Güncelleme Tarihi:
Maide suresi anlamı ve okunuşu yoğun ilgi görüyor. Maide suresi, adını 112. ve 114. âyetlerde yer alan “mâide” (sofra) kelimesinden almıştır. En son indirilen sûre olduğunu ve tamamının Vedâ haccında arefe günü veya Hudeybiye seferi sırasında nâzil olduğunu ifade eden rivayetler bulunmakla birlikte ihtiva ettiği konular ve bazı âyetler hakkında aktarılan nüzûl sebepleri sûrenin farklı zamanlarda indirildiğini göstermektedir. İşte Maide suresinin tefsiri, anlamı, Türkçe ve Arapça okunuşu...
MAİDE SURESİ TÜRKÇE OKUNUŞU
1.Ya eyyühellezıne amenu evfu bil ukud ühıllet leküm behımetül en'ami illa ma yütla aleyküm ğayra mühıllis saydi ve entüm hurum innellahe yahkümü ma yürıd
2.Ya eyyühellezıne amenu la tühıllu şeairallahi ve leş şehral harame ve lel hedye ve lel kalaide ve la ammınel beytel harame yebteğune fadlem mir rabbihim ve rıdvana ve iza haleltüm fastadu ve la yecrimenneküm şeneanü kavmin en sadduküm anil mescidil harami en ta'tedu ve teavenu alel birri vet takva ve la teavenu alel ismi vel udvani vettekullah innellahe şedıdül ıkab
3.Hurrimet aleykümül meytetü ved demü ve lahmül hınzıri ve ma ühille li ğayrillahi bihı vel münhanikatü vel mevkuzetü vel müteraddiyetü ven netıyhatü ve ma ekeles sebüu illa ma zekkeytüm ve ma zübiha alen nüsubi ve en testaksimu bil ezlam zaliküm fisk elyevme yeissellezıne keferu min dıniküm fe la tahşevhüm vahşevn elyevme ekmeltü leküm dıneküm ve etmentü aleyküm nı'metı ve radıytü lekümül islame dına fe menidturra fı mahmesatin ğayra mütecanifil li ismin fe innellahe ğafurur rahıym
4.Yes'eluneke maza ühılle lehüm kul ühılle lekümüt tayyibatü ve ma alemtüm minel cevarihı mükellibıne tüallimunehünne mimma allemekümüllah fe külu mimma emsekne aleyküm vezkürüsmellahi aleyhi vettekullah innellahe serıul hısab
5.Elyevme ühılle lekümüt tayyibat ve taamüllezıne utül kitabe hıllül leküm ve taamüküm hıllül lehüm vel muhsanatü minel mü'minati vel muhsanatü minellezıne utül kitabe min kabliküm iza ateytümuhünne ücurahünne muhsınıne ğayra müsafihıyne ve la müttehızı ahdan ve mey yekfür bil ımani fe kad habita amelühu ve hüve fil ahırati minel hasirın
6.Ya eyyühellezıne amenu iza kuntüm iles salati fağsilu vücuheküm ve eydiyeküm ilel merafikı vemsehu bi ruusiküm ve ercüleküm ilel ka'beyn ve in küntüm cünüben fettahheru ve in küntüm merda ev ala seferin ev cae ehadüm minküm minel ğaitı ev lamestümün nisae fe lem tecidu maen fe teyemmemu saıydan tayyiben femsehu bi vücuhiküm ve eydıküm minh ma yürıdüllahü li yec'ale aleyküm min haraciv ve lakiy yürıdü li yütahhiraküm ve li yütimme nı'metehu aleyküm lealleküm teşkürun
7.Vezküru nı'metellahi aleyküm ve mısakahüllezı vasekaküm bihı iz kultüm semı'na ve eta'na vettekullah innellahe alımün bi zatis sudur
8.Ya eyyühellezıne amenu kunu kavvamıne lillahi şühedae bil kıstı ve la yecrimenneküm şeneanü kavmin ala ella ta'dilu ı'dilu hüve akrabü lit takva vettekullah innellahe habırum bi ma ta'melun
9.Veadellahüllezıne amenu ve amilus salihati lehüm mağfiratüv ve ecrun azıym
10.Vellezıne keferu ve kezzebu bi ayatina ülaike ashabül cehıym
11.Ya eyyühellezıne amenüzküru nı'metellahi aleyküm iz hemme kavmün ey yebsütu ileyküm eydiyehüm fe keffe eydiyehüm ankü vettekullah ve alellahi fel yetevekkelil mü'minun
12.Ve le kad ehazellahü mısaka benı israıl ve beasna minhümüsney üşera nekıyba ve kalellahü innı meaküm lein ekamtümüs salate ve ateytümüz zekate ve amentüm bi rusülı ve azzertümuhüm ve akradtümüllahe kardan hasenel le ükeffiranne anküm seyyiatiküm ve le üdhılenneküm cennatin tecrı min tahtihel enhar fe men kefera ba'de zalike minkümfe kad dalle sevaes sebıl
13.Fe bima nakdıhim mısakahüm leannahüm ve cealna kulubehüm kasiyeh yüharrifunel kelime ammevadııhı ve nesu hazzam mimma zükkiru bih ve la tezalü tettaliu ala hainetim minhüm illa kalılem minhüm fa'fü anhüm vasfah innellahe yühıbbül muhsinın
14.Ve minellezıne kalu inna nesara ehazna mısakahüm fe nesu hazzam mimma zükkiru bihı fe ağrayna beynehümül adavete vel bağdae ila yevmil kıyameh ve sevfe yünebbiühümüllahü bi ma kanu yasneun
15.Ya ehlel kitabi kad caeküm rasulüna yübeyyinü leküm kesıram mimma küntüm tuhfune minel kitabi ve ya'fu an kesır kad caeküm minellahi nuruv ve kitabüm mübın
17.Le kad keferallezıne kalu innellahe hüvel mesıhunü meryem kul fe mey yemlikü minellahi şey'en in erade ey yühlikel misıhabne meryeme ve ümmehu ve men fil erdı cemıa ve lillahi mülküs semavati vel erdı ve ma beynehüma yahlüku ma yeşa' vallahü ala külli şey'in kadır
18.Ve kaleltil yehudü ven nesara nahnü ebnaüllahi ve ehıbbaüh kul fe lime yüazzibüküm bi zünubiküm bel entüm beşerum mimmen halak yağfiru li mey yeşaü ve yüazzibü mey yeşa' ve lillahi mülküs semavati vel erdı ve ma beynehüma ve ileyhil mesıyr
19.Ya ehlel kitabi kad caeküm rasulüna yübeyyinü leküm ala fetratim miner rusüli en tekulu ma caena mim beşıriv ve la nezırin fe kad caeküm beşıruv venezır vallahü ala külli şey'in kadır
20.Ve iz kale musa li kavmihı ya kavmizküru nı'metellahi aleyküm iz ceale fıküm embiyae ve cealleküm mülukev ve ataküm ma lem yü'ti ehadem minel alemın
21.Ya kavmidhulül erdal mükaddesetelletı ketebellahü leküm ve la terteddu ala edbariküm fe tenkalibu hasirın
22.Kalu ya musa inne fıha kavmen cebbarıne ve inna len nedhuleha hatta yahrucu minha fe iy yahrucu minha fe inna dahılun
23.Kale racülani minellezıne yehafune en'amellahü aleyhimedhulu aleyhimül bab fe iza dehaltümuhü fe inneküm ğalibune ve alellahi fe tevekkelu in küntüm mü'minın
24.Kalu ya musa inna len nedhuleha ebedem ma damu fıha fezheb ente ve rabbüke fe katila inna hahüna kaıdun
25.Kale rabbi innı la emlikü illa nefsı ve ehıy fefruk beynena ve beynel kavmil fasikıyn
26.Kale fe inneha müharrametün aleyhim erbeıyne seneh yetıhune fil erdı fe la te'se alel kavmil fasikıyn
27.Vetlü aleyhim nebeebney ademe bil hakk iz karraba kurbanen fe tükubbile min ehadihima ve lem yütekabbel minel ahar kale le aktülennek kale innema yetekabbelül lahü minel müttekıyn
28.Leim besatte ileyye yedeke li taktülenı ma ene bi basitıy yediye ileyke li aktülek innı ehafüllahe rabbel alemın
29.İnnı ürıdü en tebue bi ismı ve ismike fe tekune min ashabin nar ve zalike cezaüz zalimın
30.Fe tavveat lehu nefsühu katle ehıyhi fe katelehu fe asbeha minel hasirın
31.Fe beasellahü ğurabey yebhasü fil erdı li yüriyehu keyfe yüvarı sev'ete ehıyh kale ya veyleta eaceztü en ekune misle hazel ğurabi fe üvariye sev'ete ehıy fe asbeha minen nadimın
32.Min ecli zalike ketebna ala benı israıle ennehu men katel nefsem bi ğayri nefsin ev fesadin fil erdı fe keennema katelen nase cemıa ve men ahyaha fe keennema ahyan nase cemıa ve le kad caethüm rusülüna bil beyyinati sümme inne kesıram minhüm ba'de zalike fil erdı le müsrifun
33.İnnema cezaüllezıne yüharribunellahe ve rasulehu ve yes'avne fil erdı fesaden ey yükattelu ev yüsallebu ev tükattaa eydıhim ve ercülühüm min hılafin ev yünfev minel ard zalike lehüm hızyün fid dünya ve lehüm fil ahırati azabün azıym
34.İllellezıne tabu min kabli en takdiru aleyhim fa'lemu ennellahe ğafurur rahıym
35.Ya eyyühellezıne amenüttekullahe vebteğu ileyhil vesılete ve cahidu fı sebılihı lealleküm tüflihun
36.İnnellezıne keferu lev enne lehüm ma fil erdı cemıav ve mislehu meahu li yeftedu bihı min azabi yevmil kıyameti ma tükubbile minhüm ve lehüm azabün elım
37.Yürıdune ey yahrucu minen nari ve ma hüm bi haricıne minha ve lehüm azabüm mükıym
38.Ves sariku ves sarikatü faktau eydiyehüma cezaem bima keseba nekalem minellah vallahü azızün hakım
39.Fe men tabe mim ba'di zulmihı ve asleha fe innellahe yetubü aleyh innellahe ğafurur rahıym
40.E lem ta'lem ennellahe lehu mülküs semavati vel erdı yüazzibü mey yeşaü ve yağfiru li mey yeşa' vallahü ala külli yeş'in kadır
41.Ya eyyüher rasulü la yahzünkellezıne yüsariune fil küfri minellezıne kalu amenna bi efvahihim ve lem tü'min kulubühüm ve minellezıne hadu semmaune lil kezibi semmaune li kavmin aharıne lem ye'tuk yüharrifunel kelime mim ba'di mevadııh yekulune in utıtüm haza fe huzuhü ve il lem tü'tevhü fahzeru ve mey yüridillahü fitnetehu fe len temlike lehu minellahi şey'a ülaikellezıne lem yüridillahü ey yütahhira kulubehüm lehüm fid dünya hızyüv ve lehüm fil ahırati azabün azıym
42.Semmaune lil kesibi ekkalune lis suht fe in cauke fahküm beynehüm ev a'rıd anhüm ve in tu'rıd anhüm fe ley yedurruke şey'a ve in hakemte fahküm beynehüm bil kıst innellahe yühıbbül muksitıyn
43.Ve keyfe yühakkimunee ve ındehümüt tevratü fıha hukmüllahi sümme yetevellevne mim ba'di zalik ve ma ülaike bil mü'minın
44.İnna enzelnet tevrate fıha hüdev ve nur yahkümü bihen nebiyyunellezıne eslemu lillezıne hadu ver rabbaniyyune vel ahbaru bimestuhfizu min kitabillahi ve kanu aleyhi şüheda' fe la tahşevün nase vahşevni ve la teşteru bi ayatı semenen kalıla ve mel lem yahküm bi ma enzelellahü fe ülaike hümül kafirun
45.Ve ketebna aleyhim fıha ennen nefse bin nefsi vel ayne bil ayni vel enfe bil enfi vel üzüne bil üzüni ves sinne bis sinni vel cüruha kısas fe men tesaddeka bihı fe hüve keffaratül leh ve mel lem yahküm bima enzelellahü fe ülaike hümüz zalimun
46.Ve kaffeyna ala asarihim bi ıysebni meryeme müsaddikal lima beyne yedeyhi minet tevrati ve ateynahül incıle fıhi hüdev ve nuruv ve müsaddikal lima beyne yedeyhi minet tevrati ve hüdev ve mev'ızatel lil müttekıyn
47.Vel yahküm ehlül incıli bima enzelellahü fıh ve mel lem yahküm bima enzelellahü fe ülaike hümül fasikun
48.Ve enzelna ileykel kitabe bil hakkı müsaddikal lima beyne yedeyhi minel kitabi ve mühayminen aleyhi fahküm beynehüm bima enzelellahü ve la tettebı' ehvaehüm amma caeke minel hakk li küllin cealna minküm şir'atev ve minhaca ve lev şaellahü le cealeküm ümmetev vahıdetev ve lakil li yeblüveküm fı ma ataküm festebikul hayrat ilellahi merciuküm cemıan fe yünebbiüküm bi ma küntüm fıhi tahtelifun
49.Ve enıhküm beynehüm bi ma enzelellahü ve la tettebı' ehvaehüm vahzerhüm ey yeftinuke amba'dı ma enzelellahü ileyk fe in tevellev fa'lem ennema yürıdüllahü ey yüsıybehüm bi ba'dı zünubihim ve inne kesıram minen nasi le fasikun
50.E fe hukmel cahiliyyeti yebğun ve men ahsenü minellahi hukmel li kavmiy yukınun
51.Ya eyyühellezıne amenu la tettehızül yehude ven nesara evliya' ba'duhüm evliyaü ba'd ve mey yetevellehüm minküm fe innehu minhüm innellahe la yehdil kavmez zalimın
52.Fe terallezıne fı kulubihim meraduy yüsariune fıhim yekulune nahşa en tüsıybena dairah fe asellahü ey ye'tiye bil fethı ev emrim min ındihı fe yusbihu ala ma eserru fı enfüsihim nadimın
MAİDE SURESİ ANLAMI VE DİYANET MEALİ
Rahmân ve Rahîm olan Allah´ın adıyla
