Paylaş
Gene bizim Marco çeribaşı... Bir telefon, “Müthiş bir ekip kurdum ve güzel bir katamaran da kiraladım haydi 'Guadaloupe'ta buluşuyoruz”. Fransız sömürgesi ama Schengen vizesi yetersiz, Fransız konsolosluğundan ayrı bir 'Okyanus Ötesi' vizesi almam gerekiyor. İki gün sonra vizemi aldım ve Air France’ın Paris aktarmalı konforlu uçaklarının koltuğuna gömüldüm.
Tüm ekip Guadalupe’de bir katamaran güvertesinde buluştuk. Her ne kadar bir yelkenci olarak, katamaran yerine 'Single Hull' tek gövdeli yelkenlileri tercih etsem de, bu katamaranlar düşük su kesimi nedeni ile Karayip koylarını çepeçevre saran mercan kayalıkları arasından kolay geçiş sağlıyor, hatta demir atma yerine baştan kara gümüş kumlara kadar girip saplanabiliyorsunuz. 10 gün boyunca, sırası ile:
Guadeloupe, güneye doğru, Les Saintes (Azizler Adası), Maria Galante, unutulmaz Dominica ve muhteşem Martinique adası rotasını tamamladık. Açık okyanusta fazla değil ama 180 deniz mili...
Ekip hep erkek oldu. İtalyanlar biraz şikayetçi, hatta bir tanesi, “Bu ne yahu askerlik gibi, bahriyedeyiz sanki” dedi. Okyanus seyri kısa ama biraz zorlu geçecek. Aşçımız Ettore: müthiş bir adam... İtalya’nın meşhur şarabı 'Brunelllo di Montalcino' imalatçısı, hatta, “ticari anlamda bu şarabın tüm dünyaca tanınmış olmasını sağlayan adam” dedi Marco. Ettore saatlerce açık denizde yelken altında katamaran arka güvertede yemek hazırlıyor. Marco, “İlişme o bu şekilde kafa buluyor” dedi.
Soldan sağa; Manevi rehberimiz Jeff, Tom ve ben Dominica Adası'nda pazardan dönüyoruz..
Miami’den Tom: Sade bir Amerikalı sandım ama bu yolculuk boyunca hayranı oldum. Maalesef Tom’un son seyahati oldu Miami’deki malikhanesinde yıllardır beraber yaşadığı kansere yenildi. Cenazesine gidemedim, halbuki çok dost olmuştuk. Tom, yıllar evvel Floransa’ya İtalyanca öğrenmeye gelmiş, kendinden yaşça büyük İtalyanca hocasına aşık olmuş, kadın kocasını terk edip Tom’a kaçmış bu nedenle Tom, Floransa’da uzun seneler oturmuş. Dominica Adası'nı terk ederken sancak motor uskurumuzu (Pervane) düşürdük. “14 metre, ben hemen alırım” dedim, uskuru buldum ama ipi bağlayamadan nefesim kesildi. Kanserli Tom, 14 metre daldı, ipi uskura bağladı ve çıktı hiç unutamam.
Riccardo: Marco’nun Floransalı arkadaşı. Çok kibar ve bilhassa sessiz hali ile alışagelmemiş bir İtalyan ve o da şarap imalatçısı. Toplam 5 ahbapçavuş, ilk once Guadaloupe’ı gezdik. Uzun sessiz plajları ile kelebek şeklinde bir ada. Bir kanadı dağlık ve diğer bir kanadı ise düz bir ada.
Tabi ki, teknede bu kadar şaraptan anlayan babalar olunca, alışverişte ilk durak adanın en büyük şarap toptancısı oldu. Sempatik kara derili dükkan sahibi kadın, dünyanın en önemli İtalyan şarap imalatçılarını karşısında görünce neredeyse dili tutuldu. Şaraplar toptan fiyatının da altında ve kolilerce tekneye taşındı. Kumanyamızı da aldık. Tüm alışverişi tekneye bırakacaklar.
Tropikal bahçeler ziyaretinden sonra ilk gün yol yorgunluğu teknemize döndük ve yerleştik. Ertesi sabah çok erken olmasa da vira bismillah istikamet Les Saintes. Akşam üstü güneş kızıllığında adanın sakin koyuna demirledik. Altın pırıltılı koyumavi sularda bir akşam banyosu, aşçılar döktürüyorlar, kahkahalar ve müthiş bir Karayip mehtabı ile ikinci geceyi de gömdük. Ertesi sabah kahvaltıyı karada yapacağız. Çok sempatik bir kasabadan karaya çıktık, yan koydayız.
