Paylaş
Tokat deyince, bir türkü gelir hemen herkesin diline: “Hey onbeşli onbeşli / Tokat yolları taşlı/onbeşliler gidiyor / kızların gözü yaşlı!”
Şenliklerde bazen gençlerin oyun havası sanarak kalkıp oynadığı bu türkü, gerçekte bir ağıttır; Balkanlar’da başlayıp Cihan Savaşı’nda Arap çöllerine, sonra Sarıkamış’a, Çanakkale’ye, oradan Sakarya’ya kadar uzanan, on yılı aşan bir savaşta, çoğu geri dönmeyen gençlerin ve onların ardında bıraktıkları sevdiklerinin, sevenlerinin ağıdı. ‘Onbeşliler’, bugün kullandığımız takvim yılıyla 1900 doğumlulardır.
Bu bitmeyen savaşta, daha delikanlılığa geçerken askere çağrılmış ve Kurtuluş Savaşı’nın sonuna kadar cepheden cepheye koşmuşlar... Geçen 18 Mart’ta, tam da bu türkünün, insanın göz pınarlarını doldurduğu bir akşam, Tokat’taydım. Bir grup okur/yazarın (Şu günlerde çok ihtiyacımız olan) farklı görüşler arasında diyalog amacıyla oluşturduğu bir topluluğun, ‘Dostlar Meclisi’nin konuğu olarak. Tokat, Yeşilırmak Vadisi’nin bereketini ovalarında toplamış bir kent. Hititler’den beri bilinen bir yerleşim yeri. Tarih içinde çeşitli isimlerle anılmış; Romalılar Komana demiş, Moğollar Sobaru. Dilbilimciler çeşitli sözcüklerin halk ağzında değişmesinden bugünkü adın ortaya çıktığını ileri sürüyorsa da, bana Evliya Çelebi’nin yaptığı açıklama en doğrusu gibi geliyor. Ovalarının bereketi nedeniyle atların doygun, toh (tok) olduğu topraklar: Toh-atlar diyarı, Tokat!
Bağcılık, şarapçılık devam ediyor
Evliya Çelebi’nin, göçer geleneğinden gelen bir tarım toplumu için atların önemini bilerek yaptığı açıklama, abartı değil. Gerçekten de bugün, Türkiye’nin sebze ve meyve üretiminde Yeşilırmak ovalarının payı büyük. Ülkemizin önemli meyve suyu markalarından birinin, tümüyle çevrenin ürünlerini değerlendirerek yaptığı üretimin merkezi Tokat. Daha da önemlisi, Anadolu’nun topraklarıyla yaşıt bir üretim geleneği, bağcılık ve şarapçılık hem eski hem de modern yöntemlerle devam ediyor.
Yakın coğrafyada doğmuş bir seyahat meraklısı olarak bu şehre daha önce de birçok kez geldim. Bazen Karadeniz üzerinden, Ünye/ Akkuş/ Niksar yoluyla, yahut Aybastı/ Reşadiye yoluyla. Niksar, Çamiçi Yaylası’nın doyulmaz güzelliği bir yana, saklı bir tarih hazinesidir; kalesi, kümbetleri, medrese ve camileriyle. Reşadiye’nin Zinav Gölü de, dağların içinde doğanın bir armağanı gibi. Bu yayla kasabalarında konaklama olanakları oldukça mütevazı ama yemekler eşsizdir.
18 Mart için Ankara’dan gelirken, bu kez, herkesin kullandığı Çorum/ Mecitözü/ Turhal yolunu değil, daha az bilinen Alaca/ Zile yolunu tercih ettim. Her iki yol, kilometre olarak çok farklı değil. Üstelik iki güzergâhtan da 15 / 20 kilometrelik sapmalarla Orta Anadolu’nun en önemli iki tarih durağına, Boğazkale/ Hattuşa ve Alacahöyük’e uğramak mümkün. Ancak, Boğazkale ve Alacahöyük yol üstü uğramakla geçiştirilecek yerler değil.Benim kestirme yolu tercih etme nedenim, defalarca gördüğüm ve daha da göreceğimi umut ettiğim bu ‘şehirlerimi’ yeniden görmek değil; son yıllarda ‘keşfettiğim’ bir başka güzel şehri (yol üstü de olsa, tekrar) görmekti.
Zile, Tokat’ın ana ulaşım yollarının biraz dışında bir ilçe merkezi. Anadolu’nun bilinen en eski yerleşim yerlerinden biri. Roma İmparatoru Julius Caesar, Pontusları burada yenmiş ve ünlü “Veni / Vidi/ Vici” (Geldim/ Gördüm/ Yendim) sözcüklerini içeren mektubunu buradan yazmış. Bu sözlerin yazılı olduğu taş kitabe, en değerli anılardan biri olarak (biraz yıpranmış da olsa) halen korunuyor. Kalenin eteğindeki şehir merkezinde Danişmentlerden Cumhuriyet’e uzanan tarih mirasını içinizde hissediyorsunuz. Hele eski yapıların saçak işlemelerinin her biri birer sanat eseri...
