Paylaş
Giza, Kahire’nin merkezine çok yakın bir tepenin yamacında. Her gün çöle doğru genişleyip büyüyen kentin güney doğu varoşlarında, Nil’in sol kıyısında, ağaçsız, bitkisiz, taşlık bir alan. Taksiyle yarım saatte ulaşmak mümkün. Orada Sfenks karşılıyor sizi. Piramitleri ziyaret etmenize izin vermeden önce sorguya çekiyor. Yirmi metre yüksekten bakıyor tek gözüyle. Ötekini, eski zamanlarda bağnaz bir Arap emiri topa tutmuş. Sfenks, devasa başı ve tam yetmiş üç metre uzunluğundaki gövdesiyle Keops’un piramidinin önünde duruyor ama eski kaynaklar onun ikinci piramidi yaptıran Kefren’i tasvir ettiğini belirtiyorlar. Sfenks, tam otuz hanedanın saltanat sürdüğü eski Mısır’dan geliyor.
Giza piramitlerini yaptıran Keops, Kefren ve Mikerinos dördüncü hanedana mensuptular. Sfenks, onların piramitlerinin bekçisiydi. Firavunları ebedi uykularında rahatsız etmeye gelen kötü ruhları, daha sonradan bölgeyi istilâ edecek Arapların ‘cin’ diye adlandırdıkları yaratıkları kovmakla görevliydi. Öte yandan hükümdarı simgeleyen ve bu nedenle ‘canlı suret’ anlamına gelen başıyla düzeni de sağlıyordu.
Antik dünyanın yedi harikasından ayakta kalan tek miras piramitler, yakından bakıldığında gerçekten büyülüyor insanı, bir bakıma hizaya getiriyor. Ve şu soruyu sormaktan kendinizi alamıyorsunuz: “Güneş tanrı Amon Ra’nın yeryüzünde cisim bulmuş temsilcisi olduklarını iddia eden firavunlar öbür dünyaya göçtüklerinde bu devasa mezarların, yüzlerce ton ağırlığındaki taşların üst üste koyularak gökyüzüne yükseldiği bu akıl almaz anıtların, yanlarında götürecekleri eşyalarla birlikte onları kurtaracağına gerçekten inanıyorlar mıydı?”
Piramitlerin temelinde kan ve gözyaşı olduğunu da unutmayalım. Firavunların öte yakaya güven içinde geçmelerini sağlayabilmek için binlerce köle, işçi, kalfa ve usta can verdi bu topraklarda. Ama firavunlar egemenliği onlarla değil ruhban sınıfıyla paylaştı. İktidarı tanrılardan devraldıkları için, eski Mısır’da sarayla tapınak birbiriyle bütünleşmiş kurumlardı. Devletle din de öyle. Tapınaklar hiç kuşkusuz tanrılar adına yaptırılıyordu ama asıl amaç ruhban sınıfının desteğiyle firavunun iktidarını güçlendirmekti. Otuz hanedan geldi geçti bu süreçte ama halk ve firavun öteki dünya inancından vazgeçmedi.
He gidi ‘ufka hükmeden Keops’
Mısır mitolojisinden kaynaklanan çok eski bir inanca göre, firavunlardan önce tanrılar hüküm sürdü yeryüzünde. Sonra da yarı tanrılar. İlk firavun Menes’den sonuncusu II.Nektanebo’ya dek tüm hanedanlar onlardan devraldılar iktidarı. ‘Aşağı’ ve ‘Yukarı’
Mısır’ın, bir başka deyişle güneyle kuzeyin birliğini temsil eden şahin ve kobra simgeleri, tanrılardan miras asalarında gerçeklik kazandı. Tahta çıktıklarında biri kırmızı öteki beyaz olmak üzere iki taç giydiler. Ve en güçlü tanrılardan, Horus’la Seth’den icazet ve feyz aldılar.
Yahudiler Mısır’da tutsakken, tek tanrılı dinlerinin peygamberi Musa, firavunun gözünde bir ‘meczup’ bile değildi. Bedevi bir kavmin başıydı yalnızca. Bu kavmin görünmeyen ama her şeye kadir tanrısı Yehova ise firavunun iktidarı devraldığı tanrıların yanında bir ‘hiç’ti. Ama sonunda bu ‘hiç’ kazandı savaşı, çok tanrılı dinler yerini tek tanrılı dinlere bıraktı. Ve mumyalanmış firavunlar bir kez daha esefle döndüler mezarlarında. Oysa Tevrat’ta yazdığı gibi bir zamanlar Musa’nın kavmi üzerine ‘angarya memurları’ koyanlar, ‘İsrailoğullarını şiddetle işletenler ve şiddetle işlettikleri bütün işlerinde, tarlada ve her çeşit işte, harçta ve kerpiçte, ağır işle hayatlarını acı edenler’ firavunlardan başkası değildi.
Keops, hiyerogliflerin belirttiğine göre, ‘Tanrı’, hatta ‘Yüce Tanrı’ olarak görüyordu kendini, ama işin acı yanı, tebaası da onu böyle görüyordu. Bugün tam yüz kırk yedi metre yüksekliğinde, dört hektar genişliğinde ve iki ton ağırlığındaki taşlarla örülü mezarında yatan, iç organları çıkarılmış bir mumya bile değil. Yalnızca bir isim.