Ey iman edenler! Akitlerinizi yerine getirin. İhramlı iken avlanmayı helâl saymamanız kaydıyla, okunacak (bildirilecek) olanlardan başka hayvanlar, size helal kılındı. Şüphesiz Allah istediği hükmü verir. ﴾1﴿ Ey iman edenler! Allah'ın (koyduğu din) nişanelerine, haram aya, hac kurbanına, (bu kurbanlıklara takılı) gerdanlıklara ve de Rab'lerinden bol nimet ve hoşnutluk isteyerek Kâ'be'ye gelenlere sakın saygısızlık etmeyin. İhramdan çıktığınızda (isterseniz) avlanın. Sizi Mescid-i Haram'dan alıkoydular diye bir takımlarına beslediğiniz kin, sakın ha sizi, haddi aşmaya sürüklemesin. İyilik ve takva (Allah'a karşı gelmekten sakınma) üzere yardımlaşın. Ama günah ve düşmanlık üzere yardımlaşmayın. Allah'a karşı gelmekten sakının. Çünkü Allah'ın cezası çok şiddetlidir. ﴾2﴿ Ölmüş hayvan, kan, domuz eti, Allah'tan başkası adına boğazlanan, (henüz canı çıkmamış iken) kestikleriniz hariç; boğulmuş, darbe sonucu ölmüş, yüksekten düşerek ölmüş, boynuzlanarak ölmüş ve yırtıcı hayvan tarafından parçalanmış hayvanlar ile dikili taşlar üzerinde boğazlanan hayvanlar, bir de fal oklarıyla kısmet aramanız size haram kılındı. İşte bütün bunlar fısk (Allah'a itaatten kopmak)tır. Bugün kafirler dininizden (onu yok etmekten) ümitlerini kestiler. Artık onlardan korkmayın, benden korkun. Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim. Size nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm'ı seçtim. Kim şiddetli açlık durumunda zorda kalır, günaha meyletmeksizin (haram etlerden) yerse şüphesiz ki Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir. ﴾3﴿ (Ey Muhammed!) Sana, kendilerine nelerin helâl kılındığını soruyorlar. De ki: "Size temiz ve hoş olan şeyler, bir de Allah'ın size verdiği yeteneklerle eğitip alıştırdığınız avcı hayvanların tuttuğu (avlar) helâl kılındı. Onların sizin için tuttuklarından yiyin. Onu (av için) salarken üzerine Allah'ın adını anın (besmele çekin). Allah'a karşı gelmekten sakının. Şüphesiz, Allah hesabı çabuk görendir. ﴾4﴿ Bu gün size temiz ve hoş şeyler helâl kılındı. Kendilerine kitap verilenlerin yiyecekleri size helâl, sizin yiyecekleriniz de onlara helâldir. Mü'min kadınlardan iffetli olanlarla, daha önce kendilerine kitap verilenlerden olan iffetli kadınlar da, mehirlerini vermeniz kaydıyla; evlenmek, zina etmemek ve gizli dost tutmamak üzere size helâldir. Her kim de inanılması gerekenleri inkar ederse bütün işlediği boşa gider. Ahirette de o, ziyana uğrayanlardandır. ﴾5﴿ Ey iman edenler! Namaza kalkacağınız zaman yüzlerinizi, dirseklere kadar ellerinizi ve -başlarınıza mesh edip- her iki topuğa kadar da ayaklarınızı yıkayın. Eğer cünüp iseniz iyice yıkanarak temizlenin. Hasta olursanız veya seferde bulunursanız veya biriniz abdest bozmaktan (def-i hacetten) gelir veya kadınlara dokunur (cinsel ilişkide bulunur) da su bulamazsanız, o zaman temiz bir toprağa yönelin. Onunla yüzlerinizi ve ellerinizi meshedin (Teyemmüm edin). Allah size herhangi bir güçlük çıkarmak istemez. Fakat o sizi tertemiz yapmak ve üzerinizdeki nimetini tamamlamak ister ki şükredesiniz. ﴾6﴿ Allah'ın üzerinizdeki nimetini ve "işittik, itaat ettik" dediğinizde ona verdiğiniz ve sizi kendisiyle bağladığı sağlam sözü hatırlayın. Allah'a karşı gelmekten sakının. Şüphesiz Allah göğüslerin özünü (kalplerde olanı) hakkıyla bilendir. ﴾7﴿ Ey iman edenler! Allah için hakkı titizlikle ayakta tutan, adalet ile şahitlik eden kimseler olun. Bir topluma olan kininiz sizi adaletsizliğe itmesin. Adil olun. Bu, Allah'a karşı gelmekten sakınmaya daha yakındır. Allah'a karşı gelmekten sakının. Şüphesiz Allah yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır. ﴾8﴿ Allah, iman edip salih ameller işleyenler hakkında, "Onlar için bir bağışlama ve büyük bir mükafat vardır" diye vaatte bulunmuştur. ﴾9﴿ nkar edip âyetlerimizi yalanlayanlar var ya; işte onlar cehennemliklerdir. ﴾10﴿ Ey iman edenler! Allah'ın size olan nimetini hatırlayın. Hani bir topluluk size el uzatmaya (tecavüze) kalkışmıştı da Allah (buna engel olmuş) onların ellerini sizden çekmişti. Allah'a karşı gelmekten sakının. Mü'minler yalnız Allah'a tevekkül etsinler. ﴾11﴿ Andolsun, Allah İsrailoğullarından sağlam söz almıştı. Onlardan on iki temsilci -başkan- seçmiştik. Allah şöyle demişti: "Sizinle beraberim. Andolsun eğer namazı kılar, zekatı verir ve elçilerime inanır, onları desteklerseniz, (fakirlere gönülden yardımda bulunarak) Allah'a güzel bir borç verirseniz, elbette sizin kötülüklerinizi örterim ve andolsun sizi, içinden ırmaklar akan cennetlere koyarım. Ama bundan sonra sizden kim inkar ederse, mutlaka o, dümdüz yoldan sapmıştır." ﴾12﴿ İşte, verdikleri sözlerini bozmaları sebebiyledir ki onları lanetledik, kalplerini de kaskatı kıldık. Kelimeleri yerlerinden kaydırarak (tahrif edip) değiştiriyorlar. Akıllarından çıkarmamaları istenen şeylerden önemli bir kısmını da unuttular. (Ey Muhammed!) İçlerinden pek azı hariç, onların daima bir hainliğini görüyorsun. Yine de sen onları affet ve aldırış etme. Çünkü Allah iyilik yapanları sever. ﴾13﴿ "Biz hıristiyanız" diyenlerden de sağlam söz almıştık. Ama onlar da akıllarından çıkarmamaları istenen şeylerden önemli bir kısmını unuttular. Bu sebeple biz de aralarına kıyamet gününe kadar sürecek düşmanlık ve kini salıverdik. Allah ne yapmakta olduklarını onlara bildirecek! ﴾14﴿ Ey kitap ehli! Artık size elçimiz (Muhammed) gelmiştir. O, kitabınızdan gizleyip durduğunuz gerçeklerden birçoğunu sizlere açıklıyor, birçoğunu da affediyor. İşte size Allah'tan bir nur ve apaçık bir kitap (Kur'an) gelmiştir. ﴾15﴿ Allah onunla rızası peşinde olanları selamet yollarına iletir ve onları izniyle, karanlıklardan aydınlığa çıkarıp kendilerini dosdoğru bir yola iletir. ﴾16﴿ Andolsun, "Allah, Meryemoğlu Mesih'dir", diyenler kesinlikle kâfir oldular. De ki: "Şâyet Allah, Meryemoğlu Mesih'i, onun anasını ve yeryüzünde olanların hepsini yok etmek istese, Allah'a karşı kim ne yapabilir? Göklerin, yerin ve bunların arasında bulunan her şeyin hükümranlığı Allah'ındır. Dilediğini yaratır. Allah her şeye hakkıyla gücü yetendir." ﴾17﴿ (Bir de) yahudiler ve hıristiyanlar, "Biz Allah'ın oğulları ve sevgili kullarıyız" dediler. De ki: "Öyleyse (Allah) size neden günahlarınız sebebiyle azap ediyor? Hayır, siz de onun yarattıklarından bir beşersiniz." (Allah) dilediğini bağışlar, dilediğine azap eder. Göklerin, yerin ve bunların arasında bulunanların da hükümranlığı Allah'ındır. Dönüş de ancak onadır. ﴾18﴿ Ey kitap ehli! Peygamberlerin arası kesildiği bir sırada "Bize ne müjdeleyici bir peygamber geldi, ne de bir uyarıcı" demeyesiniz diye, işte size (hakikatı) açıklayan elçimiz (Muhammed) geldi. (Evet,) size bir müjdeleyici ve uyarıcı gelmiştir. Allah her şeye hakkıyla gücü yetendir. ﴾19﴿ Hani Mûsâ kavmine demişti ki: "Ey kavmim! Allah'ın, üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Hani içinizden peygamberler çıkarmıştı. Sizi hükümdarlar kılmıştır ve (diğer) toplumlardan hiçbirine vermediğini size vermişti." ﴾20﴿ "Ey kavmim! Allah'ın size yazdığı kutsal toprağa girin. Sakın ardınıza dönmeyin. Yoksa ziyana uğrayanlar olursunuz." ﴾21﴿ Dediler ki: "Ey Mûsâ! O (dediğin) topraklarda gayet güçlü, zorba bir millet var. Onlar oradan çıkmadıkça biz oraya asla giremeyiz. Eğer oradan çıkarlarsa biz de gireriz." ﴾22﴿ Korkanların içinden Allah'ın kendilerine nimet verdiği iki adam şöyle demişti: "Onların üzerine kapıdan girin. Oraya girdiniz mi artık siz kuşkusuz galiplersiniz. Eğer mü'minler iseniz yalnızca Allah'a tevekkül edin." ﴾23﴿ Dediler ki: "Ey Mûsa! Onlar orada bulundukça biz oraya asla girmeyeceğiz. Sen ve Rabbin gidin onlarla savaşın. Biz burada oturacağız." ﴾24﴿ Mûsa, "Ey Rabbim! Ben ancak kendime ve kardeşime söz geçirebilirim. Artık bizimle, o yoldan çıkmışların arasını ayır" dedi. ﴾25﴿ Allah şöyle dedi: "O halde orası onlara kırk yıl haram kılınmıştır. Bu süre içinde yeryüzünde şaşkın şaşkın dönüp dolaşacaklar. Artık böyle yoldan çıkmış kavme üzülme." ﴾26﴿ (Ey Muhammed!) Onlara, Adem'in iki oğlunun haberini gerçek olarak oku. Hani ikisi de birer kurban sunmuşlardı da, birinden kabul edilmiş, ötekinden kabul edilmemişti. Kurbanı kabul edilmeyen, "Andolsun seni mutlaka öldüreceğim" demişti. Öteki, "Allah ancak kendisine karşı gelmekten sakınanlardan kabul eder" demişti. ﴾27﴿ "Andolsun! Sen beni öldürmek için elini bana uzatsan da ben seni öldürmek için sana elimi uzatacak değilim. Çünkü ben âlemlerin Rabbi olan Allah'tan korkarım." ﴾28﴿ "Ben istiyorum ki, sen benim günahımı da, kendi günahını da yüklenip cehennemliklerden olasın. İşte bu zalimlerin cezasıdır." ﴾29﴿ Derken nefsi onu kardeşini öldürmeye itti de (nefsine uyarak) onu öldürdü ve böylece ziyan edenlerden oldu. ﴾30﴿ Nihayet Allah, ona kardeşinin ölmüş cesedini nasıl örtüp gizleyeceğini göstermek için yeri eşeleyen bir karga gönderdi. "Yazıklar olsun bana! Şu karga kadar olup da kardeşimin cesedini örtmekten aciz miyim ben?" dedi. Artık pişmanlık duyanlardan olmuştu. ﴾31﴿ Bundan dolayı İsrailoğullarına (Kitapta) şunu yazdık: "Kim, bir insanı, bir can karşılığı veya yeryüzünde bir bozgunculuk çıkarmak karşılığı olmaksızın öldürürse, o sanki bütün insanları öldürmüştür. Her kim de birini (hayatını kurtararak) yaşatırsa sanki bütün insanları yaşatmıştır. Andolsun ki, onlara resûllerimiz apaçık deliller (mucize ve âyetler) getirdiler. Ama onlardan birçoğu bundan sonra da (hâlâ) yeryüzünde aşırı gitmektedir. ﴾32﴿ Allah'a ve Resûlüne savaş açanların ve yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya çalışanların cezası; ancak öldürülmeleri, yahut asılmaları veya ellerinin ve ayaklarının çaprazlama kesilmesi, yahut o yerden sürülmeleridir. Bu cezalar onlar için dünyadaki bir rezilliktir. Ahirette de onlara büyük bir azap vardır. ﴾33﴿ Ancak onları ele geçirmenizden önce tövbe edenler bunun dışındadırlar. Artık Allah'ın çok bağışlayıcı, çok merhamet edici olduğunu bilin. ﴾34﴿ Ey iman edenler! Allah'a karşı gelmekten sakının, ona yaklaşmaya vesile arayın ve onun yolunda cihad edin ki kurtuluşa eresiniz. ﴾35﴿ Şüphesiz yeryüzünde olanların hepsi ve yanında bir o kadarı daha kendilerinin (kafirlerin) olsa da onu kıyamet gününün azabından kurtulmak için fidye verecek olsalar onlardan yine kabul edilmez. Onlara elem dolu bir azap vardır. ﴾36﴿ Ateşten çıkmak isterler ama ondan çıkabilecek değillerdir. Onlara sürekli bir azap vardır. ﴾37﴿ Yaptıklarına bir karşılık ve Allah'tan caydırıcı bir müeyyide olmak üzere hırsız erkek ile hırsız kadının ellerini kesin. Allah mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir. ﴾38﴿ Her kim de işlediği zulmünün arkasından tövbe edip durumunu düzeltirse kuşkusuz, Allah onun tövbesini kabul eder. Şüphesiz Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir. ﴾39﴿ Bilmez misin ki göklerin ve yerin hükümranlığı Allah'a aittir. O dilediğine azap eder, dilediğini de bağışlar. Allah her şeye hakkıyla gücü yetendir. ﴾40﴿ Ey Peygamber! Kalpten inanmadıkları halde ağızlarıyla "İnandık" diyenler (münafıklar) ile Yahudilerden küfürde yarışanlar seni üzmesin. Onlar, (Yahudiler) yalan uydurmak için (seni) dinlerler, sana gelmeyen bir topluluk hesabına dinlerler. Kelimelerin (ifade içindeki) yerlerini bildikten sonra yerlerini değiştirir ve şöyle derler: "Eğer size şu hüküm verilirse onu tutun. O verilmezse sakının." Allah kimin azaba uğramasını istemişse artık sen onun için asla Allah'a karşı hiçbir şey yapamazsın. Onlar, Allah'ın kalplerini temizlemeyi istemediği kimselerdir. Onlara dünyada bir rüsvaylık, ahirette ise yine onlara büyük bir azap vardır. ﴾41﴿ Onlar, yalanı çok dinleyen, haramı çok yiyenlerdir. Eğer sana gelirlerse ister aralarında hüküm ver, ister onlardan yüz çevir. Onlardan yüz çevirecek olursan sana asla hiçbir zarar veremezler. Eğer hükmedecek olursan aralarında adaletle hükmet. Çünkü Allah, âdil davrananları sever. ﴾42﴿ Yanlarında içinde Allah'ın hükmü bulunan Tevrat varken nasıl oluyor da seni hakem yapıyorlar, sonra bunun ardından verdiğin hükümden yüz çeviriyorlar? İşte onlar (kendi kitaplarına da, sana da) inanmış değillerdir. ﴾43﴿ Şüphesiz Tevrat'ı biz indirdik. İçinde bir hidayet, bir nur vardır. (Allah'a) teslim olmuş nebiler onunla yahudilere hüküm verirlerdi. Kendilerini Rabb'e adamış kimseler ile âlimler de öylece hükmederlerdi. Çünkü bunlar Allah'ın kitabını korumakla görevlendirilmişlerdi. Onlar Tevrat'ın hak olduğuna da şahit idiler. Şu halde siz de insanlardan korkmayın, benden korkun ve âyetlerimi az bir karşılığa değişmeyin. Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyenler kafirlerin ta kendileridir. ﴾44﴿ Onda (Tevrat'ta) üzerlerine şunu da yazdık: Cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş kısas edilir. Yaralar da kısasa tabidir. Kim de bu hakkını bağışlar, sadakasına sayarsa o, kendisi için keffaret olur. Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyenler zalimlerin ta kendileridir. ﴾45﴿ O peygamberlerin izleri üzere Meryemoğlu İsa'yı, önündeki Tevrat'ı doğrulayıcı olarak gönderdik. Ona, içerisinde hidayet ve nur bulunan, önündeki Tevrat'ı doğrulayan, Allah'a karşı gelmekten sakınanlar için doğru yola iletici ve bir öğüt olarak İncil'i verdik. ﴾46﴿ İncil ehli Allah'ın onda indirdiği ile hükmetsin. Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyenler fasıkların ta kendileridir. ﴾47﴿ (Ey Muhammed!) Sana da o Kitab'ı (Kur'an'ı) hak, önündeki kitapları doğrulayıcı, onları gözetici olarak indirdik. Artık Allah'ın indirdiği ile aralarında hükmet ve sana gelen haktan ayrılıp da onların arzularına uyma. Sizden her biriniz için bir şeriat ve bir yol koyduk. Eğer Allah dileseydi elbette sizi tek bir ümmet yapardı. Fakat verdiği şeylerde sizi imtihan etmek için ümmetlere ayırdı. Öyle ise iyiliklerde yarışın. Hepinizin dönüşü Allah'adır. O zaman anlaşmazlığa düşmüş olduğunuz şeyleri size bildirecektir. ﴾48﴿ Aralarında, Allah'ın indirdiği ile hükmet. Onların arzularına uyma ve Allah'ın sana indirdiğinin bir kısmından (Kur'an'ın bazı hükümlerinden) seni şaşırtmalarından sakın. Eğer yüz çevirirlerse, bil ki şüphesiz Allah, bazı günahları sebebiyle onları bir musibete çarptırmak istiyor. İnsanlardan birçoğu muhakkak ki yoldan çıkmışlardır. ﴾49﴿ Onlar hâlâ cahiliye devrinin hükmünü mü istiyorlar? Kesin olarak inanacak bir toplum için, kimin hükmü Allah'ınkinden daha güzeldir? ﴾50﴿ Ey inananlar! Yahudi ve hıristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirlerinin dostlarıdırlar. Sizden kim onları dost edinirse kuşkusuz o da onlardandır. Şüphesiz Allah zalimler topluluğunu doğruya iletmez. ﴾51﴿ İşte kalplerinde bir hastalık (nifak) bulunanların, "Başımıza bir felaketin gelmesinden korkuyoruz" diyerek onların arasında koşup durduklarını görürsün. Ama Allah yakın bir fetih veya katından bir emir getirir ve onlar içlerinde gizledikleri şeye (nifaka) pişman olurlar. ﴾52﴿ (O zaman) iman edenler derler ki: "Sizinle beraber olduklarına dair var güçleriyle Allah'a yemin edenler şunlar mı?" Bunların çabaları boşa çıkmıştır. Böylece ziyan edenler olmuşlardır. ﴾53﴿ Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse, (bilin ki) Allah onların yerine öyle bir topluluk getirir ki, Allah onları sever, onlar da Allah'ı severler. Onlar mü'minlere karşı alçak gönüllü, kafirlere karşı güçlü ve onurludurlar. Allah yolunda cihad ederler. (Bu yolda) hiçbir kınayıcının kınamasından da korkmazlar. İşte bu, Allah'ın bir lütfudur. Onu dilediğine verir. Allah lütfu geniş olandır, hakkıyla bilendir. ﴾54﴿ Sizin dostunuz ancak Allah'tır, Resûlüdür ve Allah'ın emirlerine boyun eğerek namazı kılan, zekâtı veren mü'minlerdir. ﴾55﴿ Kim Allah'ı, onun peygamberini ve inananları dost edinirse bilsin ki şüphesiz Allah taraftarları galiplerin ta kendileridir. ﴾56﴿ Ey iman edenler! Sizden önce kendilerine kitap verilenlerden dininizi alaya alıp oyuncak edinenleri ve öteki kafirleri dost edinmeyin. Eğer mü'minler iseniz Allah'a karşı gelmekten sakının. ﴾57﴿ Siz namaza çağırdığınız vakit onu alaya alıp eğlence yerine koyuyorlar. Bu şüphesiz onların akılları ermeyen bir toplum olmalarındandır. ﴾58﴿ De ki: "Ey kitap ehli! Sadece Allah'a, bize indirilene ve daha önce indirilmiş olan (ilahi kitap)lara inandığımızdan ve çoğunuzun da fasıklar olmasından ötürü bizden hoşlanmıyorsunuz." ﴾59﴿ De ki: "Allah katında cezası bundan daha kötü olanları size haber vereyim mi? Onlar, Allah'ın lanetlediği ve gazabına uğrattığı, içlerinden maymunlar ve domuzlar çıkardığı kimseler ile şeytanlara tapan kimselerdir. İşte bunların yeri daha kötüdür ve onlar doğru yoldan daha çok sapmışlardır." ﴾60﴿ (Yanınıza) küfürle girip yine (yanınızdan) küfürle çıktıkları halde size geldiklerinde "İnandık" dediler. Allah onların saklamakta oldukları şeyi daha iyi bilir. ﴾61﴿ Onlardan çoğunun günahta, düşmanlıkta, haram yemede birbirleriyle yarıştıklarını görürsün. Yapmakta oldukları şey ne kötüdür! ﴾62﴿ Bunları, din adamları ve bilginler günah söz söylemekten ve haram yemekten sakındırsalardı ya! Yapmakta oldukları şey ne kötüdür! ﴾63﴿ Bir de Yahudiler, "Allah'ın eli bağlıdır" dediler. Söylediklerinden ötürü kendi elleri bağlansın ve lanete uğrasınlar! Hayır, onun iki eli de açıktır, dilediği gibi verir. Andolsun, sana Rabbinden indirilen (Kur'an) onlardan birçoğunun azgınlık ve küfrünü artıracaktır. Biz onların arasına kıyamete kadar düşmanlık ve kin saldık. Her ne zaman savaş için bir ateş yakmışlarsa Allah onu söndürmüştür. Onlar yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya çalışırlar. Allah bozguncuları sevmez. ﴾64﴿ Eğer kitap ehli iman etseler ve Allah'a karşı gelmekten sakınsalardı, muhakkak onların kötülüklerini örterdik ve onları Naim cennetlerine koyardık. ﴾65﴿ Eğer onlar Tevrat'ı, İncil'i ve Rableri tarafından kendilerine indirileni (Kur'an'ı) gereğince uygulasalardı elbette üstlerinden ve ayaklarının altından (bol bol rızık) yiyeceklerdi. Onlardan orta yolu tutan bir zümre vardır. Ama onların birçoğunun yaptığı ne kötüdür! ﴾66﴿ Ey Peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan onun verdiği peygamberlik görevini yerine getirmemiş olursun. Allah seni insanlardan korur. Şüphesiz Allah, kafirler topluluğunu hidayete erdirmeyecektir. ﴾67﴿ De ki: "Ey Kitap ehli! Tevrat'ı, İncil'i ve Rabbinizden size indirileni (Kur'an'ı) uygulamadıkça hiçbir şey üzere değilsiniz." Andolsun ki sana Rabbinden indirilen bu Kur'an onlardan çoğunun taşkınlık ve küfrünü artıracaktır. Öyle ise o kâfirler toplumu için üzülme. ﴾68﴿ Şüphesiz inananlar (müslümanlar) ile Yahudiler, Sabiîler ve Hıristiyanlardan (her bir grubun kendi şeriatında) "Allah'a ve ahiret gününe inanan ve salih ameller işleyenler için hiçbir korku yoktur. Onlar mahzun da olmayacaklardır" (diye hükmedilmiştir.) ﴾69﴿ Andolsun, İsrailoğullarından sağlam söz almış ve onlara peygamberler göndermiştik. Fakat her ne zaman bir Peygamber onlara nefislerinin hoşlanmadığı bir hükmü getirdiyse; onlardan bir kısmını yalanladılar, bir kısmını da öldürdüler. ﴾70﴿ (Bu yaptıklarında) bir bela olmayacağını sandılar da kör ve sağır kesildiler. Sonra (tövbe ettiler), Allah da onların tövbesini kabul etti. Sonra yine onlardan çoğu kör ve sağır kesildiler. Allah onların yaptıklarını hakkıyla görendir. ﴾71﴿ Andolsun, "Allah, Meryem oğlu Mesih'tir" diyenler kesinlikle kafir oldu. Oysa Mesih şöyle demişti: "Ey İsrailoğulları! Yalnız, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin. Kim Allah'a ortak koşarsa artık Allah ona cenneti muhakkak haram kılmıştır. Onun barınağı da ateştir. Zalimler için hiçbir yardımcı yoktur." ﴾72﴿ Andolsun, "Allah üçün üçüncüsüdür" diyenler kafir oldu. Halbuki bir tek ilahtan başka hiçbir ilah yoktur. Eğer dediklerinden vazgeçmezlerse andolsun onlardan inkar edenlere elbette elem dolu bir azap dokunacaktır. ﴾73﴿ Hâlâ mı Allah'a tövbe etmezler ve ondan bağışlanma istemezler? Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir. ﴾74﴿ Meryem oğlu Mesih sadece bir peygamberdir. Ondan önce de nice peygamberler geldi geçti. Onun annesi de dosdoğru bir kadındır. (Nasıl ilah olabilirler?) İkisi de yemek yerlerdi. Bak, onlara âyetlerimizi nasıl açıklıyoruz. Sonra bak ki, nasıl da (haktan) çevriliyorlar. ﴾75﴿ (Ey Muhammed!) De ki: "Allah'ı bırakıp da, sizin için ne bir zarara ne de bir yarara gücü yeten şeylere mi tapıyorsunuz? Oysa Allah hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir." ﴾76﴿ De ki: "Ey Kitap ehli! Hakkın dışına çıkarak dininizde aşırı gitmeyin. Daha önce sapmış, bir çoklarını da saptırmış ve dümdüz yoldan da şaşmış bir milletin arzu ve keyiflerine uymayın." ﴾77﴿ İsrailoğullarından inkar edenler, Davud ve Meryemoğlu İsa diliyle lanetlendi. Bu, onların isyan etmeleri ve hadlerini aşıyor olmalarından ötürüydü. ﴾78﴿ İşledikleri herhangi bir kötülükten birbirlerini vazgeçirmeye çalışmazlardı. Yapmakta oldukları ne kötüydü! ﴾79﴿ Onlardan birçoğunun inkar edenleri dost edindiklerini görürsün. Andolsun ki kendileri için önceden (ahirete) gönderdikleri şey; Allah'ın onlara gazap etmesi ne kötüdür! Onlar azap içinde ebedi kalıcıdırlar. ﴾80﴿ Eğer Allah'a, Peygamber'e ve ona indirilene (Kur'an'a) inanıyor olsalardı onları (müşrikleri) dost edinmezlerdi. Fakat onlardan birçoğu fasık kimselerdir. ﴾81﴿ (Ey Muhammed!) İman edenlere düşmanlık etmede insanların en şiddetlisinin kesinlikle Yahudiler ile Allah'a ortak koşanlar olduğunu görürsün. Yine onların iman edenlere sevgi bakımından en yakınının da "Biz hıristiyanlarız" diyenler olduğunu mutlaka görürsün. Çünkü onların içinde keşişler ve rahipler vardır. Onlar büyüklük de taslamazlar. ﴾82﴿ Peygamber'e indirileni (Kur'an'ı) dinledikleri zaman hakkı tanımalarından dolayı gözlerinin yaşla dolup taştığını görürsün. "Ey Rabbimiz! İnandık. Artık bizi şahitlerle (Muhammed'in ümmeti) ile beraber yaz" derler. ﴾83﴿ "Rabbimizin, bizi salihler topluluğuyla beraber (cennete) koymasını umarken, Allah'a ve bize gelen gerçeğe ne diye inanmayalım?" ﴾84﴿ Dedikleri bu söze karşılık Allah onlara, devamlı kalacakları, içinden ırmaklar akan cennetleri mükafat olarak verdi. İşte bu, iyilik yapanların mükafatıdır. ﴾85﴿ İnkar edenlere ve âyetlerimizi yalanlayanlara gelince işte onlar cehennemliklerdir. ﴾86﴿ Ey iman edenler! Allah'ın size helal kıldığı iyi ve temiz nimetleri (kendinize) haram etmeyin ve (Allah'ın koyduğu) sınırları aşmayın. Çünkü Allah haddi aşanları sevmez. ﴾87﴿ Allah'ın size rızık olarak verdiklerinden helal, iyi ve temiz olarak yiyin ve kendisine inanmakta olduğunuz Allah'a karşı gelmekten sakının. ﴾88﴿ Allah, boş bulunarak ettiğiniz yeminlerle sizi sorumlu tutmaz. Ama bile bile yaptığınız yeminlerle sizi sorumlu tutar. Bu durumda yeminin keffareti, ailenize yedirdiğinizin orta hallisinden on yoksulu doyurmak, yahut onları giydirmek ya da bir köle azat etmektir. Kim (bu imkanı) bulamazsa onun keffareti üç gün oruç tutmaktır. İşte yemin ettiğiniz vakit yeminlerinizin keffareti budur. Yeminlerinizi tutun. Allah size âyetlerini işte böyle açıklıyor ki şükredesiniz. ﴾89﴿ Ey iman edenler! (Aklı örten) içki (ve benzeri şeyler), kumar, dikili taşlar ve fal okları ancak, şeytan işi birer pisliktir. Onlardan kaçının ki kurtuluşa eresiniz. ﴾90﴿ Şeytan, içki ve