Paylaş
Arşiv nehri önümden gürül gürül akıyordu.
6 Ekim 1996 günü.
Trablus’ta bir bedevi çadırı.
Şimdi halkını uçaklara bombalatan adam, bakın o gün Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Necmettin Erbakan’a, herkesin önünde neler diyordu:
“Kürtlerin de Araplar gibi istiklale hakları vardır. Araplar da bölgelerinde Kürtler gibi böyle savaşa girmiş ve istiklallerine kavuşmuştur. İstiklallerine kavuşmak isteyen milletlere savaş açmak hiçbir netice vermiyor.”
Vay be! Neredeyse Başbakan Erdoğan’ın Mısır Devlet Başkanı Mübarek’e söylediğinin aynısı.
Bedevi çadırındaki fırça devam ediyor:
Sıra Kurtuluş Savaşı’na ve Cumhuriyet rejimine geliyor:
“Türkiye Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra kendi iradesini kaybetmiştir. Türkiye ABD üslerinin işgali altındadır. Türkiye’nin iradesi hürriyetine kavuşuncaya kadar mücadele etmemiz gerekir.”
Konuşan Kopenhag kriterlerini kabul etmiş bir ülkenin lideri olsa, “Hadi neyse” diyeceksin.
Karşınızda Arap tarihinin en gaddar diktatörlerinden biri var.
Gazeteciler şaşkın, heyetteki Refah Partililer şaşkın.
Bugün Cumhurbaşkanlığı makamında oturan o günün Refah Partisi milletvekili Abdullah Gül isyan ediyor:
“Hoca 70 yaşında, 400 kilometre yol kat edip görüşmeye geldi. (Trablus Havaalanı kapalı olduğu için, Tunus sınırından arabayla gitmişti.) O da herkesin ortasında olmadık laflar etti. Oysa Libya Başbakanı yemekte bana, Kaddafi’nin daha önceki konuşmalarını düzelteceğini söylemişti.”
RP Ankara Milletvekili Hüseyin Ceylan da şaşkın:
“Yarın müteahhit paralarını çantaya koyup buradan ayrılacaktık. Ancak Hoca, Kaddafi’ye iyi cevap verdi. Namusumuzu kurtardı.”
Gazetelerde “Namusumuzu nasıl kurtardığına” dair bir bilgi yok.
Ziyareti izleyen Hürriyet’in o günkü Ankara Temsilcisi Sedat Ergin’in yazısından, şunu söylediğini öğreniyoruz:
“Muhterem Devlet Başkanı Kaddafi Beyefendi’ye, gösterdiği misafirperverlikten dolayı kalpten teşekkürlerimi sunarım.”
Evet, o gün böyle bir gündü.
Nobran, mağrur Kaddafi vardı Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı’nın karşısında ve ağzına geleni söylüyordu.
* * *
O tarihlerde “Türk bıçağının”, “Türk ordusunun Kürtleri avladığını” söyleyen Kaddafi, bugün kendi halkını savaş jetleri ile bombalıyor.
Türkiye de sesini çıkarmıyor.
Bence doğru yapıyor.
Kendi halkına bunu yapan diktatör, oradaki binlerce Türk’e kim bilir neler yapar.
O nedenle Başbakan Erdoğan susmakla, sesini çıkarmamakla doğru yapıyor.
Ama bu olay bize şunu da göstermiyor mu?
Gaddar diktatörler, acımasız tiranlar herkesi korkutuyor, sindiriyor.
Mısır olunca aslan kesiliyoruz. Tunus olunca mangalda kül bırakmıyoruz.
Ama iş muhalifi vinçle asan İran’a, halkının üzerine jetleri gönderen diktatörlere gelince anında “teenni ile” hareket etmeye başlıyoruz.
İnancım şudur.
Türkiye, Mısır konusunda da aynı teenni ile hareket etmeliydi.
Kendi evindeki Tahrir meydanlarının üzerine panzerle, biber gazıyla, intikamcı medyası, baskı rejimi ile giden yönetimler, yan taraftaki cam evlere taş atarken
daha dikkatli davranmalı.
* * *
Trablus’taki çadır faciası, Süleymaniye’deki çuval vakası gibi Türkiye’nin travmatik hafızasında yerini koruyor.
Eminim, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün de hafızasında aynı canlılığıyla duruyordur.
O yüzden diyorum ki; Ortadoğu’nun, Arap dünyasının diktatörlerine “nizam vermeden” önce, kendi cam evimizdeki arızaları gidermeye çalışalım.
- Kürt meselesi halen aynı yerinde duruyor.
- Seçimlerimizin, o ülkelerdeki diktatörlükleri iş başına getiren seçimlerden farklı olması için, yüzde 10 barajını mutlaka indirmeliyiz.
- Basın ve ifade özgürlükleri, her geçen gün o ülkelerdeki baskı rejimlerine benzemeye başladı.
- Polisimizin davranışları, Mübarek ve Bin Ali’ninkinden farklı değil.
- Yargımız artık bütün dünyanın diline düştü.
- “Tek adam” rejimi deseniz, demokratik ülkelerin basınını bir hafta izlerseniz nerede olduğumuzu anlarsınız.
Diyeceğim, çadırdaki adamdan bile alacağımız epey ders var.
Paylaş