Paylaş
Yol, aslında hem çok yakın hem de oldukça zor ve uzun bir parkur. Bu bölge, Kafkas dağlarının en yüksek tepelerinin bulunduğu ve Avrupa'nın en yüksek rakımında yani 3000-5000 m yüksekliğinde yerleşimi olan doğa renklerinin ışıltısında parlayan bir arazi.
Gürcistan ülkemize komşu olması durumuyla hele Hopa’ya yaklaşık yarım saatlik bir mesafeden dolayı ulaşımı kolay gibi görünen bir ülke. Öyle olmasını beklerken ilk sıkıntı gümrük geçişinde yaşandı. Sıcak ve havasız bir ortamda uzun bir kuyrukta beklerken bir de yavaş bilgisayar sisteminin etkileriyle sıkıntılı bir giriş-çıkış olduğunu üzülerek belirtmem lazım. Bu geçiş aşaması sorunlu ve turisti bunaltabiliyor. Daha sonrasında ise rahatlıkla ulaşılan Batum şehrine varmak mümkün.
Ülkeye girişte yaşanılan yavaşlığın meğer sadece girişte veya sistemin getirdiği yavaşlık olmadığını daha sonraları anladım. Genelde ülkede bir ağırlık ve hatta yavaşlık vardı ki bu çoğu zaman bizim gibi turistlerde sıkıntı oldu. Yavaşlık derken bize göre bir ağırlık anlamına geliyor. Yoksa ülkenin nüfusu sadece 4 milyon civarı. Bizimle karşılaştırılamayacak kadar az bir nüfus. Ve bu sakinliğe rağmen ağır çekimde bir hayat hüküm sürmekte. Bu konu çok önemli görünmese de bizim gibi sabırsız ve hızlı bir toplum için ne kadar sineye çekilebilir bir mesele bilemiyorum. Öte yandan turizm sektör olarak pratiklik ve kaliteli hizmet ister, hizmet edenden güler yüzlü ve hızlı iş bekler, turisti memnun edecek ki devamı gelsin vs.
İlk gün plan dışı gerçekleşen olaylardan ötürü fazla yorucu ve kültür şokuyla geçtikten sonra, uzun ve yokuşlu Mestia şehrine doğru yola çıktık. Yol boyunca keşfedilen manzaralarla çekilen resimlerin keyfi, bozuk ve engebeli yolun verdiği yorgunluğu hissettirmiyordu. Çok şükür ki aracımız becerikli sürücümüz sayesinde 1500 m civarı rakımda bulunan Mestia’ya geldiğinde hakikaten eşsiz bir masal diyarına varış gibi etkilenmiştik. O bozuk yollardan sonraki ilk görüş inanılmazdı. Tepelerinde hala buzul yer alan dağların eteklerinde kurulmuş kuleli taş ve kerpiç evler sanki bir ressam tarafından çizilmiş ve korunmakta.
Yanlarında kulesi olan taş evler ortaçağ döneminde olduğu gibi kalmış olsa da biz meraktan içine dalıp en tepesine kadar çıktık ve Mestia’yı yüksek bir kuleden seyrettik. Kuleye çıkış bir dağcı kıvraklığı ve keşif merakı istiyor. O bozuk ve dar merdivenlerden tozları yuta yuta karanlık bir şekilde çıkmak kolay değil ama hedefe vardığınızda manzara “işte bu” dedirtecek kadar da güzeldi. Kuleye çıkarken dünyanın birçok ülkesinden turistlerle sosyalleşmek mümkün oluyor zira her katta yukarıdan inen ve aşağıdan çıkan turistleri kollamak zorundasınız. Yani kısa bir yakın iletişim işi çözüyor. Hatta kulenin eski ve dar pencerelerinden bakarken sosyal medya arkadaşı bile olmak mümkün. Bu yolda tanışıyorsanız o gerçekten iyi bir gezgindir ve hemen arkadaşlık için ilk adım atılmalıdır fikri geliyor insanın aklına…
Kulelerin, Svan ırkını düşmanlardan koruyan okçular için inşa edildiği rivayet edilmiştir. Kim bilir tarihte ne savaşlar oldu neler yaşandıysa bunlar nasıl güçlü bir duvar gibi koruduysa hayal bile edemediğim bir mekanizma olduğunu düşündüğüm an bırakıyorum bunları ve bu eşsiz manzaranın keyfini sürüyorum.
