Paylaş
Bazı şehirler vardır; sokaklarında gezerken her köşe başında bir gizemlilik sanki sizi içine çeker. Hanlar, kervansaraylar, camiler, kiliseler, hamamlar, binbir çeşit ürünün bir renk cümbüşü içinde sergilendiği eski çarşılar, -sahipleri uzaklara gitmiş olsa da- yaşanmışlıkların görkemini çağrıştıran konaklar... Saatlerce dolaşsanız yorulmaz, her birini yakından görmek, tanımak, sormak, öğrenmek istersiniz... Diyarbakır, tarihi binlerce yıl eskilere dayanan bir medeniyet merkezidir. Dünyada ilk düzenli yerleşim örneklerinden sayılan Çayönü tepesi günümüzden 10.000 yıl, Körtiktepe yerleşimi 12.000 yıl eskilere uzanır. Ahmed Arif’in “Havva Anan dünkü çocuk sayılır” dediği topraklardır Diyarbakır toprakları.
Şehrin tarihi merkezi 4. yüzyılda inşa edilen ve zaman içinde ekler ve onarımlarla -bugün neredeyse sapasağlam- ayakta duran surlarla çevrili. 3.5 metre duvar kalınlığı olan surların uzunluğu 5 kilometreden, yüksekliği ise 10 metreden fazladır. Herbirinin ayrı birer adı, öyküsü ve özgün süslemeleri olan 82 burcu ve görkemli dört kapısıyla -UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde yer alan- surlar, başlıbaşına bir gezi rotasıdır.
Türkiye’nin 3. müze yapıları kompleksi
Eski saray kalıntıları ve 6000 yıl önceye ait izlere rastlanan Amida Höyük (Viran Kale) buluntularının olduğu İç Kale’nin tarihi çok daha eski. Milattan önce de yönetim yeri, kale/saray olarak yapılmış, sonra türlü kullanımlarla günümüze kadar gelmiş; ikisi sur içine, ikisi dışarıya açılan dört kapısı var. Şimdi, bütün alan, içindeki eski adliye, hapishane, komutanlık, kilise ve benzeri tüm yapılarıyla, onyıldan fazla süregelen uğraşıların sonucunda yeni bir müze kompleksi olarak işlevlendirildi. Böylece, Diyarbakır İçkale müzeleri, bugün Türkiye’nin Topkapı Sarayı ve Arkeoloji müzelerinden sonra üçüncü ‘müze yapıları kompleksi’ haline geldi.
İçkale’de yer alan Kale Camii, 12. yüzyıl yapısı; Diyarbakır’ı fetheden Müslüman askerlerden -Halid bin Velid’in oğlu- Süleyman’ın adıyla anılıyor. Çünkü çevresinde onunla birlikte 27 sahabenin de türbesi var. Şu günlerde, cami ve türbe çevresindeki alanda gecekondu yapılaşması kamulaştırılarak kaldırılmış. Valiliğin verdiği bilgiye göre, geniş ve büyük bir yeşil alan haline getiriliyor. Böylece, İçkale avlularından seyir edebildiğimiz ünlü UNESCO listesindeki Hevsel Bahçeleri’ne yeni bir yeşil seyir terası eklenmiş olacak.
İslam dünyasının en önemli camilerinden
Süleyman Camii, yeri ve yapısı nedeniyle kaleyi andıran görkemli görünümüne karşın şehrin en ünlü camisi değil. En ünlüsü, görenleri manevi bir atmosferin içine çeken Ulu Cami. Eski şehrin hemen tam merkezindeki bu cami, 639’da Hz.Ömer şehri aldığında orada var olan Mar Toma (Aziz Tomas) Kilisesi’nin camiye dönüştürülüp sonra geliştirilmesiyle ortaya çıkmış bir külliye. Sadece Diyarbakır’ın değil, tüm Anadolu’nun, hatta İslam dünyasının büyük ve önemli camilerinden. Dikdörtgen bir avluyu kuşatan cami ve medrese yapıları, farklı mezheplerin mensuplarının kendi usullerince aynı anda ibadet yapabilme olanaklarıyla da ayrıca ünlü. Ulu Caminin içindeki medreselerden biri, Mesudiye Medresesi, -takip ettiğim süreçte paylaştığım bir kararla- restorasyondan sonra Yazma Eserler Kütüphanesi olarak kullanılıyor. 5000’e yakın eserin bulunduğu kütüphane, cami külliyesine yeniden, tarihteki bilim merkezi niteliğine uygun bir işlev kazandırmış.
