Paylaş
Yıllar dolu dolu yaşayarak geçtikçe kararlarda daha seçici olunuyor. Öyle ya da böyle zaten gitmek zorundaydım.
O zamanlarda Ürdün’ün başkenti Amman’a her gün THY uçuşu vardı. Gece yarısı da Amman-İstanbul dönüşü ile 2.5-3 saatlik kısa bir uçuş ile varılıyor. Yani çok zahmetsiz bir yolculuk olacak gibi görünüyordu.
Yıllar önceki bir vaka olsa da şu an gibi hatırladığım, havaalanında bagaja verdiğim bavulumu Amman’a varınca bir süre aradıktan sonra köşeye atılmış bulmuştum. Ama hiç olmazsa bulmuştum. Bilirim kayıp bavulların akıbetini! Havaalanından otele giderken aklımda İstanbul’dayken bana hatırlatılan bir film var. Orası ‘Indiana Jones’ filmlerinin bazı sahnelerinin çekildiği yer. Mutlaka Petra Dağını ve “treasury” denilen hazineyi görmelisin. Tabii ki listemde en ön sıradaydı. İlk iki gün toplantımız kaldığımız otelde tamamlandıktan sonra kalan iki günde önce Amman şehir turu sonra da ünlü Petra Dağı için tur ayarladım. Bir de Türkçesi Lut Gölü anlamına gelen “Deadsea” denilen bölge var. Oradaki tuzlu deniz suyunun faydalarını okumuştum. Yüksek tuz ve mineral içeriği sayesinde Lut Gölü ürünleri ticarete dönüştürülmüş kozmetik ve sağlık ürünleri olarak iç ve dış pazara dağıtılmakta.
Fakat buraya vakit yetmeyeceğinden rotayı tek seçeneğim kalan Petra Dağı’na tam gün olarak çevirmiştim. Ve nihayet tur aracıyla bölgeye vardık. İlk bakıldığında “ülkemizin sahip olduğu zenginliklerden sonra buranın ne özelliği var ki?” diye düşünülebilir.
Buraya neden gelinir?
Amerikalılar burada film çektiyse mutlaka iyi bir nedeni olmalı? Bakir, çöl, volkanik ve kum renginde çıplak şekillenmiş tepelerden oluşan boş bir vaha görüntüsünde… Renkler, kırmızıya çalan turuncu, sarı toprak renkleri, yeşillik çok az, kayalar farklı şekillenmiş ve sanki kenarlarından sürekli parçalanan oyulmuş bir tünel gibi… Tek kelimeyle kayalardan oluşmuş açık hava tüneli… Artisttik, seyredilesi ve görülesi. Doğal bir sanat eseri… Hakikaten ilk görüş olarak bir film platosu gibi. ‘Petra Visitors Centre’ önünde çekilen fotoğraflar sonrasında ki, her yerde olduğu gibi o günkü devlet başkanı ve oğlunun resimleri bölgeye giriyoruz. Girişteki at ve eşek kiralayanlar hemen dikkat çekiyor. Develer de geçiyor ara ara.
Yürüyemeyenler için bu hayvanlarla farklı taşımacılık seçenekleri düşünülmüş. Gruplar halinde toprak yolda yürümeye devam ediyoruz. Yanımızda mağaralaşmış kayalıklar, farklı şekillenmiş tepeler dekorunda biraz da tozlanarak ve susayarak ağır adımlarla ilerliyoruz. Neyse ki tepede çok güneş ve sıcak hava yok. Rahatız yani. Yürürken kayaların aldığı kilise, mağara, merdiven ve bina gibi şekiller dikkat çekiyor. Çok enteresanlaşmayı başladı.
