Güncelleme Tarihi:
9. âyette gerçek kâr ve zararın ortaya çıkacağı mahşer gününden söz edilirken kullanılan ve “aldanma, aldatma, kâr-zarar” gibi mânalara gelen tegåbün kelimesi sûreye ad olmuştur.
Bütün insanları Allah yaratmış olduğu halde bu hakikati inkâr edenlere de O’na iman edenlere de –dünya hayatının var ediliş hikmetinin gereği olarak– imkân ve fırsat verildiği belirtilmekte; sorumluluk sahibi bir varlık olarak insan, evrenin yaratılış hikmeti ve kendi özellikleri üzerinde düşünmeye çağırılmakta, ifadenin tabii akışı içinde İslâm inancının temel unsurları üzerinde durulmaktadır. Sûrenin son bölümünde, Allah’a karşı kulluk görevini yerine getirmekten alıkoyabilecek faktörlerle örülü dünya hayatında hem bu vecîbenin düzgün ifası hem de beşerî ilişkilerin sağlıklı yürütülebilmesi için bazı altın öğütler verilmektedir.
TEGABUN SURESİ DİYANET MEALİ
Göklerdeki ve yerdeki her şey Allah'ı tespih eder. Mülk yalnızca O'nundur, hamd de O'na mahsustur. O her şeye hakkıyla gücü yetendir. ﴾1﴿ O, sizi yaratandır. Böyle iken kiminiz kâfir, kiminiz mü'mindir. Allah yaptıklarınızı hakkıyla görendir. ﴾2﴿ Gökleri ve yeri hak ve hikmete uygun olarak yarattı. Sizi şekillendirdi ve şekillerinizi de güzel yaptı. Dönüş yalnız O'nadır. ﴾3﴿ Göklerdeki ve yerdeki her şeyi bilir. Gizlediklerinizi de açığa vurduklarınızı da bilir. Allah, göğüslerin özünü (kalplerde olanı) hakkıyla bilendir. ﴾4﴿ Daha önce inkar edip de inkarlarının cezasını tadanların haberi size gelmedi mi? Onlar için elem dolu bir azap da vardır. ﴾5﴿ Bu, peygamberlerinin, onlara apaçık mucizeler getirmeleri ve onların da, "(Bizim gibi) insanlar mı bizi doğru yola iletecekmiş?" deyip de inkar etmeleri ve yüz çevirmeleri sebebiyledir. Allah da hiçbir şeye muhtaç olmadığını göstermiştir. Allah her bakımdan sınırsız zengindir, övgüye layıktır. ﴾6﴿ İnkar edenler, kesinlikle, öldükten sonra diriltilmeyeceklerini iddia ettiler. De ki: "Hiç de öyle değil, Rabbime and olsun, mutlaka diriltileceksiniz, sonra da yaptıklarınız size elbette haber verilecektir. Bu, Allah'a kolaydır." ﴾7﴿ Artık siz Allah'a, peygamberine ve indirdiğimiz nûra (Kur'an'a) iman edin. Allah yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır. ﴾8﴿ Toplanma vakti için Allah'ın sizi toplayacağı günü düşün. O gün aldanışın ortaya çıkacağı gündür. Kim Allah'a inanır ve salih amel işlerse, Allah onun kötülüklerini örter ve onu içinden ırmaklar akan, ebedi kalacakları cennetlere sokar. İşte bu büyük başarıdır. ﴾9﴿
1. Yusebbihu lillahi ma fiyssemavati ve ma fiyl'ardı lehulmulku ve lehulhamdu ve huve 'ala kulli şey'in kadiyrun.1. Yusebbihu lillahi ma fiyssemavati ve ma fiyl'ardı lehulmulku ve lehulhamdu ve huve 'ala kulli şey'in kadiyrun.
2. Huvelleziy halekakum feminkum kafirun ve minku mu'minun vallahu bima ta'melune basıyrun.
3. Halekassemavati vel'arda bilhakkı ve savverekum feahsene suverekum ve ileyhilmasıyru.
4. Ya'lemu ma fiyssemavati vel'ardı ve ya'lemu ma tusirrune ve ma tu'linune vallahu 'aliymun bizatissuduri.
5. Elem ye'tikum nebeulleziyne keferu min kablu fezaku vebale emrihim ve lehum 'azabun eliymun
6. Zalike biennehu kanet te'tiyhim rusuluhum bilbeyyinati fekalu ebeşerun yehdunena fekeferu ve tevellev vestağnallahu vallahu ğanıyyun hamiydun.
