Paylaş
Uzun yıllar önceydi. Danışmanlığını yapacağım yazılım sisteminin eğitimi bu kez Prag’da olacaktı. O zamanki kafayla ne üzülmüştüm! Bilmediğim bir yer ve de hiç kimseyi tanımıyorum. O zaman şimdiki gibi turistik değildi. İki hafta bu şehirde kalmam gerekecekti ve öncesinde hiç de iyi duyumlar almamıştım. Hatta bana “Ne diye gidiyorsun bekle, bu eğitim daha doğru düzgün bir şehirde tekrarlanırsa gidersin” diyenler bile oldu. Kafam karışıktı ama o eğitimi almam gerekiyordu. Mevsimlerden kıştı ve ne kadar soğuk ve puslu bir şehir olduğunu tahmin ediyordum. Her zamanki gibi etrafıma danıştım ama kimseyi dinlemeden katılmaya karar vermiştim. Her türlü uyarılara ve olumsuz görüşlere rağmen çok istiyordum ve gidecektim. Kimseye de pek aldırmadım. Zaten tüm gün eğitim ile meşgul olacaktım, geriye kalan zamanda da otelde dersleri çalışırdım. Kendimi oyalardım, hiç şüphesiz. Ancak çok daha önemlisi, Dönüşüm, Dava ve Milena’ya Mektuplar gibi büyük eserlerini okuduğum Franz Kafka’nın doğup büyüdüğü toprakları merak etmiştim. Hele ‘Dönüşüm’ kitabı ne kadar enteresan bir kurguydu.
Yeni bir maceraya heyecanla atıldım
Prag şehrinde ilk gün… Zorlu bir eğitim öncesi kısa bir şehir turu için sokaklardaydım. İlk gün anladım ki elbette çevreden fikir alabilirsin ama kendi gönlünden geçenlerin neler olduğunu iyi duymak lazım. Prag nasıl da romantik bir şehir çıkmıştı. İlk imaj bende “İyi ki gelmişim” duygusu yaratarak acayip bir motivasyon yaratmıştı. Tam da ruhuma uygun bir şehir görüntüsünün içindeydim.
Gecesi gündüzünden gizemli, gündüzü ise ışık altında polisiye bir film izler gibi… Eski şehrin büyük taşlı, dar sokaklarında yürürken kendimi Kafka’yı takip ediyor gibi görüyordum. Sanki ben gerçek değilim, yönetmenin verdiği sahneyi oynayan bir sanatçıyım. Önümde fötr şapkalı ve uzun mantolu sanki eski Amerikan filmlerinden çıkmış beyler yürüyordu. Ya da ben düş görüyordum. Her an sokağa bakan kapılardan biri açılacak ve Kafka çıkacakmış gibi bakınıyordum. Sanki bu şehirde sadece ben ve o yaşıyorduk.
Ne enteresan sokaklardan Kafka’ya benzettiğim birçok insan çıkıyordu ama hemen uzaklaşıyordu ya da ben yine düşlerdeydim. Şu bir gerçek ki, hava fazlasıyla soğuk, buzlu ve pusluydu, hani ısırıyor derler ya! Ve hakikaten yolda kimseler yoktu ki kendi ayak seslerimi duyuyordum. Ayakkabımın hiç bu kadar ses yaptığının farkında değildim. Hakikati bilmesem Flamenko dansçısının ayakkabısını giymiş gibiydim. Bu da beni ürkütmekle beraber hiç olmadığım bir havaya sokuyordu. Öyle bir ruh haline girmişim ki “Haydi dans et” deseler hiç çekinmeyeceğim. Öte yandan bu küçük ve eski şehirdeki gezintime nehir kenarında devam etmeye karar verdim. Çünkü orası daha kalabalıktı. Meğerse insanlar nehir kenarında birikmişti. Birkaç turist grupları ve rehberler çeşitli dillerde şehri anlatıyor. Özellikle zengin tarihi geçmişini... Eski eserlerin tarihçesini özenle dinleyen turistler bir yandan da neşe içinde fotoğraf çekiyorlar.
