Paylaş
Homeros’un deyimiyle ‘şarap rengi deniz’in üzerinde yol alıyoruz, rotamız Sicilya. Sonra başka adalara, limanlara da uğrayarak Kırım’a dek gideceğiz. Kuşadası’nda ilk konferansımı vereceğim, İstanbul Boğazı’nı geçerken de ikincisini. Üç boğaz var önümüzde, üçü de tehlikeli. Messina Boğazı’nın girişinde iki deniz canavarı, Kharybdis ile Skylla bizi bekliyor, Karadeniz’in çıkışındaysa çarpışan kayalar. Bunu ben söylemiyorum, Yunan mitolojisi uzmanı, gemideki öbür konferansçı söylüyor, antikçağdan bu yana insanların denizden nasıl korktuklarını, ama bir anlamda ona mecbur olduklarını örnekleriyle göstererek. Sabaha karşı Messina Boğazı’ndan geçerken basık tavanlı kamaranın dar yatağında uyanıktım. Ama ne ‘Çizme’nin ucunu, yani Calabria kıyılarını görebildim ne de Messina Limanı’nı. Gün ağarmamıştı henüz. Başucu kitaplarımdan Odissea’nın anlattığı, bu boğazın iki yakasında yaşayan deniz canavarları Kharybdis ile Skylla düştü aklıma. Poseidon’un obur kızını, Sicilya’yı İtalyan yarımadasından ayıran kayalıkların önüne sere serpe uzanmış, gelen geçen gemileri tayfalarıyla birlikte yutarken hayal ettim. Demek ki, bu doymak bilmez kadının midesini boylamak da vardı kaderde. Ama çok şükür gemimiz ‘hasat vermez engin’de yoluna devam etti. Homeros’un anlattığı korkunç fırtınalara inat deniz çarşaf gibiydi. Skylla da köpeklerini salmadı üzerimize.
Etna, üç bin metreyi aşan yüksekliğiyle Sicilya manzarasının tek hâkimi.Yörenin bolluk bereketi de efsaneleri de tarih boyunca bu dağdan fışkırmış.
HÂKİMİYET ETNA’NIN
Güverteye çıktığımda sular külrengiydi. Giderek açıldılar, önce beyaza, sonra maviye kesti ortalık. Ve sağda, kıyının ötesindeki tepelerin ardından, tüm görkemiyle Etna göründü. Üç bin metreyi aşan yüksekliğiyle manzaranın tek hâkimiydi. Bir söylentiye göre, ilk kez, Sicilya’da ticaret kolonileri kuran Fenikeliler uydurmuş Etna hakkındaki korkunç efsaneleri. Başkaları da bu güzel iklimden, adanın ticarete elverişli konumundan yararlanmasınlar diye, insan eti yiyen tek gözlü canavarların Etna’nın mağaralarında barındıkları söylentisini yaymışlar. Onlardan biri de Odissea’nın unutulmaz kahramanlarından Polyphemos, nam-ı diğer Tepegöz. Bizim Dede Korkut’ta da Homeros’un anlattıklarına çok benzer bir öykünün yer alması, Basat’ın Tepegöz’ü, tıpkı Odisseus gibi, koyun postuna girerek aldatıp gözünü kör etmesi, nasıl açıklanabilir? Dede Korkut Asya kökenli, Odissea Akdeniz. Birbirine çok uzak coğrafyalar. Ama onları birleştiren bir şey var: İnsanoğlunun hayal gücü.
Etna’nın karlı doruğunu seyrederken cadı kazanı gibi kaynayan, yerkürenin derinliklerinden fokurdayıp gelen lavı düşündüm. Sonra, başımı kaldırıp gökyüzüne bakınca, bulutları gördüm. Bir renk şöleni içinde yer değiştiriyor, biçimden biçime girerek rüzgârda savruluyorlardı. Nicedir böyle hareket halinde görmemiştim onları. Biz büyük kentlerde yaşayanlar çok az haşır neşir olabiliyoruz doğayla. Kentin ışıkları yıldızları, beton yapılar bulutları ‘pamuk helvası gibi gökyüzünde dağılan bulutları’ görmemizi engelliyor.