7. Ze'amelleziyne keferu en len yub'asu kul bela ve rabbiy letub'asunne summe letunebbeunne bima 'amiltum ve zalike 'alellahi yesiyrun.
8. Feaminu billahi ve resulihi vennurilleziy enzelna vallahu bima ta'melune habiyrun.
9. Yevme yecme'ukum liyevmicem'ı zalike yevmutteğabuni ve men yu'min billahi ve ya'mel salihan yukeffir 'anhu seyyiatihi ve yudhılhu cennatin tecriy min tahtihel'enharu halidiyne fiyha ebeden zalikelfevzul'azıymu.
10. Velleziyne keferu ve kezzebu biayatina ulaike ashabunnari halidiyne fiyha ve bi'selmasıyru.
11. Ma esabe min musıybetin illa biiznillahi ve men yu'min billahi yehdi kalbehu vallahu bikulli şey'in 'aliymun.
12. Ve etıy'ullahe ve etıy'urresule fein tevelleytum feinnema 'ala resulinelbelağulmubiynu.
13. Allahu la ilahe illa huve ve 'alellahi felyetevekkelilmu'minune.
14. Ya eyyuhelleziyne amenu inne min ezvacikum ve evladikum 'aduvven lekum fahzeruhum ve in ta'fu ve tasfehu ve tağfiru feinnallahe ğafurun rahıymun.
15. Ennema emvalukum ve evladukum fitnetun vallahu 'ındehu ecrun 'azıymun.
16. Fettekullahe mesteta'tum vesme'u ve etiy'u ve enfiku hayren lienfusikum ve men yuka şuhha nefsihi feulaike humulmufluhune.
17. İn tukridullahe kardan hasenen yuda'ıfhu lekum ve yağfir lekum vallahu şekurin haliymun.
18. 'Alimulğaybi veşşehadetil'aziyzulhakiymu.
TEGABUN SURESİ DİYANET TEFSİRİ
Evrendeki bütün varlıklar mülk ve hükümranlığın mutlak sahibi ve her türlü hamde lâyık olan Allah’ı tesbih edip dururken, insanların bir kısmı –kendilerinin de O’nun yaratma sıfatının eseri olduğunu bilmezden gelerek– Allah’ı inkâr etmektedir. Tesbih kavramı, “bütün varlıkların ilâhî yasalara zorunlu olarak boyun eğmeleri” anlamını da içerdiğine göre esasen Allah’ı inkâr edenler de –kendileri fark etmeseler bile– bu genel tesbihe katılmaktadırlar (bk. İsrâ 17/44). Fakat yüce Allah, akıl ve muhâkeme yeteneği, irade gücü ve tercih imkânı bahşettiği insanın iradî tesbihi olan imana ve onun icaplarına göre davranmaya ayrı bir değer atfetmektedir. İşte bu âyetlerde insanoğlu, inkâr edebilmesinin dahi gerçekte ilâhî güç ve takdirin bir sonucu olduğu ama bu konuda kendisine tercih yetkisi verilmiş olmasından ötürü bunun sorumluluğundan kurtulamayacağı hatırlatılarak, varlık sebebi üzerinde düşünmeye ve hayatını anlamlandırmaya çağırılmaktadır.
İlk âyet genel olarak felsefenin, özel olarak da kelâm ilminin temel problemlerinden olan Allah’ın egemen iradesi karşısında insan iradesinin değeri ve insanın sorumluluğunun felsefî temeli konusuna ışık tutan bir anlatım inceliği taşımaktadır. Çünkü “Allah kiminizi kâfir kiminizi mümin olarak yarattı” tarzında bir ifade kullanılmayıp “Sizi yaratan O’dur. Ama kiminiz inkâr, kiminiz iman ediyor” buyurularak, bir taraftan inkâr ve iman realitesinin ilâhî güç ve iradeden bağımsız olmadığı, diğer yandan da her bir ferdin cebir altında değil, kendine verilen irade gücüyle yaptığı tercih sonucunda kâfir veya mümin olduğu belirtilmektedir. Her hâlükârda sonucun Allah Teâlâ’nın ilmi dışında kalamayacağını hatırlatan âyetin son cümlesinde, “Allah yapıp ettiklerinizi görmektedir” şeklinde bir ifade kullanılarak özellikle insanın hür iradesiyle yaptıklarına dikkat çekilmesi de bu mânayı destekler niteliktedir (“kesb” kavramı ve bu konudaki kelâm tartışmaları için bk. Bakara 2/7, 286).
