Paylaş
“Gene bizim Marco, çeribaşı... Bir telefon; “Müthiş bir ekip kurdum ve güzel bir katamaran da kiraladım, haydi Guadaloupe’ta buluşuyoruz!” Beş arkadaş Fransız sömürgelerinden Guadaloupe Adası'ndan (Karayipler’de 'Kelebek Ada' olarak anılır) bir yelkenli ile yola çıktık. Güneye doğru, Les Saintes (Azizler Adası), Maria Galante, unutulmaz Dominica ve muhteşem Martinique Adası rotasını tamamladık. Bir rivayete göre, Osmanlı’nın devrimci valide sultanı Nakşidil Sultan’ın memleketidir bu Martinique Adası. Sekiz yaşında, saray görgüsü vs öğrenmesi için kendisi de Martiniqueli olan kuzeni ve Napolyon’un eşi İmparatoriçe Josephine’nin yanına yollanmış. Dönüşte, Kuzey Afrikalı korsanlar tarafından kaçırılmış ve bir şekilde sekiz yaşında İstanbul Topkapı Sarayı’nda bulmuş kendini.
Not: Bu olay birçok tarihçi tarafından onaylanmamıştır. Sadece bir tevâtür (söylenti) olarak kabul edilir.
Ada güneyinde 'La Pagerie' (Maison Familiale de l'Impératrice Joséphine) 'İmparatoriçe Josefin’in Aile Evi Müzesi'ne gittik. Siyahi kibar müze görevlisi Hanımefendi’ye "Josephine’nin kuzeni Aimée Du Duc de Rivéry de burada mı büyümüş?” dedim. Cevap ise dudağımı uçuklattı, “Aaa Osmanlı Kraliçesi Valide Sultan’dan mı bahsediyorsunuz? Esas aile reisi Aimée’nin babası. Onun malikânesi kuzeyde, burası küçük kardeşinin daha mütevazı evi.”
Ertesi gün çok güzel ve manzaralı yollardan 150 km. adanın kuzeydoğusuna kadar ulaştım. Bir süre sonra yol, toprak olacak ve arabayı yol kenarına bir ağacın altına park edeceğim. İn ve cinlerin top oynadığı ovalar ve tepelerden denize doğru ineceğim. Çok sihirli bir mekâna ulaşacağım.
Burası bir koy ve görüldüğü gibi mercan kayalığı tuzakları ile çevrili. Gemiler sadece gece vakti, ellerinde fenerleri ile sandalcılar eşliğinde girebiliyorlar.
Yanıma kameralarımı aldım ama fotoğrafımı dahi çekecek kimsem yok. 'Selfie'ler ile idare etmek zorundayım. Burası Osmanlı Valide Sultanı, I. Abdülhamid’in haremi, Sultan II. Mahmud’un manevi annesi, Nakşidil Sultan’ın doğduğu malikânenin kalıntıları.
NOT: Bu olay, tarihçiler tarafından teyit edilmemiştir. İlber Ortaylı Hoca “Geçiniz canım, ne münasebet” dedi mesela. Ben ise yazmadan edemedim. Haftaya Kuzey Afrika ve Osmanlı hareminden geçerek Valide sultanlığa kadar uzanan inanılmaz bir maceranın sonunu anlatayım.
Yazının devamı…
Aimée’nin babası 'Henri du Buc de Rivery' (1748 - 1808) Martinique Adası'nda zengin bir toprak sahibi imiş. Şeker kamışı ekiyorlarmış ancak ada halkı biraz yavaş ve gönülsüz imiş. Afrika’dan gemileri ile işçi köle getirmeye başlamışlar. Nitekim şatoları, adanın tam Afrika’ya bakan kuzeydoğu ucunda. Adadan diğer çiftlik sahibi dostlar da Afrikalı köle satın almak isteyince, bakıyorlar ki köle satmak daha fazla ve kolay para sağlıyor, başlıyorlar köle ticaretine. Ama ilâhî adalet tecelli edecek, Fransa’da imparatoriçe büyük kuzeninin yanına ve rahibe okuluna yollanan Aimée, adaya dönerken gemi Kuzey Afrikalı korsanlar tarafından zaptedilecektir. Altın sarısı lüle saçlı, zeki bakan masmavi gözlü sekiz yaşındaki kız çocuğu esir pazarında satılmaz ama Cezayir Dayısı, değerli bir hediye olarak kızı İstanbul’a Sultan’a yollar. I. Abdülhamid karşısında Fransız saray usulü reverans yaparak Fransızca konuşan kız çocuğunu görünce, çok keyiflenir. Fransızca lisanı kulağa hoş gelmektedir. “Nakış dilli bir çocuk bu” der. Nakşidil, yetişmesi için hareme alınır. Tam o sırada Abdülhamid’in gözdelerinden birisi, doğum sırasında hayata veda eder. Nakşidil’e ise sıkılmasın, oynasın diye yeni doğan çocuğa bakma görevi verilir. Sekiz yaşındaki kız çocuğu, bebeği görünce adeta büyülenir. Küçük şehzâde Mahmut da Nakşidil’i annesi gibi görmeye ve sevmeye başlar.
