Paylaş
"Aramızda büyük bir fark var, bizim havamız, gökyüzümüz temiz ve pırıl pırıldır. Siz ise Avrupa’da üstünüzde kirli hava ile yaşıyorsunuz, Fabrikalarınız, bacalarınız, oto egzozlarınız, hatta nefesiniz bile havanızı kirletiyor ve bu kötü hava çadırı altında nefes almaya çalışıyorsunuz. Bu çadır yukarıdan gelen enerjileri engelliyor ve geri yansıtıyor. Bu enerji eksikliği ruhunuzu, yaratıcılığınızı, tabiatınızı köreltiyor. Bizim buralarda böyle bir problemimiz yok. Havamız şeffaf, pırıl pırıl, tüm enerjiyi çekiyoruz benliğimize, nefes gibi... Ve yaratıyoruz.”
YARATICILIK TEMİZ HAVADAN GELİR!
Sir Roland Richardson, atölyesinde rengârenk tabloları arasında bana yaratıcılığının temiz havadan geldiğini anlatıyor. Yedi kuşak adalı. Ecdatları 1700 yıllarında gelmiş adaya. Nereden demedim, çünkü kendini adalı olarak tanımlıyor. Roland Richardson Karayipler’de ‘Rönesans’ı (yeniden doğuşu) değil, direkt ‘nesans’ı (doğuşu) yarattığını iddia ediyor.
St. Martin Adası’nın yarısı Hollanda, yarısı Fransa sömürgesi. Fransız tarafının başşehri Marigot çok şirin bir kasaba. Anacadde Rue de la Republique’ten (Cumhuriyet Caddesi) den yürüyelim, sağlı sollu 1700’lerden kalma kolonyalist evler çok romantik. Birazdan Roland Richardson’un sanat galerisine gireceğiz.
İYİLEŞMEK İSTEMİYORUM ÇÜNKÜ HASTASIYIM
Ailesinden kalan bir ev... 1700’lerden. Galeride yoklar, hanımı ile telefonda konuşuyorum. Kendimi tanıtıyor, Türk televizyonlarına ‘Colors’ (Renkler) adlı bir program yaptığımı söylüyorum. “Ne tesadüf, benim kocama da bu adalarda renklerin mucidi derler. Çok enteresan bir beye benziyorsunuz, kocam eve gelir gelmez sizi aratacağım, bu arada galerimizde misafir olunuz, bol bol çekim yapabilirsiniz” diyor. 15 dakika sonra Sir Roland Richardson bizleri birer kup şampanya için akşam evine davet ediyor. Sir Richardson 70 küsur yaşlarında ve enerji dolu bir adam.
Tabloları rengârenk, ada çiçekleri ve tabiat. “Hiç evde çalışmam, direkt konumun önüne taşırım tuvalimi, günlerce tablomu götürür getiririm doğaya, bitene kadar” diyor. “Bütün konularım doğadan ve tam konunun karşısına, mesela eni üç metrelik tuvalimi yerleştiririm her gün aynı yere... Günde yedi saat tabiat ile baş başayım. Gel yardım et şunu aradan çıkaralım, nasıl olsa New York’ta bir hastaneye hediye ettim, yarın almaya gelecekler, hastalar bu tabloya bakarak iyileşecekler” diyor. Hakikaten değişik bir adam, tablolarına bakmaya doyamıyorum ama daha fazla da tablolara bakıp iyileşmek de istemiyorum, çünkü hastasıyım.
Ressam Sir Roland Richardson
Diğer adadaki diğer karakter Bankie Banx’ın evi bir martı yuvası gibi kum tepeleri üzerinde ve müthiş bir plaja hâkim. Anguilla’nın 33 adet birbirinden renkli, kırmızı altın kumlu plajlarının ufak bir tanesinin prensi. Aslında ‘Karayip Cumhuriyeti’ olsa kültür bakanı olurmuş. Çok tanınan bir müzisyen... Özgür bir ruh... Ne kendi ne de tebaasından hiç kimse telefonlara cevap vermedi. “Herhalde bir yerlerde turnede” dedi rehberimiz Marita, ama gidip şansımızı deneyelim dedik. Anguilla bir İngiliz sömürgesi. İnce uzun ve kıvrımlı bir ada.
Anguilla, İngiliz sömürgesi cennet bir ada. İnce uzun ve kıvrımlı bir yapısı var ve bu yüzden adı yılanbalığı anlamına geliyor.
‘Anguilla’ (Anwila okunuyor) da zaten yılanbalığı anlamına geliyor. St. Martin’den sonra gümrük ve pasaporttan geçeceğiz ama şansımıza, İngiltere’nin vize problemi yok burada. Schengen vizesi geçerli. Tüm sayfayı kaplayan yuvarlak bir damga yiyoruz pasaportumuza. Beşinci pasaportumum boş sayfaları altın kıymetinde. İçim cızzz ediyor, işte gitti bir sayfa daha. Hızlı bir sürat teknesine biniyoruz, Temiz beyaz üniformalı siyah ekip çok sempatik. St. Martin’den çıktık yola.
Adanın Hollanda ve Fransız kısmının arasında açılan köprünün altından geçtikten sonra çift 250’şer beygir motorlar homurdanmaya başlıyor, 30 knot süratle yarım saatte varıyoruz yılan ada Anguilla’ya. Çok değişik bir sahile gidiyoruz. Ağaçların üzerine evler, totemler... Eski bir ahşap gemi yarıdan kesilmiş sahne olmuş, kumların üzerine ahşap sundurma ve koltuklar ve bir kum tepesinde tuhaf ahşap bir saray. Bankie Banx kıpkırmızı olduklarını tahmin ettiğim gözlerini sakladığı koyu güneş gözlükleri, eşofman pantolonunun bir bacağı dizine kadar kıvrılmış, neredeyse kumda sürünerek yaklaşıyor yanımıza. Karayipler’in Bob Dylan’ı reggae müzik yapıyor, savaş karşıtı, sosyal yaraların pansumancısı. Hayatı boyunca Londra’da, Paris’te New York’ta yaşamış, sonra dönmüş baba evine, bir an kendimi özdeşleştiriyorum.
Müzisyen Bankie Banx
Paylaş