Kendi varlık sebebini ve dünya hayatının anlamını sağlıklı biçimde değerlendirebilmesi için 3. âyette insan, göklerin ve yerin hikmetli yaratılışı yani kâinattaki muhteşem düzen üzerinde ve hemen bunun yanında kendi yaratılışındaki seçkin özellikler hakkında düşünmeye, her şeyden önce bu âlemi var kılan irade ve kudretin ihtişamını kavramaya yönlendirilmektedir (Allah’ın “musavvir” isminin anlamı için bk. Haşr 59/24; insanın yaratılışındaki seçkinlik hakkında bk. İsrâ 17/70; Tîn 95/4). Bu sûretle Allah Teâlâ’nın kudret sıfatını, yarattıklarındaki eserleriyle gözlemleyip kabul etmenin yanında 4. âyette O’nun ilminin kuşatıcılığına, kalbin derinliklerinde saklandığı sanılan şeylerin dahi bu bilmenin dışında kalamayacağına dikkat çekilerek bu defa insan, hem Allah’ın ilim sıfatının kuşatıcılığını kavramaya hem kendi yapıp ettiklerinin de O’nun ilminin dışında kalmadığını bilerek sorumluluk fikri üzerinde yoğunlaşmaya çağırılmaktadır. 5. âyette ise tarihe yapılan bir gönderme ile sorumluluk bilinci içinde hareket etmemenin sonuçları üzerinde düşünme fırsatı verilmektedir.
Böylece ilk beş âyette veciz bir anlatımla Allah-evren-insan arasındaki ontolojik ve ahlâkî bağı doğru bir şekilde kurabilmeyi sağlayacak ufuklar açılarak önce İslâm inançları teorisinin üç temel konusundan birincisini oluşturan ulûhiyyet (Allah’ın varlığı ve sıfatları) konusunun altı çizilmiştir. 6-10. âyetlerde ise diğer ikisi yani nübüvvet (peygamberlik, vahiy) ve âhiret konuları üzerinde durulmaktadır. 6 ve 7. âyetlerde peygamberleri, onların bildirdiklerini ve özellikle öldükten sonra diriltilme gerçeğini inkâr etmenin inkârcılara bir şey kazandırmadığı, Cenâb-ı Allah’a da bir şey kaybettirmediği, ama bir süre sonra onların bütün bu yaptıklarını bir bir önlerinde görecekleri ifade edilmekte; buna bağlı olarak 8. âyette Kur’an’ın muhatapları Allah’a, peygamberine ve O’nun indirdiği ışığa (Kur’an’a) iman etmeye çağrılmaktadır. 9. âyette haşir gününde gerçek anlamda kâr ve zararın ortaya çıkacağına değinilmekte ve iman edip erdemli davranışlarla ömrünü iyi değerlendirenlerin âhirette kavuşacakları mükâfat hatırlatılmaktadır. 10. âyette ise inkâr eden ve Allah’ın âyetlerini yalan sayanların acı âkıbetini gösteren bir uyarı yapılmaktadır. İnkârcıların peygamberlerin çağrısını kabul etmemekte haklı olduklarını ispat için sık sık kullandıkları argüman 6. âyette, “Bir beşer mi bizi doğru yola çıkaracak!” şeklinde özetlenmiş olup birçok âyette bu delilin çürüklüğü ortaya konmuştur (meselâ bk. İbrâhim 14/10-11; Kehf 18/110; Mü’minûn 23/24, 33; Furkan 25/7). Bu âyetin “Allah da muhtaç olmadığını gösterdi” şeklinde çevrilen kısmı, “Onların imanına ve kulluğuna muhtaç olmadı, muhtaç olmadığını gösterdi”, “Gücü yettiği halde onları imana zorlamadı” ve “Ortaya koyduğu açık ve kesin kanıtlarla yetinmek ve onları zorlamamak suretiyle kemalini gösterdi” gibi mânalarla açıklanmıştır (Zemahşerî, IV, 105; Şevkânî, V, 271). Müfessirlerin genel kanaatine göre 8. âyetin “İndirdiğimiz o ışığa iman edin” diye çevrilen cümlesinde geçen “nûr” kelimesinden maksat Kur’ân-ı Kerîm ve onun içeriğidir (Taberî, XXVIII, 121; İbn Atıyye, V, 319). 