Şatonun kalıntıları arasında ahşap bir kulübede bu fotoğraf yer alıyor. Altındaki plakette yazanlar: "Aimée Dubuc de Rivery, Valide Sultan olduğu rivayet olunur. 1776-1789" 1788’deki portresinin 1851 yılında Berger Levraut tarafından taş baskı için kazıldığı sanılıyor. La Caravelle bölgesinin idarecisinin kızı olarak Nantes şehrine yollanır ve 1788’de hâlâ orada olduğu bilinmektedir. 1789 yılında denizde kaybolmuştur ancak hiç Türkiye’de bulunmamıştır.
Bu yazının ailenin ısrarı ile oraya konulduğu söylenir. Nitekim baba, kızının hiçbir zaman Türkler tarafından esir alındığını kabul etmemiş; “N’ayır n’olamaz bu benim kızım değil, benim kızım okyanusta kayboldu” demiş. Ama bir şekilde de Napolyon aracılığı ile İstanbul’un Fransız sefirine haber uçurmuş ve ricada bulunmuş. Sefir, Abdülhamid’in huzuruna çıkarak, “Ekselansları hareminizde bir Fransız vatandaşı esir imiş” dediğinde, Sultan derhal Nakşidil’i çağırtmış. Nakşidil, altın işlemeli kadife kaftanı, mücevherler ve değerli taşlar ile bezenmiş cepkeni ile maiyete teşrif etmiş. Nakşidil’in sefire Fransızca, “Ben hiçbir yerde esir değilim, ülkem ve köyüme, aileme selamlar söyleyin, ben burada bir cihan sultanıyım” dediği rivayet olunur.
Okuduğum yabancı bir kitap şöyle tarif eder Nakşidil’i:
“Altın sarısı saçları, beyaz şeffaf teni, pembe renkleri ile diğer kadınlar arasında hemen fark edilirdi. Türk usulü giyinirdi. Hafif yana yatmış kafasının üstünde mücevherler ile bezenmiş bir kepi vardı. Beline kadar sallandırdığı saçları arasında sanki gelişigüzel serpiştirilmiş gibi parıldayan elmas ve altın parçacıkları, aslında altın sarısı saçları arasına özenle yerleştirilmiş idi.”
Nakşidil, Abdülhamid’in ölümünden sonra yerine geçen yeğeni III. Selim tarafından eski saraya yollanmamış. Sanatkâr ruhlu, şair, besteci ve yenilikçi III. Selim’e Fransızca dersleri verdiği söylenir. Nakşidil, reform karşıtı yeniçerilerin III. Selim’i parçaladıkları saray baskını sırasında, manevi oğlu Mahmut ile harem dairesindeki şömine bacasına saklanarak kendini ve küçük Mahmut’u mutlak ölümden kurtarmış. II. Mahmut, ileride tahta geçecek ve Nakşidil ise Valide Sultan olarak kabul görecektir. III. Selim’in ve II. Mahmut’un yenilikçi hareketlerinde parmağı olduğu bilinir.
Karayip adalarının tropical güneşinde kavrulmuş olarak İstanbul’a döndüğümde, 1817 yılında tüberkülozdan ölen Nakşidil Sultan’ın türbesinde bir fatiha okudum. Bir Valide Sultan’ın doğduğu ve toprağa verildiği yerler arasında kuş uçuşu 10 bin kilometre var. Birkaç gün ara ile her iki mekânda da bulunabilmek müthiş bir his idi sevgili dostlar.
.
Paylaş