Paylaş
Blue Lagoon havaalanına çok yakın olduğundan tur şirketleri Reykjavik şehrine girmeden önce buraya getiriyor. Muhteşem yerel rehberimiz Alex’in eşliğinde ilk durakta inerek ki yaklaşık yarım saat sürdü havaalanından, sönmüş volkan yığınları arasındaki taş yoldan tek sıra ilerliyoruz. Herkes ya montuna ya mantosuna sıkı sıkı sarılarak bere ve atkılara rağmen soğuktan uyuşmuş parmaklarla birkaç foto alıyor. Sönmüş volkanların siyahlığı havanın gri görüntüsüyle birleşince kararan ruhlar, birazdan girecekleri olağanüstü gölü düşündükçe ışıldıyor. Sanki gökyüzü tersine dönmüş gibi karşımızda.
Dışarıdaki buz gibi havadan içerideki resepsiyona girildiğinde birbirinden sıcakkanlı, güler yüzlü ve sempatik İzlandalı gençler tüm enerjileriyle karşılıyor. Ne kadar kibar ve içten bu gençler. İşlerini sevdikleri görülüyor ve turistlerin her sorusuna sabırla ve güler yüzle cevap veriyorlar. İçerideki sımsıcak ve bol enerjili ortamı görünce tiyatro perdesi değişmiş gibi bir adaptasyon ihtiyacı doğuyor. Biraz dinlendikten ve ısındıktan sonra fazla beklemeden bu özel fırsatı bir an önce yakalama zamanı!
Biraz heyecan, biraz endişe ve kaygılarla karışık bir duyguyla dolap anahtarı alındı ve soyunma salonlarına aceleyle geçildi. Soyunma odası epey kalabalık ama kimse birbirini rahatsız etmiyor ve saygılı. Yine uluslararası bir ortam ki en keyif aldığım kalabalık. Sakin ve birbirine saygılı. Buradan sonra bir an önce göle girip resimlerdeki gibi keyfi yaşayabilmek herkesin tek düşüncesi. Fazla vakit kaybetmeden mayo, havlular, bornoz vs. organize edip gölün olduğu volkanik ve tahta bölüme geçmeli. Kolumuza manyetik mavi bir bant takmayı unutmadan. Başka türlü geçiş verilmez. Her şeyi çok acele tarafından ayarlayıp dışarı çıktım ki “Aman Allah’ım, bu nasıl bir güzelliktir”. Eşsiz bir doğa servetinin içinde kendimi nasıl özel ve şanslı hissettim anlatamam. Bu mavi renk, ömrümde gördüğüm en muhteşem mavi ve altında kaynayan volkanın etkisiyle ısınan termal su yüzeyinde yarattığı buharlarla tencerede fokurdayan kocaman ve sağlıklı bir sütlü tatlı gibi.
Durgun ve sığ göl suyunun Turkuaz renginde keyif yapan çeşit çeşit insanlar. Çoğunun elinde içtiği bir içecek var. Bunları nereden alıyorlar? Gölün içinde yiyecek içecek satan küçük ahşap bir kafe var. O kafede kuyruğa girmek lazım. Ama kuyruktayken de göldeyiz zaten… Birbiriyle şakalaşarak ve nezaketle beklenen kuyrukta sıra hemen geliyor, kendi içeceğiniz ile küçük adımlarla suda yürüyebilirsiniz. Turkuaz rengi mavi suyun içinde yer yer dumanlar çıkmakta. Bu dumanlar arasında kaybolmuş insanların silik görüntüsünün sıcaklığı havanın soğukluğunu unutturuyor. Oysaki dışarıda hava gerçekten çok soğuk neredeyse sıfırın altında ama hiç üşümüyorsunuz.
Kaynayan volkanik su ve buharlar volkanik kayalarla çevrilmiş. Gölün içinde merkezden uzaklaştıkça Su buharlarının renginin bazen kahverengiye çaldığı görülüyor. Değişik renklerde çıkan buharlar göle ve içinde bulunan insanlara öyle bir mistik hava katmış ki her resim karesi bir sanat eseri yarışmasına girebilecek özellikte. Volkanların yakınından alınan kükürtlü malzeme yüzlere uygulanınca birçok kadın boyalı Kızılderili gibi ışıldayan suda poz veriyor. Bone giymek zorunlu değil. Başı serbest bırakmışlar ama mayosuz kimseyi görmedik. Aksine herkes mayolu hatta dışarıda bornozlu üstelik.
Çeşitli aksilik ve yorgunlukla geçen onca saatten sonra burada olmak öyle rahatlatıcıydı ki, üzerimdeki tüm gerginlikler gittiği gibi hiç de buradan ayrılmak istemedim. Mineralli suyun içerdiği maddelerden ötürü de ağrı ve deri hastalıklarına iyi gelebilir. Hem ruhsal hem fiziksel sağlık veren bir yerdeyim. Ne mutlu bana! Şifalı kaynar suyun içinde yüzde maske elde meyveli gazoz ile yürümeye çalışırken havanın ve toprağın karanlığına rağmen böyle özel bir doğa zenginliğin içinde olmanın dayanılmaz keyfini hissetmeye çalıştım. Ki nasıl bağlayıcı ve kıskançtı. Artık zaman geldiğinden çıkmak lazımdı ama çıkamıyordum. Bırakmıyordu beni bu çekim…
Daha geriye daha uzağa yürümeye çalışırken beni görenler ikaz ediyordu. “Uzaklaşmayın lütfen” Oysaki beni bu müthiş ve rahatlatıcı ortamda eğlenen insanlar ve âşıkların romantik anları da etkilemişti. Onlara doğru ipnotize edilmiş gibi ufak adımlarla yürüyordum suda.
Öte yandan, böylesi termal sularda uzun süre kalmanın doğru olmadığını istemesem de hatırlıyor kendimi geri çekmeye başlıyordum. Yazık ki çıkmam gerekecekti. Ama ayaklarım müsaade etmiyordu. Su beni daha içine istiyordu. Bu zamana kadar hiç yaşamadığım bu çekimden kurtulmam gerekiyordu. Herkes birer birer sudan çıktığını görüyordum. Başka şansımın olmadığını görünce en yavaş adımımla kıyıya yürüdüm istemeyerek.
Gölden yavaşça çıkarak tahta zeminde asılı bıraktığımız bornozlarımızı aldık. Yüzlerdeki mavi beyaz maske ile bornozu giyerek arkama tekrar dönmeden içeri girdim. Hiç de üşümemiştim hâlbuki ama yine de herkes gibi bornoz giydim. Akşam olup hava daha da kararırken suyun üstündeki buharların arttığı görüldü. Mavinin rengi de daha bir koyulaşmıştı. Sanki üç boyuta geçmiş gibi bir görselliğe geçince sanat olarak çok farklı bir an olmasına rağmen açık havada daha fazla kalmak doğru olmayacaktı, üşütebilirdim.
Dönüş için en son hazırlanıp otobüse binen bendim. Şimdi üzerimde hala tüten mavi lagün buharları, yüzümde gerilmiş cildimin kuruluğu ama canlanmış bedenimle yeni maceralara hazırım…
Paylaş