Orada yaz-kış oturan halk, dünyanın birçok ülkesinden gelen ziyaretçi ve dağcılara ev sahipliği yapmakta, fakat hala turizmle ilgilenen bölümün İngilizce konuşamama ayrıca hizmet yönetimi anlamında da sıkıntıları olduğundan bahsetmek gerekir. Hizmet işi yapan kişinin mutsuz bakışının kendiyle mi ilgili yoksa işle mi ilgili olduğunu çözemedim ne yazık ki. Fakat ne olursa olsun, bir hizmet alırken insan karşısında mutsuz birini görmek istemiyor. İş yapmak istemediğini düşündürecek bir bakışla baktığından zaten içinizden iletişim kurmak da gelmiyor.
Svan bölgesi gerçekten sıra dışı bir hedef. Mestia ve diğer köy ve kasabalar (Kobuleti, Poti, Chalaadi ve Ushguli köyleri gibi…) mutlaka görülmesi gereken yerleşim yerleri. Bu köyler oldukça yüksekte olduğundan ancak 4X4 gibi büyük araçlarla çıkılabiliyor fakat önceden ayarlandığında yeterince araç bu köylere çıkmakta. Çıkarken ve inişte kendinizi bir rodeodaymış gibi hissedebilirsiniz. Hatta midenizin çok dolu olmamasını tavsiye ederim. Bir de yanınızda hep küçük bir şişe su olmalı. Yollar tozlu ve bozuk olduğundan gözünüze ve ağzınıza toz kaçabilir, her zaman dikkati bırakmamak gerekir. Uçurum kenarlarından geçerken, hiç de kolay olmayan anlar yaşanabilir.
Bu ortaçağ köylerinde at binmeyi becerebilseydim ne kadar keyifli olacaktı! Binenler oldu. Daha önce hiç binmeyip ilk defa binenlerin cesaretine hayran olmamak elde değil. Fakat bu harikulade hayvanlar oldukça sakin ve çevreyi bildiklerinden kendileri programlanmış gibi müşterilerini sessizce gezdirip geri dönmüşler. Sırtı kar ve buzul kaplı dağların yamaçlarında atla gezerken, hiç ata bilinmese de sanki yıllardır biniyormuş gibi bir güven geldiğini de hayretle gözlemlemiş oldum. Neticede insanlar gibi bölgenin sevimli atları da sakin ve kendi halindeydi.
Ve tabii koyun, keçi, inek gibi birçok hayvan sahipsizmiş gibi başıboş gezmekte. Kime ait nasıl biliniyor acaba diye sorduğuma “merak etmeyin, onlar ahırlarını bilir” dediler. Bu hayvansal doğal sadakate şapka çıkardım….
Bu arada Ushguli köyü, UNESCO listesinde korunan bir bölge. Bu özelliğinden ötürü de epey yabancı turist çekmekte. Yabancı gençler sıcağa ve zorluklara aldırmadan yürümeye devam ediyor, bir yandan sularını içiyor bir yandan da resim çekiyor. Bölgede her yerde bir araca binmek yerine yürüyen, ata binen ya da bisikletle dolaşan hatta dağlara tırmanan dağcıları takdir ettik. Hiç de eziyet çekiyor bir halleri yoktu. Aksine, yüzlerine aksetmiş bu temiz doğanın renklerinin verdiği yansıma gereken enerjiyi karşılıyor gibiydi.
Doğa sever sporcular ve gezginler için farklı bir keşif rotasıydı. Yollar her ne kadar tozlu, topraklı ve tehlikeli olsa da hatta yolu olmasa da varsın yolsuz olsun. İyi bir gezgin mutlaka bir yolunu bulur.
Korku komedi ile dopdolu bir hafta başlıyor!
Paylaş