Kafamı çevirdiğimde bunun nedenini hemen anladım. Vltava Nehri olarak bilinen bu nehir, şehri anıtların süslediği köprülerle ikiye bölmüş ve insanlar bu zengin tarihi olan köprülerde keyifle vakit geçirmektelerdi. İki yakayı bağlayan bu köprüler şehrin mistik ve romantik havasının neredeyse mimarı gibiydiler. Yürüyerek geçmenin daha keyifli olduğu köprüler, buluşanlar, fotoğraf çekenler ve diğer sanatçılarla doluydu. Yani ilk defa bu kadar halk ile iç içe yaşayan köprüler görmüştüm.
İlk görüşte en çok beğendiğim köprünün adı ‘Charles Bridge’ (Karl Köprüsü) imiş. Trafiğe kapalı, heykeller ve diğer sanat eserleriyle bezenmiş son derece büyüleyici görünen bir köprüydü. Köprüyü birkaç kez geçip dönerken acaba “Kafka bu köprüyü geçerken ne yapıyordu?” diye kendimce hayaller kuruyordum. “Günde kaç kez geçiyordu, genelde yalnız mı yürürdü?” gibi deli sorular aklımdan geçiyordu. Köprüyü geçtikten sonraki hafif rampalı yol üzerinde de çok hoş küçük kafeler vardı. En tepedeki kafelerden birinde özelikle şehrin akşam ışıltısını seyrederek bir şeyler içmenin zevkini atlamadığımı söyleyebilirim. Daha sonra ise tam bir hafta boyunca hiç otelden çıkmadım. Akşamları metro ile şehre gitmeyi sevmedim. Kendi dillerinde metro istasyonları yazmakta, anonslar yine kendi dillerinde yapılmakta olduğundan yabancılar için metronun kullanımı zordu. Ayrıca kaldığım otelin en üst katına kurulmuş yüzme havuzunda yüzerken şehrin gece görüntüsünü seyretmeyi daha çok sevmiştim. Hele Prag Kalesi’nin ve eski eserlerin pırıltılı güzellikleri. Gece puslu da olsa tarihi eser aynı dokuda aydınlatılırsa büyüleyici oluyor.
Havuz keyfi sonrası ise bizim grubun eğitmeni ile otelin kafesinde buluşup sohbet etmek daha çok işime gelmişti ama hafta sonu Prag Kalesi’ni gündüz görmeyi ihmal etmedim. Bunun dışında şehirde gezerken tekstil ürünlerini hiç kaliteli bulmamıştım şimdi nasıldır bilmiyorum. Oraya özgü bir hatıra olarak aklıma hiçbir şey gelmiyor. Ancak elbette çeşitli hediyelik ürünlerin satıldığı çekici hediyelik eşya dükkânları burada da mevcuttu.
Fırsat buldukça Prag’ı gezerken insan ister istemez bir şey yaratası geliyor. Şehir kendine has öyle bir tarihi dokuya sahip ki... Bu görüntüyü çirkinleştirecek yeni bir yapı görülmüyor. Modernlik burada ancak çirkinlik getirebilir. Özellikle eski şehir tarafı bir turist için tek bir tur ile doyulacak gibi değil. Yol bitince doyulmuyor illa ki başka yollara dalıyorsunuz, keşfedilmemiş bir yer olmasın diye hep gözünüz bir ayak izi arıyor. Hep biri sanki takip etmenizi istiyor. Bazen bir şeyler ayak izine benzer bir işarete benziyor. O yana dalıyorsunuz. Yine yok. Tersi yola giriyorsunuz, hatta adımlarınızı daha da sıkı atarak çabalıyorsunuz. Nafile, yine ulaşılmıyor. Gölge bir çıkıyor, bir kayboluyor. Galiba yakalayamayacaktım. Tek ulaşılan şey Franz Kafka’nın eserleri. Neyse ki, onlara kolayca ulaşılabilir. Ölümsüzlüğün ancak kitaplarda olduğu gerçeğiyle, takibi bırakmış ve dönüş yoluna girmiştim.
Paylaş