Etna’nın anımsattıkları elbette bu kadarla kalmıyor. Tarih boyunca insanoğlunun korktuğu, bir o kadar da merak ettiği yanardağ, Sicilya halkının ortak belleğinde bir felaket habercisi olarak varlığını sürdürüyor hâlâ. Ama rehbere bakılırsa, dağın yamacında dev bir atkestanesi var ki, dünyanın en eski ağacı olarak biliniyor. Ve binlerce yıldır orada, kül ve ateş yağmuruna direniyor. Kratere sadece sekiz kilometre mesafedeki Sant’Altino köyünün meydanına kök salmış bu ağacın gölgesinde, Bourbon hanedanından bir kraliçe de dahil, yüz atlının barındığı söyleniyor. Gidip gövdesini kucaklamak, ben de gölgesinde dinlenmek isterdim o ağacın.
Sicilya’ya denizden bakış, eski uygarlıkların beşiği olmuş bu adanın derinliğine değil, kıyıdan enine bir görünümünü kapsayabilir ancak. Ama yalnızca Taormina’yı görmek bile bu tarihsel birikim hakkında bir fikir sahibi olmak için yeterli gibime geliyor. En azından Guy de Maupassant şöyle yazmış bu konuda:
“Eğer Sicilya’da bir gün geçirecekseniz ve nereye gideceğinizi bilmiyorsanız, hiç duraksamadan Taormina’ya uğramanızı öneririm. Bu köy bir tablo, hem de yeryüzünde gözü ve hayal gücünü cezbedecek ne varsa bunların tümünü içeren bir tablo.”
TABLO GİBİ KÖY
Ben de üstadın dediği gibi, bu deniz yolculuğunda, bir geminin güvertesinden ve güzel bir tabloya bakar gibi baktım Taormina’ya. Ama güngörmüş, eski sokaklarda da dolaştım. Antikçağda önemli bir yerleşim merkezi olan kent daha sonraları kendi kaderine terk edilmiş. Kimse farkında olmadan, gözlerden ırak kalmış, saklı güzelliğini ele vermemiş. Ta ki XIX. yüzyılın sonuna doğru İngilizler burayı keşfedene kadar. Sicilya’nın doğası, deniz ve dağ manzaraları gerçekten çok etkileyici ama Taormina, hiç kuşku yok, adanın en güzel köşesi. Burada deniz, kıyı boyunca kayalık, dik yamaçlar, küçük köyler ve antik tiyatronun yıkıntıları arasından Etna’nın görünümü bir başka. Mermer sütunlarla tuğla duvarların sarı, pembe, vişneçürüğü yapılarla kaynaşıp halleştiği bir küçük kent Taormina.
Taormina! Hem adı hem kendi güzel bir kent. Eski tiyatronun hâlâ ayakta duran mermer sütunları arasından uçuruma sarkan eski evlere, taş yapılara, set set aşağıya, deniz kıyısına dek inen bahçelerden fışkıran hannuplarla palmiyelere baktım durdum. Sonra tepenin sarp yamaçlarına yönelttim bakışlarımı. Orada, kartalların bile ulaşamadığı kayalığın tepesinde, ortaçağdan kalma yıkık kale denize hâlâ meydan okuyordu. ‘İşte benim kalem!’ diye geçirdim içimden, fethetmek şöyle dursun burçlarına bile tırmanamadığım yapı. Gerçekleşmemiş isteklerimin, yaşamdan tat almak için kalkışıp da başaramadığım girişimlerin, pişmanlıklarımın simgesi. İşte orada, yol vermez kayalıkların üzerine bir kartal yuvası gibi tünemiş, bana bakıyordu.
Paylaş