Simyacı Keops
Piramidinin bitmek tükenmek bilmeyen masraflarını karşılayabilmek için Keops’un kendi öz kızını genelevde çalıştırdığını eski kaynaklar doğrulamasa da, Herodot’un rahiplerden aktardığı rivayetlerden öğreniyoruz. Bu rivayetlerde ne derece doğruluk payı var bilmem ama Keops’un zalim ve ahlâksız bir hükümdar olarak anılmasında Yunanlı tarihçinin önemli payı olduğu kesin. Firavunlar devrinde geçen popüler romanlarıyla tanınan Christian Jacq, Keops’un gerçekte kültürlü, hatta bilgin bir hükümdar olduğunu öne sürüyor, Mısır’ın kutsal tarihi üzerine ondan daha bilgili başka hiç kimsenin gelmediğini belirterek. Simya alanında hâlâ gizemini koruyan çalışmalar yaptığını eklemeyi de unutmuyor.
Keops’un dev piramidi, çevresindeki kraliçeler için öngörülmüş küçük piramitler ve firavunu öbür dünyaya, nehrin öte yakasına geçirmek için yapılmış ahşap gemilerle daha bir anlam kazanıyor. Eski Mısır’da kadına verilen önemi de kanıtlıyor bir bakıma. Piramitleri pek ufak tefek ama duvar resimlerindeki tasvirleri en az firavunlarınki kadar büyük ve özenli.
Giza’nın en büyük piramidini yaptıran Keops’un günümüze dek ulaşabilmiş tek heykeli yedi buçuk santimetre boyunda. Herodot’un, anıt mezarının yapımı sırasında halkına eziyet etmekten çekinmediğini yazdığı firavun, fildişinden heykelinde büyümüş de küçülmüş bir çocuk gibi. Başında taç, sağ elinde kamçı var ama tahtı bile ona geniş geliyor. Bu orantısızlık her şeyin görece olduğunu bir kez daha anımsatıyor biz ölümlülere. Büyük hükümdarın minik heykelini, başka firavunların heykel, lâhit, kayık ve özel eşyalarıyla birlikte, Kahire müzesinde görebilirsiniz.
‘Doğan Güneş’ anlamındaki adı Güneş tanrısı Ra’dan gelen Keops’un oğlu Kefren, Herodot’a göre altmışaltı, arkeologların son bulgularına göreyse yirmi altı yıl tahtta kalmış. Ve Ra’ya şükranlarını sunmak amacıyla, en az piramidi kadar görkemli bir tapınak yaptırmış aşağıdaki vadiye. Granit sütunları, en az yüz elli ton ağırlığındaki taş duvarlarıyla bugün de ayakta duran tapınak Kefren zamanında firavunun tam yirmi üç heykelini barındırıyormuş. Günümüze bu heykellerden bir teki kalabilmiş ancak. Kefren’in heykelini Kahire müzesinde görme fırsatım oldu. Tanrının koruyucu kanatları altında her türlü tehdit ve tehlikeden uzaktı firavun, “Dünyanın tek hâkimi benim” der gibiydi.
Gizemli güzelik
Piramitlerin nasıl yapıldığı bugün bile tam olarak bilinmiyor. Taşların Giza’ya sekiz yüz kilometre uzaklıktaki Asuan’dan gemilerle taşındığı, yuvarlak keresteler üzerinden kaydırılarak tepenin yamacına dek çıkarıldığı ve giderek daralan bir sıralama düzeniyle üst üste koyulduğu tahmin ediliyor. Piramitlerden en küçüğü Mikerinos’a ait.
Herodot’un anlattığına bakılırsa Mikerinos’a kâhinler altı yıl ömrü kaldığını haber verince korkuya kapılmış hazret. Geceyi de gündüze çevirip tanrıların ona bağışladığı süreyi ikiye katlayabilmek için sarayın her köşesine lâmbalar yaktırıp zevk-ü sefaya kaptırmış kendini. Bu arada dünyalar güzeli kızıyla halvet olmaktan da geri kalmamış. Mikerinos’un, ataları Keops ve Kefren’e göre daha adil bir hükümdar olduğunu biliyoruz. Piramidi de onlarınkine göre daha alçak gönüllü, yalnızca altmışaltı metre yüksekliğinde.
Giriş kapısı altı ay süren aramadan sonra 1837’de Howard Vyse adında bir İngiliz arkeolog tarafından bulunabilmiş ancak. Mumyası British Museum’a götürülmek üzere yola çıkarılmış ama gemi fırtınada batınca Tanrının cisim bulduğu kutsal cesedi denizin dibini boylamış. Mikerinos’u maviliklerde balıklarla baş başa bırakıp yaptırdığı piramide dönecek olursak şunu söyleyebiliriz: Gizli odalara konulan hazinelerin neredeyse tümü, daha firavunlar döneminde yağmalanmaya başlamış ve günümüze dek sürmüş bu yağma. Ama on dokuzunda ölen Tutankamon örneğinde olduğu gibi bazı değerli parçalar, altın ve gümüş takılar, asalar ile vazolar, savaş arabaları da dahil yirminci yüzyıla dek korunabilmiş. Tanrı-hükümdarların öbür dünyada işlerini görebilmeleri için mumyalarının yanına konulan özel eşyaları doğal ortamlarında değil dünyanın çeşitli müzelerinde sergileniyor bugün. Boş mezarlarıysa ölüme meydan okurcasına göğe yükseliyor.
Paylaş