Birden kendimi doğasal farklılaşmış bir ortamda buldum. İnanılır gibi değil. Bu derece ilginç bir yapı beklemiyordum. Gerçekten Kapadokya’nın üzerine yok ama burası ile karşılaştırmak doğru değilmiş. Bu bölge farklı... Kanyonlar, girintili çıkıntılar parçalanmış kayalıklar bir şemsiye, bir ağaç gibi koruyor. Duruşlar asil bir centilmen gibi ışık saçıyor. Kısa tepelerin arasındaki küçük ve dolambaçlı kanyonlardan geçiyoruz. Yarı açık tünel gibi… Ama şekiller bir harika. Kayalara baktıkça sanki birilerinin yüzüyle karşılaşıyorum. Yüzü ve vücuduyla hatta… Bazen de kendime benzetiyorum. Tanıdık gibi geliyor, çok eskilerden birilerinin yansıması mı acaba? Yoksa kafamda oluşturduğum hayallerin görüntüsü mü, kendim miyim? Kafam karışıyor. Hay Allah, ne kadar da benziyor. Çok sevip kaybettiklerim, hayran olduklarım geliyor aklıma. Özlediklerim de…
Kayaların arasındaki gölgede kalmış oyuklardan bana bakıyor gibiler. El sallamak istiyorum. Daha dikkatli baktığımda göremiyorum bu kez. Neden kayboluyorsunuz? Haydi, çıkın yine. Peşinden gitsem ben de kaybolur muyum ki? Bazen çok istiyorum yapamıyorum. O zaman yapabileceğim tek şey arkamda onlarla fotoğraf çektirmek. Tam fotoğraf çektirirken hızla gelen bir atlı beni çekiyor. Avazım çıktığı kadar bağırmak istiyorum ama hayır! Bağırmıyorum. Beni kavradığı gibi arkaya oturtuyor. Tehlike yok, aksine buna ne kadar da hazırmışım. Çok zevk alıyorum. Tanımadığım sadece gözü açıkta birine aniden güveniyorum ve sıkı sıkı sarılıyorum. At dörtnala giderken çevredeki güzellikler bir film gibi geçiyor. Tozlu ve eski bir filmin içine dalıyorum.
Sadece atın nal sesi, kendimin ve sürücünün nefesi var doğada. Bir de tozlu havadan görebildiğim kayadan oluşmuş yapılar. Çok hızlı gitmeyin diye dokunurken adam arkasını dönüp, “Buyurun ne dediniz anlamadım” diyor. Kendime geliyorum hemen ve yüzüm kızarıyor “pardon” diyorum. Hay Allah ya, meğer yerdeymişim. Keşke bu rüya daha uzun sürseydi! Labirent gibi parçalanmış kayaların arasından yürüdükçe gelen güneş ışıklarının yansımasıyla kendi çocukluğum geliyor aklıma. Bağlarda bahçelerde oynarken hep ağaçtan düşerdik. Her düşmede kalkmayı öğrendiğimi hatırlıyor, hemen doğruluyor ve kanayan dizine bakan çocukluğumu görüyorum.
Karşımda dizindeki kan lekelerini temizleyen ama ağlamayan bir kız çocuğu var ve bana böyle güzel bakarken, oradan ayrılmak istemiyorum. Grup gitsin varsın. Ben burada onunla kalmak istiyorum. Ama bırakmıyorlar ki… Kızıl ortamda dura dura ve atların koşu sesleriyle karışmış tozlu ortamı soluyarak koşturuyorum. Gruptan epey uzaklaşmışım. Ve oyuklar arasından geçerken ki, arada bazen yeşillik de görmeye başladım, bölgenin merkezindeki hazine binasına yaklaşıyoruz.
Tarihte önemli bir hikâyesi ve yaşanmışlığı olan bu ünlü eser buranın en kalabalık yeri. Bir soluklanma ve ziyaret durağı. At ve deve kiralayanların ana durağı. Fotoğrafçıların en çok malzeme buldukları açık sanat alanı… Hakikaten burada kendinizi bir film platosunda gibi hissedebilirsiniz. Ben buraya baktıkça ne görüyorum. Yine yaşanmışlıklarım, sevinçlerim, üzüntüm, hatıralarım, yaralarım ve benzetemediklerim. Tipik bir Türk kahvesi falı gibi…
Arkalarını dönmüşler de görüyorum. Acaba şu mu bu mu, neden kırıldılar? Sevdiklerim, sevemediklerim ve kaybettiklerim. Bir ressamın tuvalinde çizilmiş gibi arkamda dekor. Neyi anlatıyorsa? Belki de hiçbir şey veya tanımsız hatta her baktığında başka bir şey!
Sonra, daha geniş bir araziye çıkıyoruz. Kapadokya misali mağara evler, kilise ve mutfak ayrıca taştan yaşam alanları. Şato ve kaleler. Yıkık dökük olsa da tanımlayabilirim. Biraz daha bakacak vaktim olsa oradaki hikâyeleri de… Kim bilir hep merak ederim yaşananları…Yanımda tozuta tozuta yine bir atlı geçti. Deve veya eşek binerek tecrübem olmuştu. At olmadı. Ama iyi bir binici olmak isterdim. Tıpkı filmdeki gibi… Ağzım burnum saha tozu dolarak ve tozutarak at üzerinde koşturabilmek. Bu kez yapamadım. Ama hayal ettim. Öyle özendim ki… Kâh iyi bir binicinin arkasında kâh kendim kullanarak. İkisi de olur. Başımı sararak ve sadece gözümü açıkta bırakarak bu vahayı at üzerinde geçeceğim. Bir gün… Herkes bakacak ve imrenecek. “Kim bu” dedirtecek kadar iyi bineceğim!
Fotoğraflar: Arzu Baloğlu
Paylaş