9. âyette geçen yevmü’t-tegåbün tamlaması “kayıp ve kazancın ortaya çıkacağı gün” şeklinde tercüme edilmiş olup buradaki tegåbün kelimesi hakkında geniş açıklamalar yapılmıştır. Bu kelimenin kökü olan gabn (gabn, gaben) masdarı sözlükte “gizlemek, unutmak, hata etmek, zayıf olmak ve aldatmak” gibi mânalara gelir. Fıkıh terimi olarak gabin de, iki tarafa borç yükleyen akidlerde edimler arasındaki dengesizliği, özellikle satım sözleşmesinde satım parasıyla satılan malın piyasa değeri arasında belirgin bir fark bulunmasını ifade eder. Tegåbün kelimesi Arapça’da genellikle iki veya daha fazla kişinin karşılıklı fiillerini anlatmak için kullanılan “tefâül” kalıbındadır. Bu sebeple daha çok “birbirini aldatmak” yahut “hem aldanmak hem aldatmak” mânalarıyla açıklanmıştır. İbn Atıyye ise burada bu kalıbın karşılıklı bir durumu değil, –“tevazu” kelimesinde olduğu üzere– fiilin konusundaki çokluğu ve yoğunluğu belirtmek için kullanıldığı kanaatindedir. Birçok müfessir –“doğruya karşılık sapkınlığı satın alanlar” şeklindeki (Bakara 2/16) tasvirden de yararlanarak– burada inkârcı ve münafıkların imanı küfür ile, âhireti de dünya ile değişmelerindeki yanlışlık ve aldanmaya bir telmih bulunduğu yorumunu yapmıştır. Bazılarına göre bu kelimeyle, hesap gününde eşyanın dünyadaki miktar ve değerinden farklı görüneceği anlatılmaktadır. Başka bir yoruma göre burada kastedilen şudur: Bazılarının “Allah’a verdikleri sözü düşük bir bedelle satmaları”, “Allah’ın müminlerden canlarını ve mallarını cennet karşılığında satın alması” (Tevbe 9/111) gibi Kur’an’da mânevî anlamda alışveriş lafzının kullanıldığı durumların gerçek kârlılık yönü yani kimin kazanıp kimin kaybettiği o gün ortaya çıkacaktır (başka yorumlarla birlikte bk. İbn Atıyye, V, 319; Râzî, XXX, 24-25; Elmalılı, VII, 5028-5030). Bu izahları ve bağlamı dikkate alarak, anılan tamlamayı “kayıp ve kazancın ortaya çıkacağı gün” şeklinde çevirdik.
Kullarına çok merhametli olduğuna inanılan Tanrı’nın kötülüklere niçin izin verdiği hususu, din felsefesinde genellikle kötülük problemi veya teodise (Tanrı’nın âdilliği problemi) başlığı altında geniş biçimde tahlil edilmiş ve tartışılmış bir konudur. Genel olarak hayrın ve şerrin var edilmesinin hikmetleri konusu bir yana, başa gelen her musibetin Allah’ın izniyle olması ifadesini Kur’an ve Sünnet’teki ilke ve bilgilere göre şöyle açıklamak uygun olur: Cenâb-ı Hak kullarına zulmetmez; dolayısıyla “kulların kendi fiilleri sebebiyle hak ettikleri bir karşılık” anlamındaki musibetin bu açıdan izahında zorluk bulunmamaktadır. Kusuru ve günahı olmadığı halde bazı kullara verilen sıkıntı ve felâketler ise kişinin ebedî mutluluğuna zarar veren yani gerçek mânada kötü ve insanın kendi fiili yüzünden başına gelen musibet olarak değerlendirilmez (bk. Şûrâ 42/30). Öyle görünüyor ki 11. âyette, insanların sorumluluğu bakımından musibetlerin değerlendirilmesi değil, Tanrı inancına ilişkin yaygın bir