kumarla, ancak aranıza düşmanlık ve kin sokmak; sizi Allah'ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık vazgeçiyor musunuz? ﴾91﴿ Öyleyse Allah'a itaat edin, peygambere itaat edin ve Allah'a karşı gelmekten sakının. Şayet yüz çevirirseniz bilmiş olun ki elçimize düşen sadece apaçık tebliğdir. ﴾92﴿ İman edip salih ameller işleyenlere; Allah'a karşı gelmekten sakındıkları, iman ettikleri ve salih amel işledikleri, sonra Allah'a karşı gelmekten sakındıkları ve iman ettikleri, sonra yine Allah'a karşı gelmekten sakındıkları ve iyilik ettikleri takdirde, daha önce tatmış olduklarından dolayı bir günah yoktur. Allah iyilik edenleri sever. ﴾93﴿ Ey iman edenler! Andolsun, Allah sizleri, ellerinizin ve mızraklarınızın erişebileceği av(lar) ile elbette deneyecek ki, görmediği halde kendisinden korkanı ayırıp meydana çıkarsın. Kim bundan (bu açıklamadan) sonra haddini tecavüz ederse ona elem dolu bir azap vardır. ﴾94﴿ Ey iman edenler! İhramlı iken (karada) av hayvanı öldürmeyin. Kim (ihramlı iken) onu kasten öldürürse (kendisine) bir ceza vardır. (Bu ceza), Kâ'be'ye hediye olarak varmak üzere, öldürdüğünün dengi olup, içinizden iki âdil kimsenin takdir edeceği bir kurbanlık hayvan; veya yoksulları yedirmek suretiyle keffaret; yahut onun dengi oruç tutmaktır. (Bu) yaptığı işin kötü sonucunu tatması içindir. Allah geçmiştekileri affetmiştir. Fakat kim bir daha böyle yaparsa, Allah ondan intikam alır. Allah mutlak güç sahibidir, intikam sahibidir.. ﴾95﴿ Sizin için de yolcular için de bir geçimlik olmak üzere deniz avı yapmak ve deniz ürünlerini yemek sizlere helal kılındı. Kara avı ise ihramlı olduğunuz sürece size haram kılındı. Huzurunda toplanacağınız Allah'a karşı gelmekten sakının. ﴾96﴿ Allah; Ka'be'yi, o saygıdeğer evi, haram ayı hac kurbanını ve (bu kurbanlara takılı) gerdanlıkları insanlar(ın din ve dünyaları) için ayakta kalma (ve canlanma) sebebi kıldı. Bunlar, göklerde ve yerde ne varsa hepsini Allah'ın bildiğini ve Allah'ın (zaten) her şeyi hakkıyla bilmekte olduğunu bilmeniz içindir. ﴾97﴿ Bilin ki Allah'ın cezası çetindir ve Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir. ﴾98﴿ Peygamberin üzerine düşen ancak tebliğdir. Allah sizin açıkladığınızı da, gizlediğinizi de bilir. ﴾99﴿ (Ey Muhammed!) De ki: "Pis ile temiz bir olmaz. Pisin çokluğu hoşuna gitse bile." Ey akıl sahipleri Allah'a karşı gelmekten sakının ki kurtuluşa eresiniz. ﴾100﴿ Ey iman edenler! Size açıklandığı takdirde sizi üzecek olan şeylere dair soru sormayın. Eğer Kur'an indirilirken bunlara dair soru sorarsanız size açıklanır. (Halbuki) Allah onları bağışlamıştır. Allah çok bağışlayandır, halimdir (hemen cezalandırmaz, mühlet verir.) ﴾101﴿ Sizden önceki bir millet o tür şeyleri sordu da sonra o yüzden kafir oldu. ﴾102﴿ Allah ne "Bahîre" ne "Sâibe", ne "Vasîle" ne de "Hâm" diye bir şey meşru kılmamıştır. Fakat, inkar edenler Allah'a karşı yalan uyduruyorlar. Zaten çoklarının aklı da ermez. ﴾103﴿ Onlara, "Allah'ın indirdiğine (Kur'an'a) ve Peygamber'e gelin" denildiğinde onlar, "Babalarımızı üzerinde bulduğumuz din bize yeter" derler. Peki ya babaları bir şey bilmiyor ve doğru yolu bulamamış olsalar da mı? ﴾104﴿ Ey iman edenler! Siz kendinizi düzeltin. Siz doğru yolda olursanız yoldan sapan kimse size zarar veremez. Hepinizin dönüşü Allah'adır. O zaman Allah size yaptıklarınızı haber verecektir. ﴾105﴿ Ey iman edenler! Birinizin ölümü yaklaştığı zaman vasiyet sırasında aranızda şahitlik (edecek olanlar) sizden adaletli iki kişidir. Yahut; seferde olup da başınıza ölüm musibeti gelirse, sizin dışınızdan başka iki kişi şahitlik eder. Eğer şüphe ederseniz, onları namazdan sonra alıkorsunuz da Allah adına, "Akraba da olsa, şahitliğimizi hiçbir karşılığa değişmeyiz. Allah için yaptığımız şahitliği gizlemeyiz. Gizlediğimiz takdirde şüphesiz günahkârlardan oluruz" diye yemin ederler. ﴾106﴿ (Eğer sonradan) o iki kişinin günaha girdikleri (yalan söyledikleri) anlaşılırsa, o zaman, bu öncelikli şahitlerin zarar verdiği kimselerden olan başka iki adam, onların yerine geçer ve "Allah'a yemin ederiz ki, bizim şahitliğimiz onların şahitliğinden elbette daha gerçektir. Biz hakkı da çiğneyip geçmedik. Çünkü o takdirde biz elbette zalimlerden oluruz" diye yemin ederler. ﴾107﴿ Bu (usul), şahitliği layıkıyla yerine getirmeleri ve yeminlerinden sonra başka yeminlere başvurulacağından endişe etmelerini sağlamak için en uygun çaredir. Allah'a karşı gelmekten sakının ve dinleyin. Allah fasık toplumu doğruya iletmez. ﴾108﴿ Allah'ın, peygamberleri toplayıp "siz(den sonra davetiniz)e ne derece uyuldu?" diyeceği, onların da, "Bizim hiçbir bilgimiz yok. Gaybleri hakkıyla bilen ancak sensin" diyecekleri günü hatırlayın. ﴾109﴿ O gün Allah şöyle diyecek: "Ey Meryem oğlu İsa! Senin üzerindeki ve annen üzerindeki nimetimi düşün. Hani, seni Ruhu'l-Kudüs (Cebrail) ile desteklemiştim. Beşikte iken de, yetişkin iken de insanlara konuşuyordun. Hani, sana kitabı, hikmeti, Tevrat'ı, İncil'i de öğretmiştim. Hani iznimle çamurdan kuş şekline benzer bir şey yapıyordun da içine üflüyordun, benim iznimle hemen bir kuş oluyordu. Yine benim iznimle doğuştan körü ve alacalıyı iyileştiriyordun. Hani benim iznimle ölüleri de (hayata) çıkarıyordun. Hani sen, İsrailoğullarına açık mucizeler getirdiğin zaman ben seni onlardan kurtarmıştım da onlardan inkar edenler, "Bu ancak açık bir büyüdür" demişlerdi. ﴾110﴿ Hani bir de, "Bana ve Peygamberime iman edin" diye havarilere ilham etmiştim. Onlar da "İman ettik. Bizim müslüman olduğumuza sen de şahit ol" demişlerdi. ﴾111﴿ Hani havariler de, "Ey Meryem oğlu İsa! Rabbin bize gökten bir sofra indirebilir mi?" demişlerdi. İsa da, "Eğer mü'minler iseniz Allah'a karşı gelmekten sakının" demişti. ﴾112﴿ Onlar, "İstiyoruz ki ondan yiyelim, kalplerimiz yatışsın. Senin bize doğru söylediğini bilelim ve ona, (gözü ile) görmüş şahitlerden olalım" demişlerdi. ﴾113﴿ Meryem oğlu İsa, "Ey Allahım! Ey Rabbimiz! Bize gökten bir sofra indir ki; önce gelenlerimize (zamanımızdaki dindaşlarımıza) ve sonradan geleceklerimize bir bayram ve senden (gelen) bir mucize olsun. Bizi rızıklandır. Sen rızıklandıranların en hayırlısısın" dedi. ﴾114﴿ Allah da, "Ben onu size indireceğim. Ama ondan sonra sizden her kim inkar ederse artık ben ona kainatta hiçbir kimseye etmeyeceğim azabı ederim" demişti. ﴾115﴿ Allah kıyamet günü şöyle diyecek: "Ey Meryem oğlu İsa! Sen mi insanlara Allah'ı bırakarak beni ve anamı iki ilah edinin dedin?" İsa da şöyle diyecek: "Seni bütün eksikliklerden uzak tutarım. Hakkım olmayan bir şeyi söylemem benim için söz konusu olamaz. Eğer ben onu söylemiş olsaydım elbette sen bunu bilirdin. Sen benim içimde olanı bilirsin, ama ben sende olanı bilemem. Şüphesiz ki yalnızca sen gaybları hakkıyla bilensin." ﴾116﴿ "Ben onlara, sadece bana emrettiğin şeyi söyledim: Benim de Rabbim, sizin de rabbiniz olan Allah'a kulluk edin (dedim.) Aralarında bulunduğum sürece onlara şahit idim. Ama beni içlerinden aldığında, artık üzerlerine gözetleyici yalnız sen oldun. Sen her şeye hakkıyla şahitsin." ﴾117﴿ . "Eğer onlara azap edersen, şüphe yok ki onlar senin kullarındır. Eğer onları bağışlarsan, yine şüphe yok ki sen mutlak güç sahibisin, hüküm ve hikmet sahibisin." ﴾118﴿ Allah şöyle diyecek: "Bugün, doğrulara, doğruluklarının yarar sağlayacağı gündür." Onlara içinden ırmaklar akan, içinde ebedi kalacakları cennetler vardır. Allah onlardan razı olmuş, onlar da Allah'dan razı olmuşlardır. İşte bu büyük başarıdır. ﴾119﴿ Göklerin, yerin ve bunlardaki her şeyin hükümranlığı yalnızca Allah'ındır. O her şeye hakkıyla gücü yetendir. ﴾120﴿
MAİDE SURESİ TEFSİRİ
“Sözleşmeler” diye tercüme edilen ukûd, akd (akid) kelimesinin çoğuludur. Akid sözlükte “ipin iki ucunu birbirine bağlamak, bir şeyin kenarlarını toparlamak, sağlam bağ ve düğüm” gibi anlamlara gelir. İslâm hukuk terimi olarak akid, günümüz hukuk terminolojisinde olduğu gibi “hukukî bir sonucu meydana getirmek üzere karşılıklı iki iradenin birbirine uygun olarak açıklanması”nı ifade etmenin yanı sıra, yer yer (vasiyet gibi) tek taraflı hukukî işlemleri belirtmek için de kullanılır ki, bu geniş anlamıyla akid, “hukukî işlem”le eş anlamlıdır. Klasik İslâm hukuku literatüründe akid kelimesi gerek sözlük anlamının gerekse Kur’ân-ı Kerîm’deki bazı kullanımların etkisiyle ilk devirlerden itibaren oldukça geniş bir muhteva ile ele alınmıştır. İlk devir İslâm bilginleri, Kur’an’da sadece tefsir etmekte olduğumuz âyette geçen bu kelimeyi, aynı kökten türemiş kelimelerin ve özellikle yakın anlamda olan ahid kelimesinin Kur’an’daki kullanımının da etkisiyle hem bazı hukukî ilişkileri hem de ibadet yönü ağır basan adak ve yemin gibi şer‘î tasarrufları ve hukukî işlemlerle ilgili şartları içine alan oldukça geniş bir muhtevada yorumlamışlardır. Daha sonraları akid, kanun tekniğine uygun bir anlatımla Mecelle’de şöyle tanımlanmıştır: “Akid, tarafların bir hususu iltizam ve taahhüt etmeleridir ki, icap ve kabulün irtibatından ibarettir” (Yunus Apaydın, “Akid”, İFAV Ans., I, 98-99).
Mülkiyetin sebepleri arasında önemli bir yer işgal eden akid, insanlığın tanıdığı en eski hukukî müesseselerden birini teşkil eder. Akid Câhiliye Arapları tarafından da bilindiği için gerek Kur’an’da gerekse hadiste tarif edilmemiş, bilinen bu hukukî tasarrufla ilgili hükümler konulmuştur. İslâm hukukunun ana kaynaklarından biri olan sünnet, “isimli akidler”e ait zengin açıklama ve hükümler getirmiş olmakla birlikte hadislerde akid terimi genellikle, fert ile fert veya fert ile toplum arasındaki himaye ve dayanışma antlaşması için kullanılmıştır (bk. Ebû Dâvûd, “İmâret”, 18, 38; Buhârî, “Kefâlet”, 4; Müsned, IV, 325; Hayreddin Karaman, “Akid”, DİA, II, 251).
İç, dış, özel ve kamu alanlarında yapılan sözleşmelerin bağlayıcılığı çağdaş hukukun ilkelerinden biridir. Asırlarca önce Kur’ân-ı Kerîm, tarafların dinî ve etnik aidiyetlerine bakmaksızın sözleşmelere riayet etmelerini müminlere emrederek bu ilkeyi teyit etmiştir. Bu âyet-i kerîmede de Allah’ın emir ve yasaklarına, O’na verilen sözlere, kulların kendi aralarında yaptıkları akidlere riayet etmek dinin ana kuralları arasında gösterilmiştir. Bu sebeple İslâm, gerek fertler arasında gerekse fert ile devlet veya devletler yahut toplumlar arasında yapılmış olan akidlerde tarafların kimliğine veya akidlerin türüne bakmaksızın meşrû ve sahih olan her türlü akdin mutlaka yerine getirilmesini ister. Nitekim Hz. Peygamber gayri müslimlerle yapmış olduğu akidlerin yerine getirilmesine son derece önem vermiştir (Müsned, IV, 325). İslâm tarihindeki uygulamalar incelendiğinde müslümanların akidlerini koruma hususunda âzami gayreti gösterdikleri gözlenmektedir.
Bu âyetten hareketle Ebû Hanîfe ve İmam Mâlik, anlaşma yapılır yapılmaz akdin kesinlik kazanacağı ve artık akdin tek taraflı irade ile bozulamayacağı sonucuna ulaşmışlardır. İmam Şâfiî ile İmam Ahmed ise “Satış akdi yapanlar birbirlerinden ayrılmadıkları müddetçe akdi bozmada serbesttirler” (Buhârî, “Büyû‘”, 19, 22; Müslim, “Büyû‘”, 43, 46, 47) meâlindeki hadise dayanarak, taraflar birbirinden ayrılmadıkça akdi bozmada serbest oldukları kanaatine varmışlardır (Râzî, XI, 124; akid hakkında geniş bilgi için bk. Karaman, “Akid”, DİA, II, 251 vd.).