Zile’den geçerken, bütün Anadolu’yu saran dikey yapılaşma tahribatının buralara da uzanmış olduğunu görmekten hüzün duydum. Anadolu bozkırında büyüyen hemen bütün yeni yerleşimler, anayolun iki yanına dizilmiş birer yüksek duvar gibi. Arkalarında, kasabaların eski merkezlerinde iki katlı, avlulu, bazen cumbalı, çoğu bahçe içinde evler var. Şehirlerin (sözde) yeni gelişen bölgelerinde bahçe, ağaç, yeşil yok; göklere tırmanmaya çalışan, çirkin, mahremiyeti ve insaniyeti olmayan koca duvarlardan oluşan binalar var. Anadolu’nun bin yıllardır süregelen yapı geleneğini hiçe sayan ve her metre arsadan daha fazla para kazanmayı amaçlayan ruhsuz yapılar...
Bütün Anadolu şehirleri gibi Tokat da, elbet bu ruhsuz yapılaşmadan payını almış. Ancak, şehrin içine ilerledikçe, engebeli coğrafyasının da yardımıyla bozulan görüntüden nispeten uzaklaşıyor, tarihe doğru yol aldığınızı hissediyorsunuz. İlk göreni derinden etkileyecek kadar çok sayıda eski yapı var. Şehrin ünlü hemşerisi (Plevne Kahramanı) Gazi Osman Paşa’nın adını taşıyan cadde üstündeki Taşhan, bunların ilki. 100’den fazla odası, geniş avlusu ve restore edilmiş yapısıyla, 400 yıllık görkemli bir Osmanlı eseri.
Restorasyonu ve müzesiyle umut verici bir örnek: Tokat
Şehirdkei han ve hamamların bazıları önceki yılların (sözde) restorasyonlarında özgün niteliklerini yitirmiş. Ancak son dönemde koruma bilinci ve restorasyon bilgisinin gelişmesiyle kurtarılan bazı mekânlar var. Birçok tarihi yapının neredeyse yol boyunca sıralandığı Sulu Sokak’taki ‘Arastalı Bedesten’, bu başarılı çalışmalardan biri. Evliya Çelebi’nin övgüyle söz ettiği bu kapalıçarşı, 16’ncı yüzyılda yapılmış; Eylül 2012’den bu yana Arkeoloji ve Etnografya Müzesi olarak hizmet görüyor. Yapının tarihi ortamı ve eserlerin sergilenişi, Anadolu’muzda müzeciliğin gelişmesinin güzel örneklerinden olarak, insanın yüreğini umutla dolduruyor.
Tokat, Selçuklulardan Osmanlılara çeşitli dönemlerde yapılmış çok sayıda hamam, cami ve bedestenle dolu. Ulu Cami, Hatuniye, Ali Paşa Camileri, Pervane Hamamı, Sulu Han... Benzeri Niksar’da da bulunan Danişmentlilerden Yağı-basan Gazi adına ithaf edilmiş iki medrese, Anadolu’nun en eskileri arasında sayılıyor. Şehrin orta yerinde yükselen Saat Kulesi, 1902’de, Sultan Hamit’in tahta çıkışının 25. yılı onuruna yapılmış ve 33 metre yüksekliğinde.
Müzenin simgesi, bir Selçuklu eserinden detay
"Kızların gözü yaşlı” olmasın, ne Tokat’ta ne de başka bir yerde!"
Bugünkü beton kulelere karşılık tarihin ibret dersi gibi, geçmişin konut zarafetini gösteren birkaç güzel konak, Tokat’ın görülmesi gereken yapıları arasında sayılıyor. Bunlardan biri Atatürk’ün Tokat’ı ziyaretinde kaldığı Atatürk Evi ve Etnoğrafya Müzesi, diğeri de Latifoğlu Konağı. Her ikisi de Tokat’ın varlıklı çevrelerinin yaşam kalitesi hakkında, ziyaretçilerine değerli bilgiler sunuyor. Tarihi ve doğayı içinizde hissetmek isterseniz, hafta sonunda keyifle gidebileceğiniz bir yurt köşesi Tokat. Saydıklarımın dışında görebileceğiniz daha çok yer var: Kaleler, Sebastiapolis (Sulusaray), Maşat Höyük (Yalınyazı), Ballıca Mağarası... Ayrıca mutfağı bir harika. Türkiye’nin ünlü lezzet uzmanlarının sıklıkla ziyaret etmeleri boşuna değil. Tokat kebabı coğrafi işaret almış; çemeni, pekmezi, bağ yaprağı ve daha birçok ürünü ülke çapında tanınıyor ve bence daha da fazlasını hak ediyor. Şehirde 4 yıldızlı bir otel ve birkaç da orta ölçekte konaklama tesisi var. Sivas yolu boyunca güzel yeme içme mekânlarında Tokat lezzetlerinin tadına bakabilirsiniz.
Kendi payıma, bulutlu ve hüzünlü bir mart sabahı (İstanbul’un İstiklal Caddesi’nde patlayan bombanın acı haberini aldığımızda) gördüğüm ‘Saklı Bahçe’yi, en kısa zamanda ve güneşli bir günde yeniden görmek istiyorum. Hatta, güneş olmasa da olur; tek dileğim, yeter ki artık hüzün olmasın; “kızların gözü yaşlı” olmasın, ne Tokat’ta ne de başka bir yerde!
Paylaş