yanlışlığın düzeltilmesi amaçlanmaktadır. Önceki âyetlerin iman esaslarıyla ilgili olması, bu âyetin devamındaki ve müteakip iki âyetteki ifadeler de bunu destekler niteliktedir. Birçok bâtıl dinin yanı sıra ilâhî dinin mensupları arasında türemiş bazı sapkın mezheplerde, “iyi” ve “kötü” iki ayrı tanrı arasında bölüştürülerek şirk (Allah’a ortak koşma) telakkisine güya meşruiyet kazandırılmaya, masum bir çehre verilmeye çalışılmıştır. Bazı ilâhî dinlerin mensupları da zaman zaman, Allah’a kötülük yakıştırmama gibi ileri derecede bir duyarlılıkla, şerrin O’nun tarafından yaratılmış olamayacağı tarzında bir inanca kaymışlardır. Oysa Allah’ın fiilleri ve sıfatları insanların kendi isteklerine ve münasip görmelerine göre biçimlendirilebilecek bir konu değildir; kulun görevi O’nu kendisinin bildirdiğine göre tanıyıp O’nun istediği şekilde kulluk etmektir (ayrıca bk. Hac 22/11; Furkån 25/43; Câsiye 45/23). Doğru ve sağlam İslâm inancına göre bütün varlık ve olayların yegâne yaratıcısı Allah Teâlâ’dır; Allah, irade gücü verdiği, hem iyilik hem kötülük işlemeye müsait yarattığı şuurlu varlıklara kötüyü tercih etmemelerini buyurmuş ama –dünya hayatının imtihan alanı olması sebebiyle– kötülüğü istediklerinde ve işlemeye koyulduklarında bu eylemlerin yine kendisinin yaratma düzeni içinde varlık kazanacağını, sorumluluğunun da onlara ait olacağını bildirmiştir. Bu düzen içinde şeytanın kötülüğü teşvik görevini üstlendiği ama asla ona fiillerin yaratıcısı olarak bakılmaması gerektiği de hatırlatılmıştır. Bu sebeple İslâm akaidinde, “hayrın da şerrin de Allah’tan olduğuna yani O’nun mutlak irade ve kudretinden bağımsız olmadığına, onun bilgisi dışında kalamayacağına, ancak Allah’ın kulları için yalnız hayra razı olduğuna, kulun başına gerçek mânada (ebedî mutluluğuna zarar veren) bir kötülük gelmişse bunun kendi yanlış davranışından kaynaklandığına” inanmak esastır. Ayrıca samimi bir mümin, kendi kusuru sebebiyle olmadan başına gelen felâket ve sıkıntıların da imtihanla ilgili olduğuna ve sabırla karşıladığında ecir alacağına inanır. Dolayısıyla bu inancın dayanaklarından biri olan 11. âyet, ayrıca müminler için önemli bir teselli kaynağı oluşturmaktadır. Nitekim bu inancın ruh sağlığı üzerindeki olumlu etkileri modern psikolojide kanıtlanmış olup, bu husus Hz. Peygamber’in şu hadisinde de veciz bir şekilde özetlenmiştir: “Müminin durumu ilginçtir: Allah’ın her hükmü onun iyiliğinedir; çünkü başına bir sıkıntı gelip sabretse bu onun hayrınadır, sevindirici bir şey meydana gelip şükretse bu da onun hayrınadır. Bu, yalnız mümine has bir özelliktir” (Müslim, “Zühd”, 64; Dârimî, “Rikåk”, 61; ayrıca bk. Nisâ 4/79; Hadîd 57/22).
Doğasına dünya sevgisi yerleştirilmiş olan (bk. Âl-i İmrân 3/14) insanın buradaki sınavda başarılı olabilmesi için önemli bir ölçü verilmektedir: Allah’a kul olma bilincini daima zinde tutmaya çalışmak, her davranışında dünya hayatının icapları ile âhiret mutluluğunu dengeleyen bir itidal çizgisi tutturmak, bunu başarabilmek için de özverili davranmayı içine sindirmek.