Menengiç kahvesinin kokusunu içinize çekin
Ulu Cami’nin hemen yanındaki sokaklar sizi edebiyat ve düşünce dünyamızın farklı duraklarına götürüyor. Ünlü düşünür Ziya Gökalp’in 1956’dan, şair Cahit Sıtkı Tarancı’nın 1973’den beri müze olarak ziyarete açık olan evlerine, şimdi 2011’den buyana Ahmed Arif Edebiyat Müze Kütüphanesi katılmış. Müze mütüphanenin duvarlarını süsleyen fotoğraflara bakarken Diyarbakır’ın, Ali Emiri, Hamid Aytaç (Amidi), Süleyman Nazif, Esma Ocak, Orhan Asena, Sezai Karakoç, Celal Güzelses gibi ve daha nice büyük edebiyat ve sanat insanı yetiştirdiğini görüyor, hayranlık duyuyorsunuz.
Ulu Cami’nin karşısındaki hanlar, uzun yürüyüşlerden sonra keyifli dinlenme mekânları. Hasan Paşa Hanı’nda, bölge mutfağının tüm tadlarını bulabileceğiniz güzel bir yemek yiyebilir; sonra birkaç adım yürüyüp Sülüklü Hanın avlusunda, söyleşiye dalmış gençlerin arasında közde pişirilen ‘menengiç kahvesi’nin kokusunu içinize çekerek yorgunluk atabilirsiniz.
Hüzünlü ilçe: Sur
Diyarbakır, gezmekle, anlatmakla bitecek bir şehir değil. Hanların, kervansarayların yanısıra, eski dönemlerin ağa/beğ töre(n)lerini gözlerinizde canlandırmaya yol açan sivil mimarlık örnekleri, görkemli konaklar var. Yakın yıllarda büyükşehir belediyesinin ‘Kent Müzesi’ne dönüştürdüğü Cemil Paşa Konağı bunların en görkemlilerinden. Selamlık ve harem (aileye ait/ mahrem) avluların çevresindeki yapılarla iki bin metrelik bir alana yayılıyor. Dolaşırken bir zamanlar burada nasıl bir yaşam sürüldüğünü düşünüyor, sonra bu güzel konağın sahiplerinin onyıllarca sürgünlerde kaldığını öğrenip hüzünleniyorsunuz.
Hüzün, Diyarbakır’da sadece tarihi acıların bıraktığı bir hatıra değil. Yakın yıllarda yaşanan akıl tutulmasının derin izleri, tarihi şehirde, Sur içinde sokak başlarında hâlâ karşınıza çıkıyor. Nice insanın canını yitirmesine neden olan acı olaylar, şehrin insanını yaralamakla kalmamış, tarihsel yapılarının bir kısmına da zarar vermiş. 16. yüzyıl eseri Fatih Paşa (Kurşunlu) Cami ve Mar Petyun, -kısmen- Supr Giragos kiliseleri bunların arasında. Şimdi sokak sağlıklaştırmaları ve kentsel dönüşüm kapsamında bu kutsal yapılar da devletin onarım projeleri kapsamına alınmış...
Ağzı var dili yok...
Bazı şehirler vardır; gezerken yeni şeyler öğrenirsiniz. Sadece tarihi yapılar görmekle, güzel yemekler yemekle kalmazsınız. Duygu dünyanız değişir; kulağınız, diliniz, dimağınız, yüreğiniz de zenginleşir. Bilgelik çöker üstünüze, maddi varlığınız artmasa da farklılaştığınızı, daha bir bilgeleştiğinizi hissedersiniz. Diyarbakır, öyle bir şehir. Acılarını ağıt yapıp ağlamıyor; vakur bir sessizlikle içinde saklıyor. “Ağzı var, dili yok Diyarbekir Kalesi” gibi... Tarih boyunca verdiklerinin karşılığında, hak etmediği kadar mağdur ve mazlum ama ardındaki büyük tarihe yakıştığı kadar da mağrur ve mütehammil (dayanıklı).
Çevresindeki tüm şehirlere ve bütün Mezopotamya’ya yukarıdan bakan, kaleleri, kuleleri, burçları, kubbeleri ve minareleri, bereketi ve acılarıyla, bana hep Endülüs’ü (Andalucia) çağrıştırır. Binlerce yılın deneyimleriyle yaşlanmış bu kadim coğrafyada, surları gibi dimdik ayakta. Ahmed Arif’in dediğince, “Ne İskender takmışım, ne Sultan Murad!” havasında... Böyle bir şehri bir yazıda anlatmak, bir gezide görüp tamamlamak mümkün değil. Daha Sur dışına çıkamadık; Gazi Köşkü’ne, Dicle kıyılarına, On Gözlü Köprü’ye gidemedik. Galiba surlarını ve sırlarını dinlemek, öğrenmek ve anlatmak için yine gelmek gerekiyor...
Paylaş