“En‘âm denen hayvanlar” diye tercüme ettiğimiz “behîmetü’l-en‘âm” terkibindeki behîme (çoğulu behâim) kelimesi asıl itibariyle “herhangi bir hayvan” anlamına gelmekle birlikte daha sonra özellikle “karada veya denizde yaşayan dört ayaklı hayvan” anlamında kullanılmıştır (Âsım Efendi, Kamus Tercemesi, “bhm” md.). En‘âm ise neamın çoğulu olup deve, sığır, koyun ve keçi gibi evcil hayvanların yanında (bk. En‘âm 6/142-144; Taberî, VI, 52; Ebû Bekir İbnü’l-Arabî, II, 529-530; İbn Kesîr, VII, 148) ceylan, geyik ve benzeri yabani hayvanları da içine alır. Bu anlayışa göre pençeli ve yırtıcı hayvanlar ile at, eşek, katır gibi tek tırnaklı hay-vanlar bu gruba girmez (krş. Nahl 16/5-8; Mü’minûn 23/21; Zümer 39/6; Elmalılı, III, 1549). Gafir sûresinin 79. âyetine dayanarak at, eşek, katır gibi kendilerinden faydalanılan hayvanların en‘âm türüne girdiğini ileri sürenler olmuşsa da Ebû Hayyân bu görüşün zayıf olduğunu söylemektedir (el-Bahrü’l-muhît, Beyrut 1983, VII, 478). Buna göre âyet-i kerîme, bu sûrenin üçüncü âyetinde haram olduğu açıklananların dışında kalan ve “en‘âm” denilen hayvanların helâl kılındığını ifade eder (krş. Hac 22/28, 30, 34). Ancak hac veya umrede ihramlı iken kara hayvanlarını avlamak haram kılınmıştır. Bununla beraber ihramlı olmayanlar tarafından avlanmış hayvanın eti ihramlı için helâldir (bk. Mâide 5/96).
Bir görüşe göre “behîmetü’l-en‘âm” terkibi bütün hayvanları ifade eder. Buna göre, ihramda iken avlanmayı helâl saymamak şartıyla, 3. âyette haram oldukları bildirilen hayvanların dışındaki bütün hayvanlar helâl kılınmıştır (Taberî, VI, 58). Yüce Allah’ın hayvanların bir kısmını helâl bir kısmını haram kılması, avlanması helâl olan hayvanları ihramlı olanlara yasaklaması ve benzeri hükümler koyması, kulların menfaatlerinin ve ihtiyaçlarının bunu gerekli kılması hikmetine dayanmaktadır. Kullar bu emir ve yasakların hikmetini araştırmakta serbesttirler, ancak bunlara uymak zorundadırlar.
Rivayete göre Hutam b. Hind el-Bekrî adında bir adam Medine’de Hz. Peygamber’in huzuruna gelerek kendisini kavminin temsilcisi diye tanıtmış, arkadaşlarıyla birlikte gelip müslüman olacaklarını söylemiş ve İslâm’ın ne olduğunu öğrenmek istemişti. Hz. Peygamber de İslâm’ın, Allah’tan başkasına tapmamak, namaz kılmak, zekât vermek ve oruç tutmak olduğunu anlatınca Hutam, “Senin bu anlattıkların biraz güç, ben dönüp bunları kavmime anlatayım, kabul ederlerse ben de kabul ederim; eğer kabul etmezlerse ben onlarla beraberim” deyip Hz. Peygamber’in huzurundan ayrıldı. Yurduna dönerken Medineliler’in meralarda yayılmakta olan develerini de sürüp götüren Hutam, ertesi yıl Yemâme’den bir ticaret kervanı yükleyip hacca gelmiş ve bir yıl önce götürdüğü develerin birçoğunun boynuna gerdanlık takıp kurbanlık olarak Harem-i şerife sevketmişti. Bunu haber alan müslümanlar, adamın kervanını vurmak için Hz. Peygamber’den izin istediler. Bunun üzerine bu âyet inerek müslümanların ona saldırmalarını engellemiş ve hac ibadetiyle ilgili işaretlere saygılı olmalarını emretmiştir (Taberî, VI, 54; Vâhidî, Esbâb-ı Nüzûl, s. 139-140; Ebüssuûd, İrşâdü’l-akli’s-selîm, Beyrut, ts., III, 4).
“İşaretler” diye tercüme edilen şe‘âir kelimesi, sözlükte “alâmet” anlamına gelen şa‘îre kelimesinin çoğuludur. Şe‘âirullah ise Allah’ın hac ibadetiyle ilgili emir ve yasaklarıyla O’na itaati gösteren ihram, mîkatlar, cemreler, Safâ ile Merve, Meş‘ar-i Haram, Arafat ve benzeri “haccın menâsiki” denilen ibadetlerle ilgili mekânları ve alâmetleri ifade eder. Bir görüşe göre şeâirullah muayyen bir şeye mahsus olmayıp Allah’ın, kullarını mükellef kıldığı dinî vecîbelerin tamamıdır (Râzî, XI, 128).
Savaş yapmanın yasak ve haram olduğu aya haram ay denir. Kamerî takvime göre bunlar zilkade, zilhicce, muharrem ve recebdir.
“Boyunları bağsız kurbanlık” diye çevirdiğimiz ve sözlükte “gönderilen, hediye edilen” anlamına gelen hedy kelimesi dinî bir terim olarak, “Allah’a mânen yaklaşmak için veya bir kural ihlalinden dolayı kefâret olarak kesilmek üzere Harem-i şerif’e götürülen veya gönderilen kurban” anlamına gelir. “Armağan” anlamına gelen hedye veya hediyye kelimelerinin çoğulu olduğu görüşü de vardır (Râzî, XI, 129; İbn Âşûr, II, 224).
“Boyunları bağlı kurbanlık” diye tercüme ettiğimiz kalâid kelimesi kılâdenin çoğuludur. Terim olarak, Harem-i şerif’e gönderilen kurbanların boyunlarına kurbanlık olduğu bilinsin diye işaret olarak takılan fakat ziynet olmayan çeşitli nesneleri ifade eder. Aynı zamanda boyunlarına bu gerdanlıkların takılmış olduğu kurbanlıklara da kalâid denilir (Râzî, XI, 129).
Yukarıda kısaca açıkladığımız kavramlar hac ibadetiyle ilgili mekânları, fiilleri ve nişaneleri ifade etmektedir. Yüce Allah müminlerin bu nişanelere karşı saygılı olmalarını, haram aylarda savaşmaktan, Beytullah’a gönderilen kurbanlıklara veya bu kurbanlıkların sahiplerine zarar vermekten, saygısızlık göstermekten sakınmalarını emretmekte; hac ya da umre niyetiyle Beytullah’a gelmek, aynı zamanda ticaret yapıp Allah’ın lutfundan bir şeyler elde etmek ve rızâsını kazanmak isteyenlerin ibadetlerini huzur ve emniyet içerisinde yerine getirmelerine engel olunmamasını istemektedir.
Tefsir ve tarih kitaplarında haram aylarla ilgili hükümlerin hac ibadetiyle birlikte Hz. İbrâhim zamanında teşrî kılındığı, insanların bu aylarda sağlanan güven ortamı içinde hac ibadetini rahatça yaptıkları, Mekke ve civarında oturanların da bu vesileyle geçimlerini sağladıkları bildirilmektedir. Bu sebeple Araplar İslâm’dan önce de haram aylara saygı gösterirler, bu aylarda savaşmazlar, kan dökmezlerdi. Bu gelenek İslâm döneminde de devam etti. Bundan dolayı müfessirlerin çoğunluğuna göre “Rablerinin büyük lutuf ve rızâsını dileyerek Beytülharâm’a yönelmiş kimseler”den maksat müşriklerdir. Daha sonra Bakara sûresinin müşrikler hakkında inmiş olan 191. âyeti ile Tevbe sûresinin 5 ve 28. âyetleri bu hükmü kaldırmış, nerede ve ne zaman olursa olsun onlara karşı savaşılmasını emretmiştir (Ebû Bekir İbnü’l-Arabî, I, 147; İbn Kesîr, III, 8; Elmalılı, III, 1555). Ancak bazı müfessirlere göre “Rablerinin büyük lutuf ve rızâsını dileyerek Beytülharâm’a yönelmiş olanlar” geçmişte yaptıklarına pişman olup İslâm’ı kabul eden kimselerdir. Âyette bunların geçmişte işlemiş oldukları bazı hatalar sebebiyle Mescid-i Harâm’a gelmekten engellenmemeleri istenmektedir. Dolayısıyla müşrikler hakkında inmiş olan Bakara ve Tevbe âyetleri bu âyetin hükmünü kaldırmaz (Elmalılı, III, 1555; Ateş, II, 454).
Bu kutsal aylarda savaşın yasaklanmasının sebebi insanlara barış içinde yaşama eğitimi vermek de olabilir. “Milletlerarası ilişkilerde barışı esas alan İslâm dini yeryüzünde her türlü haksızlık, bozgunculuk ve tahakkümü yasaklamıştır (Bakara 2/205; Kasas 28/83). Bununla birlikte savaşın bir vâkıa olduğunu kabul etmiş (Bakara 2/30, 251) ve savaşla ilgili hükümler koyarak tahribatını sınırlamaya çalışmıştır. “Haram aylar” kavramının ancak bütün tarafların kabulü ve saygı göstermesiyle uygulamada faydalı sonuçlar doğuracağı şüphesizdir. Bu kavramın ortaya çıkışı ve uygulanışıyla ilgili tarihî ve dinî şartlar ne olursa olsun, ihmal edilen birtakım insanî değerlerin yaşatılması ve bu konuda kamuoyu oluşturulması için belli günlerin ayrılmasına önem verilen zamanımızda, yılın üçte birini meydana getiren bir süreyi insanların savaş karşıtı düşünce ve duygular içinde yaşamasının yeryüzünde barışın sağlanmasına katkısı büyük olacaktır” (Hüseyin Algül, “Haram Aylar”, DİA, XVI, 105; bilgi için ayrıca bk. Tevbe 9/36).
1 ve 96. âyetlerde belirtildiği üzere ihramlı kimselerin kara hayvanlarını avlamaları haram kılınmıştır. “İhramdan çıkınca avlanabilirsiniz” meâlindeki cümle, ihramdan çıktıktan sonra harem bölgesi dışında kara hayvanlarını avlama yasağının kalktığını ifade eder. Bununla birlikte ihramlı bir kimse hususi olarak kendisi için avlanmamış ise ihramda olmayan kimsenin avlamış olduğu hayvanın etini yiyebilir (bk. Ebû Dâvûd, “Menâsik”, 41; Müsned, III, 318).
Müşrikler hicretin 6. yılında umre için Mekke’ye gelen müslümanları engelleyerek şehre sokmamışlar, Kâbe’yi tavaf etmelerine müsaade etmemişlerdi. Ancak bir yıl sonra müslümanların Kâbe’yi tavaf etmelerine izin verileceği hükmünü içeren Hudeybiye Antlaşması yapıldı. Âyetten anlaşıldığına göre müşriklerin müslümanlara karşı hasmane tutumları ve bu arada onları büyük bir hasretle arzuladıkları Kâbe ziyaretinden engellemeleri bazı müslümanları intikam alma düşüncesine sevketmiş, müslümanlar Mekke’yi fethederek oranın yönetimini ellerine geçirince bazı kimseler daha önce kendilerine kötülük etmiş olanları cezalandırmak ve yapılan kötülüklere misillemede bulunmak istemişlerdi. Ancak âyet, olayın müslümanların zulüm yapmalarına gerekçe olamayacağını bildirmiştir
Birr kelimesi “iyilik, erdemlilik, ihsan etmek, itaat etmek ve doğruluk” gibi anlamlara gelir (geniş bilgi için bk. Bakara 2/177; takvâ hakkında bilgi için bk. Bakara 2/197). Sözlükte “günah, günaha verilen ceza, şarap, kumar” anlamlarına gelen ism kelimesi terim olarak, “İşleyene ceza gerektiren, insanı hayır ve sevaptan alıkoyan fiil veya bundan doğan sorumluluk” şeklinde tanımlanır. Kur’an’da kırk bir defa geçen ism kelimesi, genel anlamından başka küfür ve inkârı, düşmanlığı; yalan, içki, kumar, faiz gibi günahları nitelemek için de kullanılmıştır.
İlk âyette akidlerin yerine getirilmesi emredildikten sonra, İslâm’ın en temel ahlâk ve hukuk ilkelerinden birini ortaya koyan 2. âyette dinin kutsal değerlerinin çiğnenmesi yasaklanmış, ardından intikam duygularının insan haklarına tecavüze sebep olmaması gerektiği bildirilmiş; müslümanların iyilik ve takvâ hususunda birbirlerine yardım etmeleri; günah işlemek, intikam almak, düşmanlık gütmek, insan haklarını çiğnemek gibi amaçlara yönelik faaliyetlerinde birbirlerine yardım etmemeleri ve Allah’a karşı saygılı olmaları buyurulmuş; aksi takdirde uğrayacakları azabın şiddetli olacağı haber verilmiştir. Şüphesiz yardımlaşma ve dayanışma sosyal hayatın bir gereğidir. Ancak bu yardımlaşma hukuk ve ahlâk kurallarına, insanlığın İslâmiyetçe de benimsenen ortak değerlerine aykırı olmamalıdır. Hukuk ve ahlâk ilkeleri gözetilmeden yapılan yardımlaşmanın İslâm nazarında hiçbir değeri yoktur; aksine İslâm haksızlığa yardımı zulüm sayar ve engellenmesini emreder. Hz. Peygamber, “Zalim de olsa mazlum da olsa kardeşine yardım et!” buyurunca, “Ey Allah’ın resulü! Kardeşim mazlum ise yardım ederim, zalim ise nasıl yardım edeyim?” diye sorulmuş, Resûlullah da “Onu zulmetmekten engellersin, senin ona yardımın budur” cevabını vermiştir (Buhârî, “Mezalim”, 4; “İkrâh”, 7).