14. âyetteki anlatım ve uyarıya göre en güçlü sevgi bağlarıyla birbirine bağlı olan insanlar bile –bunlar öncelikle eşler, ebeveyn ve çocuklar da olsa– her zaman amaç birliği içinde olmayabilirler ve mümin bir kişi bu yakınlarından dahi –kasdî olsun olmasın– âhiret mutluluğunu zedeleyecek zararlar görebilir, öneriler ve teşvikler alabilir. 15. âyetin tasvirine göre de kişinin sahip olduğu bütün maddî mânevî imkânlar ve bunlara duyulan bağlılık hissi, onun sınanması için var edilmiştir. Yine bu âyette belirtildiği üzere erişilmesi için çaba harcanmaya değer gerçek mutluluk Allah katında olandır ve 16. âyete göre buna erişebilmenin yolu da Allah’a kul olma bilincini sürekli korumak için olanca çabayı harcamak, dinin bildirimlerine kulak vermek ve onlara uymayı ilke edinmektir. Fakat insanın, çoğu zaman doğasındaki bayağı eğilimlerinin kendisini çekmeye çalıştığı yer ile konumuz olan âyetlerdeki bildirimlere göre olması gerektiği yer arasında bulunmanın gerginliğini yaşadığı da muhakkaktır. İşte bu âyetler bu noktada insanın yolunu şöyle aydınlatmaktadır: İmtihan alanından kaçmaya çalışmak çözüm değildir; yapılacak şey olabildiğince tehlikelere karşı bilinçli ve hazırlıklı olmak, bu geçici hayattan vazgeçmeden, hatta bu hayatı bir imkân ve üretim alanı olarak kabul edip ebedî hayat için çalışmak. Bunda başarılı olabilmenin temel şartı ise kısaca özverili davranma alışkanlığı kazanabilmektir. Özveriyi de iki grupta toplamak mümkündür. Birincisi –14. âyette belirtildiği üzere– başkalarına karşı beslediğimiz olumsuz duygulardan vazgeçebilmek, affedebilmek, hoşgörülü ve bağışlayıcı olabilmektir. İkincisi de sahip olduğumuz dünyevî nimet ve imkânlara duyduğumuz aşırı tutkuları dizginleyebilmektir. Bu, 16. âyetin son cümlesinde “nefsine tutsak olmaktan korunma” şeklinde özetlenmiş; ayrıca 16 ve 17. âyetlerde, –aslında aynı zamanda kendi iyiliğimize olmak üzere– “başkaları için harcama yapmak ve Allah’a güzel borç vermek” şeklinde açıklanmıştır (15. âyette geçen ve “imtihan” diye çevrilen fitne kavramının Kur’an’daki kullanımları hakkında bk. Bakara 2/191-192; 16. âyette geçen “şuhh” kelimesi hakkında bk. Haşr 59/9; 17. âyette “Allah’a güzel bir borç verme” anlamıyla çevrilen ifadeden hareketle geliştirilen “karz-ı hasen” terimi hakkında bilgi için bk. Bakara 2/245).
14. âyetin nüzûl sebebi olarak bazı kaynaklarda yer alan şu rivayetlerden ilki âyetin başlangıç kısmının, diğer ikisi de son kısmının anlaşılmasına ışık tutmaktadır: a) Avf b. Mâlik el-Eşcaî Resûlullah ile birlikte savaşa gitmek istemişti. Çoluk çocuğu toplanıp onun ayrılığına dayanamayacaklarını söylediler, ağlayıp sızladılar ve sonunda onu bu kararından vazgeçirdiler. Ama Avf daha sonra bundan dolayı çok pişman oldu. b) Mekke’de müslüman olanlar hicret etmek isteyip çoluk çocukları buna razı olmayınca, “Şayet Allah beni hicret yurdunda sizinle bir araya getirirse görün bakın size neler edeceğim!” diye söylenir, yeminler ederlerdi (Taberî, XXVIII, 124-125). c) Bazı Mekkeliler müslüman olmuş ve Medine’ye hicrete karar vermişlerdi. Aileleri buna karşı çıktı. Fakat bir süre sonra onları dinlemeyip Medine’ye geldiler. Daha önce müslüman olanların dinî konularda epeyce mesafe katetmiş ve yetişmiş olduklarını görünce, buraya gelmelerine karşı çıkan eş ve çocuklarına kızdılar ve onları cezalandırmayı düşündüler (Tirmizî, “Tefsîr”, 64). Âyetin “düşman olanlar vardır” şeklinde çevrilen ifadesinden de anlaşılacağı üzere burada aile fertleri arasında daima böyle bir durum bulunduğu gibi bir mâna çıkarılmaması için “bazı” anlamı taşıyan bir edat kullanılmıştır; ancak âyet metninde “vardır” şeklindeki vurgunun başa getirilmesi bu tür durumlarda duyarlı olunması için yapılan uyarıyı pekiştirmektedir (İbn Âşûr, XXVIII, 284).
16. âyetin “Gücünüz yettiğince Allah’a saygısızlıktan sakının” diye çevrilen kısmıyla Âl-i İmrân sûresinin 102. âyetinin “Allah’a karşı gereği gibi saygılı olun” anlamına gelen kısmının neshedilmiş olduğu ileri sürülürse de, her iki ifadenin kendi bağlamındaki anlamını korumasına bir engel bulunmamaktadır; nitekim Nehhâs gibi âlimler bu yönde ikna edici açıklamalar yapmışlardır (bk. İbn Atıyye, V, 321).
Evrendeki her şeyin Allah’ı tesbih ettiğine dikkat çekerek başlayan sûre, O’nun duyular ve akılla idrak edilemeyeni de edileni de bildiğini, çok güçlü ve hikmet sahibi olduğunu hatırlatarak sona ermektedir.