Les Saintes Adası ana meydanında: Soldan sağa: Marco, Ettore ve Tom
Hoş bir kafede kahvaltımızı yaptık. Ekip ekmekleri çok beğendi hemen fırın soruldu ve o bahane ile Les Saintes Adası arşınlandı. Fırınımızı bulduk ve bol bol çeşitli ekmekler alındı. Öğle yemeği için ne pişirelim kavgası başladı. Günümüzün yarısı ne pişirelim ve nasıl pişirelim kavgası ile geçiyor. Kader utansın teknede herkeş gurme arkadaş. Sakin öğleden sonraları, arkadaşlarımız kitaplar. Marco’ya bir İngilizce Piri Reis kitabı hediye ettim, okuyup okuyup herkese anlatıyor. Nitekim seyahatin sonunda herkeş bir “Piri Reis hastası” olacak… Ertesi sabah erken kalkmayacağız, ada tembelliğine büründük artık. İkinci adamız Marie-Galante’yi fazla anlatmayacağım iştahımızı saklayalım hiç unutamayacağım Dominica’yı...
Ada yerlileri yani 'Arawaklar' adalarda ilaç gibi artık, hiç bulunmuyorlar. Beyaz adam ya bu nazik ve sessiz ırkı öldürmüş yada salgın çiçek hastalığından yok olmuşlar. Tamamen volkanik bir dağ olan Dominica ise hiç uzun müddet koloni olmamış. Fransızlar gelmişler ama sonra İngilizlere vermişler. İngilizler de pek sevmemişler. Sadece volkanik bir dağ ve sık sık patlıyor ve hala faal. Yerli halk İspanyolca ve Fransızca konuşmuyorlar, tuhaf bir lisan ve kırık bir İngilizce konuşuyorlar. Aralarında konuştukları İngilizceyi anlamak zor ama bizimle konuşurken düzeltiyorlar. Bir otelin iskelesine bağlandık. Başka tekne yok ve hiç gelmedi. Tuhaf bir adam çıkageldi ve bize yapıştı. Jeff az konuşan ama devamlı meraklı gözler ile bizleri izleyen bir adam. Alışveriş yapacağız dedik ve hemen bizi müthiş bir pazara götürdü. Herkes arkadaşı ve belli ki adada çok seviliyor. İki gün kalacağımız Dominica’da 4 gün takıldık. Bir pick-up kiraladık ve tropical ormanlara gittik. Hiç görmediğimiz ve bir daha göremeyeceğimiz bitkiler ve meyveler gördük. Şelaleler altında yıkandık. 115 yaşındaki Arawak nineyi görmeye köyüne gittik ama uyurken görebildik. İki gün sonra adanın güneyinde demirlemenin yasak olduğu bir koya doğru yelken açtık.
“Scotts Head” enteresan bir mekan, ince ve taşlı bir plaj ama bir tarafı dalgalı okyanus diğer tarafı sakin. Demirlemek yasak, deniz altındaki mercan kayalıklarını koruyorlar. Sadece tek bir şamandıra var, Jeff sayesinde ona bağlandık. Hayatımın en sakin iki gününü geçirdim. Dominica’yı terk ederken gözlerim doldu, bu ada beni öldürdü yüreğimizden bağlandık kimsenin sevmediği üvey adaya. Son adamız Martinique’e doğru yelken açtık. Arkamızda sivri bir yanardağ kraterinden ibaret olan bu esrarangiz ada yavaş yavaş ufukta kayboldu. Okyanus burada biraz azdı Martinique büyük bir ada. Kuzey ucu göründü. St. Pierre adanın kuzeyinde, 1635 de Fransızlar tarafından ele geçirilmiş ve adanın kültürel başkenti olmuş. 1905 de büyük bir volkanik patlama sonucu tamamen yanmış. Küller üzerinde bir şehir. Martinique bu yazıya sığmayacak ama devam edeceğiz. Çok enteresan bir hikayem var. Bir rivayete gore Osmanlı’nın devrimci valide sultanı Nakşidil Sultan’ın memleketi bu ada. Sekiz yaşında saray hayatına katılması kendisi de Martinique’li olan kuzeni ve Napolyon’un eşi İmparatoriçe Josephine’nin yanına yollanmış. Dönüşte Kuzey Afrikalı korsanlar tarafından kaçırılmış ve sonunda Istanbul Topkapı sarayına yollanmış. “Bir bilene soralım” hakkımı kullandım ve İlber Hoca’ya sordum. “Hayır efendim ne münasabet” dedi ama ben inanmak istiyorum ya… Haftaya...
Paylaş