Masalsı güzelliğin arkasındaki ürpertici hikâye

İsviçre’de ülkenin merkezinde, Leman Gölü’yle İtalya sınırı boyunca yükselen Alp Dağları’nın arasına sıkışmış, sarp yamaçlardan akıp giden Rhône Irmağı’nın suladığı, doğal güzellikleriyle olduğu kadar tarihsel mirasıyla da dikkat çeken bir bölge. Beni dehşete düşüren Loeche Kilisesi’nin mahzeninden çıkınca karşılaştığım güzellikle birlikte yaşama sevincim arttı.

Haberin Devamı

Yeşilin değişik tonlarının manzaraya egemen olduğu, gölün mavisiyle dorukları karlı dağların mavisinin birbirine karışmadığı bir coğrafyanın benzersiz güzelliğini taşıyor ve yaşama sevinci uyandırıyor insanın içinde. Bu sevincin bir anlığına da olsa karabasana dönüşeceğini, tepelerden yukarıya, zirveye doğru tırmanan bağlarla çam ormanlarından oluşan doğanın beni ölüm düşüncesiyle buluşturacağını tahmin edemezdim doğrusu. Bölgenin mimari dokusunun, kayaların üzerine tünemiş küçük bir kilisenin mahzeninde sergilenen kafataslarıyla beklenmedik bir anlam kazanacağını tahmin edemeyeceğim gibi...

Loêche, Rhône Vadisi’ne yukarıdan bakan küçük bir yerleşim merkezi... Sokakları, İsviçre’nin tüm köylerinde olduğu gibi, ‘Bal dök yala’ denecek kadar özenle, titizlikle süpürülmüş. Ahşap evlerin balkonları çiçeklerle süslü... Dağlara karşı, güneşli havada bir kadeh yuvarlayabileceğiniz kahve terasları, ateş pahası da olsa yemek yiyebileceğiniz lokantalar var. Eğer mutlaka bir şeyler atıştırmak istiyorsanız, bunu kiliseyi gezmeden önce yapmanızı öneririm çünkü sonraya bırakırsanız iştahınız kaçabilir.

Masalsı güzelliğin arkasındaki ürpertici hikâye


Kafatasından kilise duvarı

Loeche’in, bölgenin diğer köy kiliselerinden pek de farkı olmayan kuytu ve sevimli kilisesini gezdikten sonra, şeytana uyup mahzene indim. Modern bir sergi salonu kadar iyi aydınlatılmış bu rutubetli mekânda İsa’nın çarmıha gerilmiş, acıyla kıvranan çıplak gövdesini çevreleyen duvarların tuhaf rengi dikkatimi çekti. Biraz yakından bakınca donakaldım. Dehşete düşmedim, hayır ama derinden sarsıldığımı itiraf etmeliyim. Yan yana dizilmiş kafataslarından bir duvar vardı karşımda. Göz çukurları çökmüş, yüzleri silinmiş, açık ağızlarından fışkıran tek tük dişleriyle sırıtıyorlardı. “Bir zamanlar biz de sana benziyorduk. Sen de, bir süre sonra, bize benzeyeceksin” der gibiydiler.

Bu tatsız ortamdan bir an önce uzaklaşmak, kaçıp kurtulmak istedim. Ne var ki kafataslarının hangi amaçla böyle yan yana, soldan sağa ve yukarıdan aşağıya dizildiklerini de merak etmiyor değildim. Bir süre ölümü, buradan az ilerde, Raron Kilisesi’nin bahçesindeki mezarlıkta yatan Rilke’nin deyimiyle “İçimde taşıdığım kendi ölümümü düşündüm”. Karşımda kafatasları konuşmuyor, düşünmüyor, gülüp ağlamıyorlardı. Gözleri yoktu ama göz çukurlarını kaplayan karanlığın içinden dünyayı izliyor gibiydiler. Bir zaman olmuş, onlar da yaşamıştı bu dünyada. Murat alıp murat vermiş, acı çekmiş, gün görüp sevinmişlerdi. Derken efendim, ölmüş ya da öldürülmüşlerdi. Kafataslarındaki kurşun deliklerinden anlaşılıyordu acı akıbetleri. Bazıları genç, hatta çok genç, bazıları yaşlı ve sakattılar. Zengin, yoksul, erkek, kadın, çocuktular ve yüzlerce yıldır bir mahzenin duvarında unutulmuştular. Hatta böyle yan yana, birbirlerine yapışmış, kemikten ibaret duruşlarıyla bizzat bir duvardılar. Evet, yalnızca bir duvar. Gerçekte neye yarar bir duvar? Mekânları birbirinden ayırmaya, bir kenti tam ortasından kesmece karpuz gibi ikiye bölmeye, kimi zaman da insanları kurşuna dizmeye yarar değil mi! Ya da dibine çöküp bir sigara tüttürmeye. Bu duvar ölümü sergilemeye yarıyordu. Bu kafataslarının nasıl olup da mezarlarından çıkarıldıklarını, kilisenin mahzenindeki duvara böyle bitişik düzen dizildiklerini bir bilene sorduğumda şu yanıtı aldım:

“Eski zamanlarda, bildiğimiz kadarıyla 15. yüzyıldan itibaren, bu dağlık arazide mezarlığı genişletme imkânı olmadığı için, yeni ölenlere yer açmak gerekiyordu. Bu nedenle eski ölüleri, gömüldükleri yerden çıkarmak zorunda kaldılar. Atıp yok etmeye gönülleri el vermediği için de kafataslarını parlatıp sergilemeye karar verdiler.”

Dışarıya çıktığımda ortalık günlük güneşlik, hava temiz, su saydam, dünya güzeldi. Ölümü çağrıştıran hiçbir şey yoktu görünürde. Dağların gölgesi vadiye vuruyor, ırmak coşkuyla akıyordu. Yaşıyordum çok şükür. “Hâlâ mı” diye soran içimdeki ölüme “Evet, hâlâ” diye karşılık verip yokuş aşağıya bıraktım kendimi, kafataslarının peşimden geldiklerini hayal ederek. Dönüp baktığımda dağları ve alçaktan geçen beyaz bulutları gördüm yalnızca. Rüzgârda dağılıyorlardı. Toprakta dağılan ölüler gibi.

Yazarın Tüm Yazıları