bahar çiçeklerini sevdik. Her gördüğümüz araca yol soruyorduk. Onlar da bize. Hepimiz alacakaranlık kuşağında gibi sislerin içinde kaybolmuştuk. Navigasyon devamlı ileriyi gösteriyordu. Geri de dönemezdik artık. En sonunda gide gide Soğanlı Geçidi tabelasına ulaştığımızda sisten artık hiç birşey gözükmüyordu. Dışarısı buz gibi ve deli bir rüzgâr esiyordu.
Montumu giyip çıktım dışarı. Tabela boy seviyemizden çok yukarılardaydı. 2330 rakımdaydık. Biz fotoğraf çekme derdinde arabadan fırladığımızda sislerin içinden bir genç çıktı. İneklerini sordu. Gelirken birkaç inek görmüştük yolun solunda. Onu söyledik. "Burunları nasıldı?" dedi. Bu gerçek miydi? Hakikaten o siste, o fırtınada burnumuzun ucunu göremezken bir ineğin burnuna dikkat etmiş olabilir miydik? İnek burnu nasıl değişik olabilirdi? Bizimle eğleniyor muydu? Kafada onlarca soruyla gülme krizi, rüzgarda ayakta durmaya karıştı. Karadeniz insanı her zaman beni şaşırtmaya devam ediyor. Tabelanın hemen ardında yol ikiye ayrılıyordu. Yolda konuştuğumuz herkes yolun kapalı olduğunu söylemişti. Tam yol ayrımında girilmez, tehlikeli tabelalarıyla burun burunaydık. Napacağımızı bilmez halde arabada oturuyorduk. Kafam önümde, elimde navigasyon, geri dönsek o yola kimse dönmek istemiyor. Devam etsek biri kapalı diğeri en yakın yer beş saat uzaklıkta derken Metehan'dan "bir araç çıktı" sesiyle kafamı kaldırıyorum. "Durdur durdur" diye bağırıyorum. Ben aracı görmedim bile. Kapalı yoldan öyle bir hızla fırlayıp geçmiş ki. O arabanın oradan çıkması bizim kaderimizi değiştirdi. Şöyle bir birbirimize baktık. Devam dedik. Yürekler ağızlarda, sisleri yara yara bu girilmez tabelasının yanından geçip sislerin içinde kayboldular. Birisi ardımızdan baksa sanırım böyle derdi. İnternet çok güzel çekiyor. En başta bu bilgi çok yararlı. Böyle yerlerde navigasyonun kesilmemesi çok yardımcı oluyor. Önümüzü sağımızı solumuzu göremesek de elimdeki navigasyondan tam o yolun tepesine, başlangıç noktasına geldiğimizi görebiliyordum. Durduk. Napacağımızı bilemiyoruz. Hava kararmak üzere. Bu yolu karanlıkta ve siste geçersek hiç birşey anlamıycaz. Üstüne üstlük çok da tehlikeli. Fotoğraf çekemeyeceğiz.
Bu da başka bir handikap. Sinop'da evini bize açan Mehmet aklıma geliyor. Mehmet meteoroloji de çalışıyor. Hayatta her şeyin bir sebebi vardır, hiç bir şey tesadüf değildir. Hemen bir mesajla yarının hava durumunu soruyorum. Gelen cevap yüzde 90 havanın açacağı müjdesini veriyor. Benim deli ekibe dönüp "Bu gece araba da yatıyoruz" diyorum. Metehan hemen arabadan inip arabayı daha güvenli bir yere alma gibi konulara yöneliyor. Gül yiyecek torbasını alıyor. Neyimiz var neyimiz yok ne yiyebilirizi kontrol ediyor. Ben rota üzerine çalışıyorum. Öyle bir yerde konaklıycaz ki, bir tarafımız uçurum, diğer tarafımız tepemize yıkılacak gibi duran bir kaya. Çadır kurabileceğimiz bir alan yok. Dışarısı zaten çiğden sırılsıklam ve buz gibi. Ağustos ayındayız ama Karadeniz için pek birşey farketmiyor. Uzakta ki köylerin ışıklarını görebiliyoruz. Tek korkum gece birileri yoldan geçerse bizim aracı görmeyip çarpması. İşte o zaman D-915 yolunu uçarak inen ilk insanlar olabiliriz. Bu korkularla erkenden uyuyoruz. Öyle yorgunuz ki. Gece yarısı Metehan beni birkaç kez uyandırıyor. "Bak Bahar sisler kalkmaya başladı, yol gözüküyor" diyor. Kalkıp kalkıp bakıyorum. Rüya mı gerçek mi bilemiyorum.