İlk âyette etleri helâl kılınan hayvanlardan istisna edilip açıklanacağı bildirilen ve yenmesi haram olan şeyler bu âyette açıklanmıştır. Kur’ân-ı Kerîm’de yeryüzündeki bütün imkânların insanlık için yaratılmış (Bakara 2/29), göklerde ve yerde ne varsa hepsinin insanın emrine verilmiş olduğu bildirilmiş (bk. Câsiye 45/13), bu sebeple İslâmiyet’te bu konudaki temel kuralın, aksi yönde delil bulunmadığı sürece helâllik olduğu anlayışı İslâm bilginlerinin çoğunluğunca benimsenmiştir. Gerçekten de Kur’ân-ı Kerîm’de, yenmesi helâl olan etlerin ayrı ayrı belirtilmesi yönüne gidilmemiş, Allah’ın nimetlerini hatırlatmak ve müslümana yaraşan şeylerin yenmesi gerektiğini vurgulamak üzere “iyi ve temiz şeylerin helâl kılındığı” ifadeleri ile yetinilmiştir (bk. Bakara 2/172; Mâide 5/4; A‘râf 7/32). Bu cümleden olmak üzere 1. âyette en çok yenmesi mûtat olan koyun, deve ve sığır gibi türlere (behîmetü’l-en‘âm) işaret edilmiştir.
Kur’an’da yiyecekler konusunda haramlıkla ilgili açıklamaların ortak noktası ise “habâis” (pis ve iğrenç) şeylerin yenmemesi hükmüdür. Ayrıca sağlığa zararlı maddelerin alınmaması İslâm’ın genel ilkelerinin gereklerindendir (Bakara 2/195). Bu konudaki somut yasaklar, bu âyette on madde halinde sayılmışsa da –açıklanacağı üzere– bunların bir kısmı aynı grup içinde düşünülerek tamamı –Bakara sûresinin 173. âyetinde de belirtildiği gibi– dört ana maddede toplanabilmektedir.
Hz. Peygamber’in sünneti, Kur’ân-ı Kerîm’deki bu yasaklamaları teyit eden ifadelerin yanı sıra, “pis ve iğrenç” şeylerin özelliklerine ilişkin açıklamalar da içermektedir. Hayvanların etleriyle ilgili olarak Kur’an ve Sünnet’in, getirmiş olduğu sınırlamalar incelendiğinde bunların, mükellefleri bazı nimetlerden mahrum bırakarak cezalandırma yahut bazı yiyeceklere kutsallık verme amacına yönelik olmadığı, temel amacın müslümanları insana yaraşır davranışlara yöneltme, onların yararlarını gözetme ve onlardan zararı savma olduğu görülür. Bu konudaki yasakların her birinde –iyi bir tetkik sonunda kavranabilecek– birçok hikmetin bulunduğu söylenebilir. Bu yasakların her şeyden önce müslümanlara, onları diğer dinlerin mensuplarından ayırt edici özellikler sağladığı bir gerçektir. Fakat bütün bunların ötesinde, ilâhî buyruk ve yasaklar, Allah’ın iradesine canı gönülden boyun eğenleri diğerlerinden ayırt eden bir sınav oluşturma hikmet ve amacında birleşir. İslâm bilginleri, belirtilen amaç ve ilkeler ışığında ictihad ederek hangi hayvanların etinin helâl veya haram olduğunu ya tek tek veya gruplandırarak belirlemeye çalışmışlardır. Bu belirlemelerde, bazı hadislerin sahih kabul edilip edilmemesi veya farklı yorumlanmasının yanı sıra mahallî âdetlerin, ilkeyi somut olaylara uygulamadaki değerlendirme farklılıklarının, hatta aynı hayvanın değişik yerlerde farklı isimlerle anılmakta oluşunun etkili olduğu bir gerçektir (İbrahim Kâfi Dönmez, “Eti Yenen ve Yenmeyen Hayvanlar”, İFAV Ans., I, 504-505).
Âyet-i kerîmede, haram olduğu bildirilen etler şöyle sıralanmıştır:
Domuz, İslâm dininde olduğu gibi ilâhî dinlerden Yahudilik’te de haram kılınmıştır (bk. Levililer, 11/7-8; Tesniye, 14/8). Hıristiyanlık’ta ise domuzun haram olduğuna dair açık bir hüküm bulunmamakla birlikte resmî İnciller’de domuzun horlanan bir varlık olarak gösterilmesi (Matta, 7/6; Markos, 5/11-14), Barnaba İncili’nde ise yenildiği takdirde kişinin gönlünü, vicdanını kirleteceğinin ifade edilmiş olması (Barnaba İncili, trc. Mehmet Yıldız, İstanbul, ts., s. 101; Asaf Ataseven-Mehmet Şener, “Domuz”, DİA, IX, 507) domuzun Hıristiyanlık’ta da haram olduğunu gösterir.
Domuzun haram kılınmasındaki hikmetleri bugün ilim ve modern tıp tam anlamıyla tesbit edip ortaya koymuş olmamakla birlikte bu hayvanın birçok hastalık sebebini bünyesinde taşıdığı ve insan sağlığına verdiği zararların öldürücü boyutlara ulaştığı bilinmektedir. Ancak dinî yasağın sadece buna bağlı olduğunu söylemek isabetli olmaz. Bugün bilinen mahzurların herhangi bir şekilde ortadan kalkması domuz etindeki yasağı geçersiz kılmaz. Müslümanlar bunu ilâhî bir buyruk olarak telakki eder ve bu inançla buyruğun gereğini yerine getirirler.
ı) Yırtıcıların öldürüp parçaladığı hayvanın eti. Son beş maddede zikredilen hayvanlar murdar hükmündedir. Ancak bu hallerde hayvanda canlılık belirtileri varken Allah’ın adı anılarak bıçak veya keskin taş gibi bir aletle kesilip kanı akıtılırsa helâl olur. Canlılık belirtileri ise kesim sırasında hayvanın hareket etmesi veya kanının normal akması gibi işaretlerdir.
“Kesmek, boğazlamak, ateş yakmak, tamamlamak ve kocamak” anlamlarına gelen âyet metnindeki tezkiye kavramı terim olarak, “Hayvanın nefes ve yemek borularıyla iki şah damarını keserek vücudundaki kanı boşaltmak” şeklinde açıklanır. Kadın olsun erkek olsun, kesen kimsenin Allah adına kestiğini bilecek düzeyde aklî melekeye sahip, müslüman veya Ehl-i kitap’tan olması gerekir. Bu şartlar bulunmadığı takdirde hayvan tezkiye edilmiş olmayacağı için eti de yenmez (Elmalılı, III, 1562).
Domuzun bizâtihî kendisi murdar olduğu için, “meyte” ise önceden ölmüş bulunduğundan tezkiye ile temizlenmezler. Çünkü tezkiye canlı hayvanı öldürürken yapılan bir işlemdir. Ölmüş bir hayvanın tezkiye edilmesi söz konusu değildir. Allah’tan başkasının adı anılarak kesilmiş bir hayvanın da yeniden kesilerek tezkiye edilemeyeceği açıktır. Şu halde “yetişip kestiklerinizin dışında” kaydı yukarıda sıralananlardan son beş haldeki hayvanlar için geçerlidir. Bu hallerde hayvanda canlılık belirtileri varken Allah’ın adı anılarak bıçak veya keskin taş gibi bir aletle kesilip kanı akıtılırsa helâl olur. Fıkıhçıların çoğunluğu bu canlılığın kesim sırasında hayvanın hareket etmesi veya kanının akmasıyla belli olacağını ifade etmişlerdir (avlanan hayvanların durumu 4. âyette açıklanacaktır).
Âyetin son kısmına göre aç ve çaresiz kalan kimse başkalarının hakkını gasbetmeden ve ihtiyaç miktarını aşmadan haram olan hayvanların etlerinden bir miktar yiyebilir (krş. Bakara 2/173). İslâm, insan hayatına önem verilmesini ve tehlikelerden korunmasını ister. Bu sebeple aslında haram olan bir şeyin zaruret hallerinde yenilmesine ruhsat vermiştir. Helâl sayarak değil de çaresizlik sebebiyle bu etlerden yiyen kimse bu davranışından sorumlu tutulmaz.
Fal, “çeşitli tekniklerle gelecekten ve bilinmeyenden haber verme, gizli kişilik özelliklerini ortaya çıkarma becerisi” demektir. Arapça’da fal, “uğur ve uğurlu şeyleri gösteren simge” anlamında kullanılmaktadır. İnsanoğlu, –diğer etkenler yanında esrarengize ve meçhule karşı olan merak ve tecessüs duygusunun da etkisiyle– tarih boyunca gerek kendisiyle gerekse çevresiyle ilgili bilinmezleri anlayıp keşfetmeye, geleceğin neler getireceğini önceden öğrenmeye ve böylece kendi kaderine hükmetmeye çalışmış, bunun için de fal bakma ve benzeri çeşitli teknikler ve metotlar geliştirmiştir (bk. Mehmet Aydın, “Fal”, DİA, XII, 135).
Fal açmanın İslâm’daki hükmüne gelince, Kur’ân-ı Kerîm gayb bilgisinin (duyular ötesi âleme ait bilgilerin) Allah’a mahsus olduğunu vurgulamış (bk. Âl-i İmrân 3/179; A‘râf 7/188), insanların bu bilgiden ancak Allah’ın dilediği kadarına sahip olabileceklerini, bunun yolunun ise vahiy olduğunu bildirmiştir. Geleceğin bilgisine sahip olmayan kâhin ve benzeri kişilerin açıklamalarına inanıp bel bağlamak ise Câhiliye Arapları’nın putlardan medet ummalarıyla aynı anlama gelmektedir.
Öte yandan her ne kadar bazı âlimler sahâbeye isnad edilen bazı uygulamalarla ilgili rivayetlere dayanarak Kur’an’ın bir fal aracı gibi değerlendirilmesine olumlu veya yumuşak bakmışlarsa da âlimlerin büyük çoğunluğu, temelde diğer fal türleriyle birleştiği için buna da karşı çıkmışlardır. Sonuç olarak fal tutmanın, gerçekte insanların merak ve tecessüs duygularını istismar düşüncesine dayalı, İslâmî öğretilerle bağdaşmayan ve birçok türü ile kişiyi Allah’a ortak koşma konumuna getiren bir davranış olduğu kabul edilmektedir. Nitekim Hz. Peygamber kâhinlere gidip onların verdiği bilgiyi tasdik edenin kâfir olacağını bildirmiştir (Ebû Dâvûd, “Tıb”, 21; Tirmizî, “Tahâret”, 102; İbn Mâce, “Tahâret”, 122).
İnsanları sebeplere sarılmaktan alıkoyan uğur ve uğursuzluk anlayışı, Hz. Peygamber’in tebliğ ettiği İslâmî ilkelere ters düşmektedir. Çünkü İslâm’da insanın iradesi, gücü ve teşebbüsü sorumluluğun temelini oluşturur. Uğursuzluk inancı (tıyere) kişinin kendi irade ve gücünü inkâr etmesi yanında Allah’ın yaratıcılığını da inkâr etmek anlamı taşıdığı için İslâm bunu reddetmiştir. Nitekim Hz. Peygamber, ihtiyaçtan dolayı tıyereye başvuranın Allah’a şirk koşmuş olacağını bildirmiştir (Buhârî, “Tıb”, 43-45; Ebû Dâvûd, “Tıb”, 23-24). Hz. Peygamber’in sözlerinde geçen “fe’l” ve “tefe’ül” kelimeleriyle anlatılmak istenen ise, “Allah’tan dilekte bulunmak”tan ibarettir. Resûlullah’ın söz ve davranışlarının incelenmesi sonucunda, bazı durumları veya olayları iyimser bir yorumla karşılayıp Allah’tan hayır dileme anlamındaki uğur düşüncesinin sakıncalı değil, aksine bizzat Resûl-i Ekrem tarafından özendirilmiş olduğu görülmektedir.
Tarihin muhtelif devirlerinde farklı kültürlerde fal bakmak için çeşitli araçlar ve teknikler kullanılmış, böylece değişik fal türleri ortaya çıkmıştır. Araplar’da en yaygın olanı fal okları kullanma yöntemidir. Rivayete göre Câhiliye döneminde Araplar’da üç türlü fal oku kullanma geleneği vardı:
Diyet işlerinde bu yöntem kullanılır, “akıl” kime çıkarsa diyeti o öderdi. “Sular” kelimesinin yazılı olduğu fal oku da su aramada çekilirdi. “Evet” veya “hayır” yazılı olan oklar ise niyet edilen bir şeyin yapılıp yapılmayacağını gösterirdi.
Yukarıda da belirtildiği gibi İslâm, fal okları kullanma ve benzeri yöntemlerin tümünü kumar sayarak yasaklamıştır (krş. Bakara 2/219; Mâide 5/3, 90). Burada üç yasaktan söz edilmektedir:
Falı yasaklayan İslâm, buna karşılık istişare ve istihâreyi getirmiştir (istişare hakkında bilgi için bk. Âl-i İmrân 3/159).
İstihâre “yapılması düşünülen bir işin hayırlı olması halinde, onu kolaylaştırmasıiçinAllahTeâlâ’danyardımdilemek”anlamındakullanılır. İstihâre Hz. Peygamber’in sünneti olup kişinin aklını kullandıktan ve yapacağı iş hakkında bilgisi ve tecrübesi olan kimselerle istişare ettikten sonra karar veremediği takdirde başvuracağı bir yöntemdir. İstihâre edilen işin hayırlı olduğu, o işin yapılmasına dair gönülde doğacak bir meyilden, rahatlık ve ferahlıktan, o işle ilgili iyi ve güzel duygulardan anlaşılır (bilgi için bk. Buhârî, “Teheccüd”, 25; “Da‘avât”, 49; “Tevhîd”, 10; Kâmil Miras, IV, 132-144).
“Bugün, kâfirler dininiz hakkında ümitlerini yitirmişlerdir” meâlindeki cümle, artık müşrik Araplar’ın İslâmiyet’i ortadan kaldırmaktan, müslümanları yok etmekten veya putperestliğe geri döndürmekten umutlarını kestiklerini ifade eder. Müşrikler, yukarıda yenilmesi haram olduğu bildirilen etlerin tümünü yiyorlardı; müslümanların da bir gün gelip kendi dinlerine geri döneceklerini umuyorlardı. Bu âyetin inmesiyle artık bu ümit kapısının kapanmış olduğu anlatılmaktadır. Bu âyet, aynı zamanda müslümanların bazı Câhiliye gelenek ve alışkanlıklarından sıyrıldıklarını, sapkınlıklardan korunduklarını, artık İslâm inanç ve hükümlerinin kuvvetlendirilip kemale erdirildiğini gösterir.
Yüce Allah son peygamber Hz. Muhammed’e insanlığın muhtaç olduğu itikadî ve amelî ilkelerin en mükemmellerini içeren Kur’ân-ı Kerîm’i indirmek suretiyle ilk peygamber Hz. Âdem’den beri insanlığa göndermiş olduğu ve kendi katında İslâm diye isimlendirdiği dini (Âl-i İmrân 3/19, 85), kıyamete kadar farklı iklim ve coğrafyalarda yaşayan muhtelif cemiyetlerin düşünce, hayat ve medeniyet alanındaki ihtiyaçlarını karşılayacak bir nitelikte ve mahiyette olmak üzere kemale erdirmiş; bu dinde insanî sorunların çözümü için ana ilkeleri koymuş, ayrıntılar ve ortaya çıkacak yeni sorunların çözümü için de genel prensipleri çerçevesinde ictihad yolunu açık tutmuştur. Öte yandan müslümanlar Mekke’yi fethederek Beytullah’ı rahatça tavaf etme imkânını kazanmışlar ve bu sayede giderek gelişen bir siyasî, sosyal ve ekonomik güç haline gelmişlerdir.
“Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim, size nimetimi tamamladım, sizin için din olarak İslâmiyet’i beğendim” meâlindeki bölümün Vedâ haccında nâzil olduğuna dair rivayetler yanında (bk. İbn Kesîr, III, 23), bu âyetin parça parça değil, bütün olarak Vedâ haccından uzun zaman önce bayram arefesine rastlayan bir cuma gününde inmiş olabileceği kanaatini taşıyanlar da vardır. Bu görüşü savunan Süleyman Ateş’in konuya ilişkin açıklaması şöyledir (II, 462 vd.): Bu rivayete bakılırsa bu cümle, âyetten ayrı olarak inmiş, sonradan âyetin içine konmuştur. Eğer bu cümle âyetle beraber inmemiş ise, bunun, haram kılınan etleri anlatan âyetin içine konmasını gerektirecek bir şey yoktur. Kanaatimize göre parça parça değil bütün olarak inen bu âyetin, kendinden önceki iki âyetle sıkı bağlantısı vardır. Üstteki âyette “Size bildirilecek olanlar dışındaki hayvanlar” meâlindeki (illâ mâ yütlâ aleyküm) cümlesiyle haram olan hayvanların okunup açıklanacağı belirtilmiş, hemen ardından da haram olan hayvanlar açıklanmıştır. Bunlar açıklandıktan sonra da bu emirlerle ve yasaklarla dinin tamamlandığı, Allah’ın tamamladığı dine uyulmasının gereği vurgulanmıştır. Ateş’e göre Hz. Peygamber Vedâ haccında ashabına hitap ederken dinin güçlenip tamamlandığını, artık kâfirlerden korkulmaması gerektiğini vurgulamak için bu âyeti okumuş, daha önce bu âyetten haberdar olmayan müslümanlar, âyetin Vedâ haccında indiğini sanmışlardır.
Mevdûdî ise (I, 402 vd.) sûrenin nazmından hareketle, bu bölüm sûrenin örgüsü içinde bulunmadığı takdirde eksik kalacağı kanaatine vararak hicretin 6. yılında diğer bölümle birlikte indiğini söyler. Ona göre indiği zaman bu ifadenin gerçek anlamı kavranamamış, bu sebeple bütün Arap yarımadasının itaat altına alındığı ve İslâm’ın gücünün doruğa ulaştığı hicretin 10. yılında Vedâ haccında yeri gelmişken ilân edilmek üzere yeniden nâzil olmuştur. Dolayısıyla âyetin Vedâ haccında indiğine dair rivayetler de sahihtir (din ve İslâm hakkında bilgi için bk. Âl-i İmrân 3/19).
Önceki âyette müslümanlara birtakım hayvanların, özellikle yırtıcı olanlarının parçaladığı hayvanların etlerini yemenin haram olduğu bildirilince bazı müslümanlar av için yetiştirilmiş olan köpek ve kuşun da yırtıcılar kapsamına girip girmediğini ve bunların öldürdüğü veya parçaladığı av hayvanlarının etlerinin yenilip yenilmeyeceğini Hz. Peygamber’e sormuşlar, bunun üzerine bu âyet inmiştir (İbn Kesîr, III, 29; Şevkânî, II, 20).
“İyi ve temiz olanlar” diye tercüme edilen tayyibât sözlükte “lezzetli, temiz ve iyi şey” anlamına gelen tayyibe kelimesinin çoğuludur. İslâm’a göre eşyada aslolan mubah olmaktır. Bu genel kural, haram olduğuna dair hakkında delil bulunmayan her şey için geçerlidir. Çünkü yüce Allah yeryüzünde var olan her şeyi insanlar için yaratmıştır (bk. Bakara 2/29). Bu sebeple Kur’ân-ı Kerîm ve Hz. Peygamber’in sünneti, bölgeyi de göz önüne alarak haramları belirlemiş, bunların dışında kalanların helâl olduğunu bildirmiştir. Bunlar arasında yer almadığı halde pis ve zararlı şeylerin helâl sayılmaması için de helâl olma hükmünü tayyib (iyi ve temiz) olma vasfına bağlamıştır. Nitekim A‘râf sûresinin 157. âyetinde Hz. Peygamber’in, ümmetine temiz şeyleri helâl kıldığı, pis şeyleri ise haram kıldığı bildirilerek helâl olma hükmü temiz ve iyi şeylere tahsis edilmiştir. Ayrıca temiz ve iyi şeylerin (tayyibât) haram kılınmadığı da vurgulanmıştır (A‘râf 7/32). Herhangi bir şeyin temiz ve iyi olup olmadığının ölçüsü ise naslarda haram veya helâl kılındığı bildirilen nesnelerin genel nitelikleriyle zevkiselimdir.
“Yırtıcı hayvanlar” diye tercüme edilen cevârih kelimesi cârihanın çoğuludur. Kelime bütün yırtıcı ve parçalayıcı hayvanları ifade etmekle birlikte burada av için eğitilmiş olan köpek, doğan ve benzeri yırtıcı hayvanlar kastedilmektedir. Bu hayvanlar eğitildikleri takdirde yakaladıkları avı fazla hırpalamadıkları için bunlarla avlanmak meşrûdur. Eğitilmemiş hayvanlar avı hırpalayıp parçaladıklarından bunlarla avlanmak meşrû değildir. Bu maksatla eğitilmiş olan hayvanların beslenmesi ve alınıp satılması helâl olduğu gibi bunların yakaladıkları avların etleri de helâldir. Ancak bu avcı hayvanlar yakaladıkları avı kendileri için değil, sahipleri için yakalamış olmalıdırlar. Yakaladıktan sonra parçaladıkları ve etini yedikleri hayvanı kendileri için yakalamış olacaklarından böyle bir avın eti helâl değildir (Buhârî, “Zebâih”, 2, 7; Müslim, “Sayd”, 4).
“Üzerine Allah’ın adını da anın” meâlindeki cümle, avcı hayvan av üzerine salıverilirken besmele çekilmesi yani “bismillâh” denilmesi gerektiğini ifade eder. Besmele çekilmeden salıverilen hayvanın yakalayıp öldürdüğü av Hanefî mezhebine göre helâl değildir. Şâfiîler’e göre besmele kasten terkedilse de eti yenir. Besmele ile salıverilen eğitilmiş hayvanın yaralayarak öldürdüğü av ise helâldir. Eğitilmiş köpeğin yaralaması kesme yerine geçtiği için avladığı hayvanın canlı iken kesilmesi şart değildir. Ancak avı yakalamaya başka köpek katılır da avı hangisinin öldürdüğü belli olmazsa o avın eti yenmez (Buhârî, “Zebâih”, 1). Avcı hayvan, avı yaralamadan boğarak veya çarparak öldürürse bu av, boğulmuş veya darbe ile öldürülmüş hayvan hükmünde olduğu için yenmez (bilgi için bk. Buhârî, “Zebâih”, 1-11; Menderes Gürkan, “Av”, İFAV Ans., I, 183-188).
3 ve 4. âyetlerde etleri helâl veya haram olan hayvanlar belirtildikten sonra 4. âyetin sonunda bu konuda Allah’ın emir ve yasaklarına saygılı davranılması istenmekte ve aykırı davrananların hesaba çekilecekleri vurgulanmaktadır.
Temiz ve güzel nimetlerin müslümanlara helâl kılındığı bir defa daha hatırlatıldıktan sonra Ehl-i kitabın yani ilâhî bir kitaba inanmış olan kimselerin kestiği veya avladığı hayvanların ve pişirdiği yemeklerin müslümanlara helâl olduğu, müslümanların yiyeceklerinin de onlara helâl kılındığı bildirilmektedir. Ancak yemeklerine domuz eti veya şarap gibi İslâm’ın haram kıldığı herhangi bir şeyi katarlarsa bu, müslümanlara helâl olmaz. Bu tür haram şeyler karıştırılmadığı takdirde müslümanlarla gayri müslimlerin aynı kaptan yemek yemelerinde bir sakınca yoktur.
“İffetli kadınlar” diye tercüme ettiğimiz muhsanât kelimesi sözlükte “kale içinde korunmuş” anlamına gelen muhsan ve muhsana kelimelerinin çoğuludur. Terim olarak “evli, iffetli ve hür kadınlar” anlamlarında kullanılmıştır. Bu kelime Kur’an’da kullanıldığı yere göre bazan bu anlamların sadece birini içerirken (meselâ Nisâ sûresinin 24. âyetinde “evli”, 25. âyetinde bir yerde “hür” ve bir yerde “iffetli” anlamında kullanılmıştır), bazan da ikisini veya üçünü birden içerir. Bir kısım müfessirlere göre burada “hür” ve “iffetli” anlamlarını kapsamaktadır (bk. İbn Kesîr, III, 38; Elmalılı, III, 1579). Buna göre cümle, “Müminlerin hür ve iffetli kadınlarıyla evlenmeniz size helâl kılındı” şeklinde tercüme edilir. Bazı müfessirler “Burada maksat sadece hür mümin kadınlardır” derken, bazıları da âyetin ilgili kısmını “yalnızca iffetli mümin kadınlar” şeklinde yorumlamışlardır. Râzî, gerekçelerini de açıklayarak “Maksat sadece hür mümin kadınlardır” diyen görüşü tercih etmektedir. Ona göre iffetli olmayan mümin kadınlarla evlenmek haram değildir (XI, 146 vd., XXIII, 150; bilgi için bk. Nûr 24/3).
Âyetin “Sizden önce kendilerine kitap verilenlerden iffetli kadınlar (size helâl kılınmıştır)” meâlindeki bölümü, müslümanların Ehl-i kitap’tan hür ve iffetli kadınlarla evlenebileceklerini ifade eder (bilgi için bk. Nisâ 4/25). Ebû Hanîfe’ye göre Ehl-i kitabın iffetli olan câriyeleriyle de evlenmek câiz, Şâfiî’ye göre ise câiz değildir (Râzî, XI, 147).
Müslümanlarla Ehl-i kitabın yemekleri karşılıklı olarak birbirlerine helâl kılınmıştır. Evlenme konusuna gelince âlimlerin çoğunluğuna göre müslüman erkeklerin müslüman veya Ehl-i kitap kadınlarıyla evlenmelerine izin verildiği halde, müslüman kadınların Ehl-i kitap erkekleriyle evlenmelerine ittifakla izin verilmemiştir. Nitekim âyet-i kerîmede müslümanların yiyeceklerinin Ehl-i kitaba helâl olduğu açıkça bildirildiği halde, kadınlarının onlara helâl olduğuna dair herhangi bir işaret yoktur (bk. Bakara 2/221; Mümtehine 60/10).
Elmalılı, “Can ve ırz konusunda aslolan haram olmaktır” prensibinden hareketle müslüman kadınların Ehl-i kitap erkeklerle evlenmelerini helâl kılan herhangi bir delil bulunmadığını, aksine müşrik erkeklerle evlenmelerini haram kılan delil bulunduğunu (Bakara 2/221) belirterek böyle bir evliliğin kesinlikle haram olduğunu söyler (II, 774).
Müslümanlar, gayri meşrû ilişkilerde bulunmamak ve metres tutmamak şartıyla mehirlerini vererek Ehl-i kitap’tan hür ve iffetli kadınlarla evlenebilirler. Ehl-i kitap terimi müslümanlar dışındaki kutsal kitap sahipleri ve özellikle yahudiler ve hıristiyanlar için kullanılır (bu konuda bk. Bakara 2/105; Âl-i İmrân 3/64).
Kur’ân-ı Kerîm Ehl-i kitap kadınlarıyla evlenmeye izin vermiş olmakla birlikte bu iznin ayrıntıları konusunda müctehidler arasında bazı görüş ayrılıkları bulunmaktadır. Âyetin son kısmının, bu izinden yararlanan kişilerin gerek kendilerinin gerekse çocuklarının dinî hayatları konusunda daha duyarlı ve dikkatli olmaları hususunda bir uyarı anlamı taşıdığı söylenebilir.
“Namaz” diye çevirdiğimiz salât kelimesi sözlükte “dua etmek, yalvarmak, iyi dilekte bulunmak” anlamlarına gelir. Dinî bir terim olarak salât, tekbirle başlayıp selâmla tamamlanan belirli hareket ve sözlerden oluşan ibadeti ifade eder. İslâm’ın beş esasından biri olan namaz, kulun ibadet duygusuyla Allah’ın huzuruna çıkması, O’nunla bağlantı kurup konuşması, belli şekillerle O’na tapınmasıdır (bilgi için bk. Bakara 238-239; Nisâ 4/43, 101-103). Ancak bu ibadet, kulun uyanık, hazırlıklı, şuurlu, ruh ve beden bakımından temiz olmasını gerektirir. Allah’ın huzuruna çıkmadan önce abdest alma, gerektiğinde gusül etme emri de bu amacın önemli vasıtalarındandır.
Önceki ilâhî dinlerde de bulunan namaz ibadeti (bk. Lokmân 31/17), İslâm’da hicretten yaklaşık bir buçuk yıl önce gerçekleşmiş olan mi‘rac esnasında farz kılınmıştır (Buhârî, “Salât”, 1). Namazın ön şartı olan abdest ve gusül de namazla birlikte farz kılınmış olup ibadet tarihinde hiçbir zaman abdestsiz namaz kılınmamıştır (Elmalılı, III, 1583; İbn Âşûr, VI, 126 vd.).
Abdest –âyette de belirtildiği üzere– ibadet niyetiyle yüzü ve dirseklere kadar kolları yıkamak, başı meshetmek, ayakları topuklara kadar yıkamaktan ibarettir. Abdest, “hadesten tahâret” yani “görünmeyen fakat hükmen var olduğu kabul edilen bir kirlilikten temizlenmek” anlamına geldiği için farz olan temizlik yukarıda bildirilen âzaları bir defa yıkamakla sağlanmış olur. İki veya üç defa yıkamak ve abdest organlarını ovmak sünnettir.
Âyette belirtilen abdest organlarının sınırları hakkında fıkıh kitaplarında yapılan açıklamaların özeti şöyledir:
c) Baş. Kulakların üstünde kalan kısımdır. Bu âzayı ıslak elle meshetmek farzdır. Ancak ne kadarı ve ne şekilde meshedileceği hakkında mezheplerin görüşleri farklıdır. Hanefîler’e göre başın en az dörtte birini meshetmek farzdır.
