Oluşturulma Tarihi: Kasım 24, 2002 00:00
RAMAZAN-I şerife hürmettir diye, içki zıkkımlanmadığım türünden kuyruklu yalan yumurtlamaya niyetim yok. Tersine, böylesi çok daha büyük bir riyakarlık olurdu.Mezhebim değilse de meşrebim Bektaşi soyundandır, eh günahı boynuma ve zararı sıhhatime, içerim.Ama öyle Allah ne verdiyse veya bedavadır diye her bir şeyi lıkırdatığımı sanmayın.Rabb'ıma bin şükür, kadehimi kendi damak tadımla sınırlı tutarım. Bu arada da, çok, çok, çok zorunlu durumda kalmadıkça, rom denilen ve şeker kamışından damıtılan egzotika sıvısına zerre itibar etmem.Tamam, Ernest Hemingway'in daha Havana kordonuna tropikal sabah doğarken ve çapaklı gözlerini açar açmaz, henüz
balık oltasına yem, daktilo merdanesine de kağıt sürmeden devirmeye başladığı o ‘‘mohito’’ kokteyl; 2. Savaş'daki cephe neferlerine moral şırıngalayan ‘‘Andrews Sisters’’ kızların söylediği ‘‘Rhum and Cola’’ ritmlerdeki o yetmiş sekiz devirli şıkıdım plak; ya da, kuşe kağıt dergilerdeki cazibeli kadın imajlarını buzlu bardaktaki içkiyle estetik kılan o rom markası reklamı, tabii ki bunlara itirazım yok...Fakat dediğim gibi, rom benim ‘‘içki kültürü’’mde hiç mi hiç yer almıyor.*EVET evet, tüm alkoller gibi aslında romun da bir kültürü mevcut!Esas olarak, denizcilik ve gemicilikle özdeşleşir.Cehaletimi bağışlaşın, içkilerin ‘‘etno - antropololojik’’ araştırmasını yansıtan bilgiç kitapları okumuş falan değilim ama, büyük ihtimalle romun ortaya çıkışı, Antil Adalarının keşfedilmesinden sonra Avrupalı sömürgecilerin buralara şeker kamışı ekmesine uzanır.Eh, ‘‘Garbi Hint Adaları Felemenk Kumpanyası’’nın üç direk yelkenli kalyonuyla Atlantik'in Batı yakasından Doğu yakasına fıçı fıçı sıvı taşımaktasın, dolayısıyla da, yekeyi serdümene bırakan kaptan istediği kadar bir gemi cephaneliğinin; iki tekne mahzeninin anahtarlarını yelek düğmesine zincirlemiş olsun, gerektiği zaman mutlaka mürettebatı da bu zıkkımdan nasiplendirecek.Madera açıklarında sekiz şiddetinde fırtına patlamış ve maestra yelkeninden papafingo burinalarına dek kayığın müthiş avarya yemesine rağmen eh Meryem Ana'ya verilmiş sadaka varmış, nihayetinde varta okyanusun dibi boylanmadan atlatılmıştır.Tayfa mükafat ister ve süvari lostromoya komutu çakar: ‘‘rom tayınını dublele’’!Veya, güney alizeleri mevsimine rağmen işte mendebur rüzgar hiç kıpırdamamaktadır ve de üstelik, miçoluktan yeni terfi etmiş çocuk azmanı seren tepesinden güverteye düşüp anında mortoyu çektiğinden teknede hava pek bir asabidir...Havayı yumuşatmanın yolu, fıçılardan birinin tıpasındaki balmumunu açıp, güneş imbiğinden süzülmüş sıvıyı taifeye koklatmaktan, dolayısıyla gerilimi düşürmekten geçer.Zaten bu rom zıkkımı gemicilik tarihiyle öylesine bütünleşmiştir ki, açın Herman Merville'nin ‘‘Mobi Dik’’ efsanesini veya Stevenson'un ‘‘Esrarengiz Ada’’ romanını, söz konusu içki en belli başlı ‘‘deniz edebiyatı’’nda da sayfalar ve sayfalar boyunca yer alır.*EH, romun tıpasını tıklatıp Antil Adaları dedik, yelken dedik, kayık dedik, okyanusun sancağı ve iskelesi dedik, bütün bunları bugün de harmanlayan bir şey yok mu?Var!Her dört yılda bir, Fransa'nın Saint Malo limanından kalkıp Guadelup Adası'nın Point a Pitre burnuna kadar uzanan ve ‘‘Rom Yolu’’ adını taşıyan bir yelken yarışması yapılıyor.‘‘Tek yeke - tek serdümen’’ kuralıyla gerçekleşen ve 9 - 10 Kasım deparında, on sekiz tanesi ‘‘trimaran’’ tabir edilen üç karinalı tekne olmak üzere tam atmış yelkenlinin skuta kastığı bu sonsuz zorlu yarışma, büyük ihtimalle siz bu satırları okuduğunuzda bitmiş olacak.En azından, birinci finişi geçip trinketi de, floku da gönül rahatlığıyla tumba edecek...Ve yine çok büyük bir ihtimalle de söz konusu birinci, bu satırları izleyenler muhtemel şampiyonun benim nasıl canım ciğerim, nasıl bir tanem, nasıl göz ağrım olduğunu bilirler, henüz yirmi altı yaşındaki İngiliz kızcağızi Ellen MacArthur olacak.Hatırlayın, hani Ellen üç yıl önce, tek başına dünya turuna tekabül eden ‘‘Vendee Globe’’ yarışmasında ikinciliği kazanarak muazzam bir sürpriz yaratmıştı ya, işte şimdi benim aynı Ellen'cik hem bütün erkek milletini; hem de o on milyon dolarlar yatırılarak birer ‘‘formula 1’’ otomobili; ne münasebet daha ötesi, birer akrobatik jet uçağı gibi inşa edilen alengirli ‘‘trimaran’’ları kendi normal karina teknesiyle yaya bırakıp, aganta burina burinata, ‘‘Rom Yolu’’nda da şişenin tıpasını ilk koklayan yelkenci olacak.*TAMAM, Ellen'ciğime tabii ki bin bravo ama, doğrusu artık bu işin cılkı çıktı.Çünkü, reklam yapmak isteyen sponsor firmaların inanılmaz paralar yatırdığı tekneler; o tekneleri uzay füzesi gibi dizayn eden ‘‘dahi’’ (!) mimar ve mühendisler; insan bünyesinin dayanmazlığını ve denizin şakaya gelmezliğini hiçe sayan organizatörler, son tahlilde tabiata bir uyum ve saygı sporu olan yelkenciliğin canına okuyorlar.Performans diye diye ölçü öyle kaçtı ki, işte fırtına, avarya, alabora, Saint Malo'dan açılan ve ‘‘rekor üstüne rekor’’ beklenen o ‘‘ultra super hızlı’’ on sekiz ‘‘trimaran’’dan on beşi daha rom kokusunu şöyle bir duymadan, hemen sarhoşlayıp, pat pat batıverdiler.‘‘Rom Yolu’’na değil bok yoluna gittiler.Oysa, yelkenin romdan da çok köklü bir raconu vardır ve nasıl ki şeker kamışı sıvısı bir solukta içilirse insanı çarpıverir; denizin kurallarına riayet edilmediği takdirde o yelkenin sapanı, skutası, filaduru hem o insanı iki seksen güverteye uzatır, hem de o denize gömüverir.Neyse, hadi Ellen'cim, senin zaferinin şerefine bugün rom dahi içebilirim...
button