O karanlık havada bu yol nasıl böyle parlayıp görülebiliyor. Sabah gözümüzü pırıl pırıl bir güneşle açıyoruz. Nasıl bir mutlulukla uyandık. Bu güneş başka bir güneş. Arabadan inip yarın başına geldiğimde aşağıda ki yolu görüyorum. Tam tepesinde uyumuşuz. Filmlerdeki gibi, hayal gibi. Uzaklarda çağıl çağıl sular şelale gibi yollara dökülüyor. Her yer yemyeşil. 9999 kare fotoğraf çektikten sonra yola başlıyoruz. Rastgele "darigo saçlar ela" türküsü çalmaya başlıyor. Bu yolun şarkısı bu oluyor. Bu yazıyı bu türkü eşliğinde okumak sizin yararınıza. Kaniş köpekler gibi arabanın camından sarkıp tekerleğin uçurumun kenarında gidişlerini seyrediyorum. Parıl parıl parlayan güneş bir önceki güne inat bize tüm hünerlerini gösteriyor. Yüzümdeki hafif meltem esintisini ve mis gibi kokan doğanın kokusunu duyuyorum
"www.dangerousroads.org " sitesinin yetkilileri, Bayburt- Trabzon sınırında yer alan, Soğanlı Dağı’ndaki 29 keskin virajlı (alıntı)D- 915 yolunu 'dünyanın en tehlikeli yolu' seçti. Rus askerleri tarafından 1916 yılında yapıldığı ve o dönem 'ölüm yolu' olarak adlandırıldığı bilinen güzergahta virajlar, tek seferde dönülemiyor. 'Derebaşı virajları' diye bilinen yol, Trabzon ile Bayburt'u, en yakın yer olan 3 bin metre yükseklikteki Soğanlı Dağı üzerinden birbirine bağlıyor. Yol, zorlu arazi koşulları nedeniyle yılın 5- 6 ayı kar yüzünden kapalı kalıyor. (alıntı)
Bu bilgilerle çıktığımız yolda kendi deneyimlerimizi yaşıyoruz. 29 keskin viraj, dön dön bitmiyor. Bitsin de istemiyoruz zaten. Oldukça yavaş iniyoruz. Virajlar tek seferde dönülemiyor. Karşıdan araba gelirse naparız derken evren sesimizi duyuyor ve bize bir araba yolluyor. Allahtan viraja yakınız. Virajda birbirimize yol veriyoruz da geçebiliyoruz. 20 dakika gibi bir sürede aşağı iniyoruz. Aşağı indiğimizde yukarı bakıyorum. Sadece bir dağ var. Yol yok. Gözükmüyor. Biz buradan mı indik oluyor insan. İnanılır gibi değil. Tepelerden gördüğümüz yola dökülen şelalerde alıyoruz soluğu. Hayatımda girdiğim en soğuk sulara giriyorum. Hemde sabah sabah. Kılıçkaya Köyü- Aydıntepe civarında bu şelaleler. Bu yolu geçmiş olmak neden bu kadar mutlu etti bilmiyorum ama tarif edilemez bir neşe içindeyiz. Devamlı gülüyoruz. Yemyeşil yollardan kıvrıla kıvrıla devam ettiğimiz yol bizi köylerden kasabalardan geçiriyor. Her evde bir Türk bayrağı olması dikkatimi çekiyor. Her yerde Atatürk yazıyor. Otobandan giderken Karaçam Tabelasından girip yolu hiç bırakmazsanız D-915 karayolunun alt kısmına ulaşıyorsunuz. Yukarıdan aşağı inmek bence daha avantajlı ama Uzungöl üzerinden de çok uzun ve zor bir yol oldu.
Paylaş