İbn Abbas, Enes b. Mâlik gibi sahâbîlerin ve tâbiîlerden bazılarının çıplak ayakları üzerine meshettiklerine dair rivayetler bu görüşü destekler mahiyettedir (bk. Taberî, VI, 126 vd.; İbn Kesîr, III, 48, 49). Taberî’nin kanaati de bu doğrultudadır. Ona göre yüce Allah, teyemmümde yüzün tamamının toprakla meshedilmesini emrettiği gibi abdestte de ayakların tamamının su ile meshedilmesini emretmiştir. Su ile ayaklarını yıkayan kimse ise hem meshetmiş hem de yıkamış sayılır (bk. VI, 130). İbn Kesîr, ayakların meshedilmesine dair rivayetleri garip bulmakta ve Beyhakî’nin Hz. Ali’ye isnat ettiği bir uygulamaya dayanarak buradaki meshin “hafif yıkama” şeklinde yorumlandığını ifade etmektedir (III, 49).
Hz. Peygamber’in uygulamalarına dair hadisler birinci görüşü destekler mahiyettedir (Buhârî, “Vudû‘”, 7, 24, 28, 38, 39, 41, 42; Müslim, “Tahâret”, 3, 4, 18; Müsned, I, 59, IV, 112; Taberî, VI, 126 vd.). Ayrıca ayaklarını güzelce yıkamamış ve ökçelerinde biraz kuru kalmış kimseler hakkında Hz. Peygamber, “O ökçelerin ateşten çekeceği var!” (Buhârî, “Vudû‘”, 27, 29; Müslim, “Tahâret”, 25-30) diyerek ayakları yıkamanın farz olduğuna işaret etmiştir.
İbn Âşûr, Enes b. Mâlik’ten gelen başka bir rivayete dayanarak bu konuda sünnetin Kur’an’ı neshettiğini yani ayakları meshetmek Kur’an’la farz kılınmış ise de sünnetin bu hükmü kaldırıp ayakları yıkamayı farz kıldığını söylemektedir (VI, 130-131). Bize göre burada nesih yoktur. Zira âyet ihtimallidir; bu ihtimallerden birini tayin etmek hadise bırakılmış, hadis âyetin mâna ve maksadını açıklamıştır.
Hz. Peygamber’in abdestte her uzvunu üç kere yıkadığı, ayrıca ağzına ve burnuna da üçer defa su verdiği rivayet edilmiştir (Tirmizî, “Tahâret”, 22). Bunun yanı sıra abdest âzalarını bir defa veya iki defa yıkadığına dair rivayetler de vardır (Buhârî, “Vudû‘”, 22-24). Sakalını ve parmaklarının arasını hilâllediği, kulaklarının içini ve dışını meshettiği rivayet edilmiştir (Tirmizî, “Tahâret”, 23, 28, 30). Âyet ve hadislerden anlaşıldığına göre abdestte yıkanması gereken uzuvları birer kere yıkamak farz, üçer kere yıkamak ise sünnettir.
Âyetin zâhirinden her namazdan önce abdest almanın şart olduğu anlaşılır. Ancak Hz. Peygamber Mekke’nin fethine kadar her namazdan önce abdest aldığı halde Mekke fethedildiği gün birkaç vakit namazı bir abdestle kılarak, bozulmadığı müddetçe bir abdestle birden çok namazın kılınabileceğini göstermiş ve ümmetine bu kolaylığı sağlamıştır (Müslim, “Tahâret”, 86; Ebû Dâvûd, “Tahâret”, 66). Sahâbeden bazıları da bir abdestle birden fazla namaz kılmışlardır (Buhârî, “Vudû‘”,54; Müsned, III, 132). Bu uygulamalardan anlaşıldığına göre abdest bozulmadığı müddetçe her namaz için yeniden abdest almak farz değil, menduptur. Kur’an’da mestler üzerine meshten söz edilmemekle birlikte Hz. Peygamber’in uygulamaları bunun da câiz olduğunu göstermektedir (Buhârî, “Vudû‘”, 48).
Cünüplük, büyük mânevî kirlilik (hades-i ekber) halini ifade eder. Boşalma olmasa bile cinsel ilişki, –ilişki olmasa da– cinsel haz duyarak boşalma veya uykuda meninin gelmesi kişiyi cünüp eder. Cünüp olan bir kimsenin bu durumdan temizlenmesi için gusül yapması yani boy abdesti alması gerekir. Guslün farz olması bu âyete, sünnete ve icmâa dayanmaktadır (bk. Buhârî, “Gusül”, 28; Müslim, “Hayız”, 87).
Cünüplük ve hayız veya nifas kanının kesilmesi durumlarında dinen yükümlü olan kimselerin gusletmeleri farzdır. Öte yandan ölüyü yıkamak da geride kalanların görevidir. Gusül, Hanefîler’e göre “ağız ve burun içi dahil olmak üzere bütün vücudun temiz su ile yıkanması” demektir. Ağız ve burna su vermek abdestte sünnet olduğu halde gusülde farzdır. Suyun bulunmaması halinde veya kullanma imkânı olmayan durumlarda temiz toprakla yapılan teyemmüm gusül yerine geçer.
Teyemmüm, büyük veya küçük kirliliği gidermek niyetiyle ellerin içini toprak cinsinden temiz bir şeye vurup önce yüze sürmek, sonra tekrar vurup her elin içiyle karşı kolu meshetmektir. Cünüplükten temizlenmek için yapılan teyemmüm hem gusül hem de abdest yerine geçer. Sembolik ve mânevî temizlenme yolu olan teyemmüm, her ne kadar maddî bir temizlik sağlamasa da kişiyi mânevî ve psikolojik olarak temizlenme duygusuna kavuşturur ve kendisini Allah’a ibadet için hazırlıklı hissetmesine imkân sağlar.
Hz. Peygamber bir seferden dönerken yanında bulunan eşi Hz. Âişe gerdanlığını yitirmiş, Resûlullah sahâbîlerle birlikte onu aramaya başlamış, bu durum onların yollarından kalmalarına ve susuz bir yerde gecelemelerine sebep olmuş, sabah namazını kılmak için abdest alacak su bulamamışlardı. Bu olay üzerine teyemmüm hükmünü içeren âyet nâzil olmuştur (Buhârî, “Teyemmüm”, 1, 2; “Tefsîr”, 4/10, 5/3). Ancak bunun Nisâ sûresinin 43. âyeti mi yoksa konumuz olan âyet mi olduğu hususunda görüş ayrılığı vardır (bk. Nisâ 4/43). Daha önce Hz. Peygamber’in açıklama ve uygulamalarıyla farz kılınmış olan abdest ve guslün hükmü bu âyetle pekiştirilmiş ve abdestin ayrıntılarıyla birlikte teyemmüm hükmüne de yer verilmiştir.
Allah Teâlâ, Bakara sûresinin 185. âyetinde olduğu gibi bu âyetin devamında da kulları için güçlük değil kolaylık murat ettiğini ifade buyurarak İslâm’da kolaylığın esas olduğunu bildirmiştir. Hasta iken veya yolculuk esnasında cünüp olanlar, gusül yerine temiz toprakla teyemmüm ederek temizlenebilirler. Aynı şekilde, tuvalete çıkmış, dolayısıyla abdesti bozulmuş olan veya cinsel ilişkide bulunmuş ve her iki halde de su bulamamış olan veya suyu bulduğu halde şiddetli soğuk, hastalık, düşman korkusu ve benzeri sebeplerle onu kullanma imkânı bulamayanlar temiz toprakla teyemmüm ederler.
Meâlinde “cinsel ilişki” diye tercüme ettiğimiz kısmın sözlük anlamı “kadına dokunmak”tır. Mezhep imamları bu ifadeyi farklı şekillerde yorumlamış ve farklı sonuçlara varmışlardır. Ebû Hanîfe’ye göre burada kadınlara dokunmak “cinsel ilişki”den kinaye olup maksat onlarla cinsel ilişkide bulunmaktır. Ona göre şehvetle veya şehvetsiz olarak erkeğin teni kadının tenine dokunmakla abdest bozulmaz. Şâfiî’ye göre bu ifade kinaye değil hakikattir. Maksat, erkeğin teninin kadının tenine dokunmasıdır. İster şehvetle, isterse şehvetsiz olsun erkeğin teni aralarında evlenme engeli oluşturacak düzeyde yakınlık bulunmayan bir kadının tenine dokunduğu takdirde her ikisinin de abdesti bozulur. İmam Mâlik’e göre ise erkek veya kadın karşı cinse şehvetle dokunduğu takdirde abdesti bozulur (bilgi için bk. Cessâs, Ahkâmü’l-Kur’ân, Beyrut 1985, IV, 4; ayrıca bk. Nisâ 4/43).
Yüce Allah abdesti, guslü veya teyemmümü farz kılmakla insanları güçlük içerisine sokmak değil, onları temizlemek ve onlara nimetini tamamlamak istemiştir. Bunlar insanların gücünün üstünde olan işler değildir. Dinde insanların yapamayacağı hiçbir yükümlülük yoktur. İstisnaî durumlarda ise özel kolaylıklar (ruhsat) getirilmiştir. Abdest ve gusül bedeni mikroplardan koruyucu bir temizlik olduğu gibi mânevî olarak da insanı Allah’a yaklaştıran ve onun ibadet için kendisini hazır hissetmesini sağlayan bir iç temizliğidir. Teyemmüm de bir mânevî temizliktir. Hz. Peygamber “Temizlik imanın yarısıdır” buyurarak genel anlamıyla temizlik yanında gusül, abdest ve teyemmümün dindeki önemine işaret etmişlerdir (Müslim, “Tahâret”, 1; Tirmizî, “Da‘avât”, 86).
Mîsâk “yeminle pekiştirilerek verilen sağlam söz” demektir. Yüce Allah sûrenin ilk âyetinde müminlere hitap ederek akidlerini yerine getirmelerini emretmişti. Burada da onlara lutfettiği güç, şeref, ilim, din ve vatan gibi nimetlerini hatırlatarak onlardan verdikleri sözü yerine getirmelerini istemektedir. Buradaki “söz”den maksat, insanların yaratılmasından önce “elest bezmi” denilen mâna âlemindeki mecliste bütün ruhların Allah’a verdikleri söz olabileceği gibi (bu konuda bilgi için bk. A‘râf 7/172), müminlerin, Hz. Peygamber’e iman ederken veya Akabe ve Hudeybiye’de biat ederken Allah ve resulüne verdikleri söz de olabilir. Müminler Hz. Peygamber’e iman ve biat ederken tasada ve kıvançta, güçlükte ve kolaylıkta kısaca her durumda ona itaat edeceklerine dair sağlam söz vermişlerdi (krş. Hadîd 57/8; Bakara 2/285; Buhârî, “Ahkâm”, 43; Müslim, “İmâre”, 41, 42; ayrıca bk. Feth 48/10; Şevkânî, II, 24). Yüce Allah müminlere, verdikleri bu sözleri hatırlatarak onlardan sözlerini yerine getirmelerini istemektedir. Taberî ikinci görüşün âyetin bağlamına daha uygun olduğu kanaatindedir (VI, 140). Ayrıca âyetten, her müslümanın, kelime-i şehâdetle dile getirdiği iman ikrarının da onun Allah’a verdiği bir söz ve mîsak olduğu, bunun gereği olan kulluk ödevlerini yerine getirmek suretiyle bu sözünde durması gerektiği sonucu da çıkmaktadır.
Burada İslâm’ın sosyal, hukukî ve ahlâkî amaçlarının önemli bir kısmı özetlenmektedir. “Ferdî ve sosyal yapıda dirlik ve düzenliği, hakkaniyet ve eşitlik esaslarına uygun şekilde davranmayı sağlayan ahlâkî erdem” anlamına gelen adalet, sosyal hayatın en önemli denge unsuru ve teminatıdır. Bu sebeple Allah Teâlâ müminlere adaletle şahitlik etmelerini, herhangi bir topluma karşı besledikleri öfke yüzünden onlar hakkında adaletten ayrılmamalarını emretmiştir. Âyet-i kerîme, insanların Allah katında en üstün değer olan takvâ (Hucurât 49/13) faziletine erebilmeleri için adaletli olmaları ve düşmanları hakkında kalplerinde besledikleri öfkenin onlara karşı haksızlık yapmalarına sebep olmaması gerektiğini bildirmektedir. Müminler, haksızlığı ortadan kaldırarak yerine hakkı ve adaleti getirmek, bu husustaki faaliyetlere katkıda bulunmakla mükelleftirler. Kur’an’ın ana maksatlarından biri de adalet ilkesine dayalı ve hukuka güvenin hissedildiği bir sosyal düzen kurmaktır (adalet hakkında bilgi için ayrıca bk. Nisâ 4/58; A‘râf 7/159, 181; Nahl 16/90).
Âyet-i kerîmenin, müminlere düşman topluluklara dahi adaletle muamele etmeyi emretmesi, ayrıca bu davranışın takvâ erdemiyle bağlantılı olduğunu vurgulaması son derece dikkat çekicidir. Allah, iman edip dünya ve âhiret için yararlı işler yapanlara söz vermiştir; onlar için bağışlama ve büyük bir mükâfat vardır. İnkâr edenlere ve âyetlerimizi yalanlayanlara gelince işte onlar cehennemliklerdir. Müfessirler bu âyetin nüzûl sebebi olarak birçok olaydan söz etmişlerse de İbn Âşûr bunları tatmin edici bulmamakta ve âyetin Hendek Savaşı hakkında inmiş olan Ahzâb sûresinin 9. âyetine benzediğini ileri sürerek burada Hendek Savaşı’nın hatırlatıldığını ifade etmektedir. Orada şöyle buyurulmuştur: “Ey iman edenler! Allah’ın size şu lutfunu hatırlayın: Üzerinize düşman ordusu gelmişti de onların üzerine şiddetli bir fırtına ve göremediğiniz bir ordu göndermiştik. Allah bütün yaptıklarınızı görmekte idi.”
Hicretin 5. yılında Mekkeliler yanlarına bazı Arap kabilelerini de alarak müslümanları imha etmek amacıyla Medine’ye saldırdılar. Saldırıyı önceden haber alan Hz. Peygamber Medine’yi savunmak için düşmanın girebileceği yerlerde şehrin çevresine hendekler kazdırdı. Kuşatma yaklaşık bir ay sürdü, sonunda –âyette belirtildiği üzere– Allah’ın yardımı ulaştı, Hz. Peygamber ve ashabının uyguladıkları savaş taktikleri düşmanın bölünmesini ve birbirlerine olan güvenlerini yitirmelerini sağladı. Ayrıca şiddetli fırtına, yağmur ve yüce Allah’ın diğer yardımları neticesinde düşman çekilip gitti. Böylece savaş, müslümanların zaferiyle sonuçlanmış oldu. İbn Âşûr, âyette bu olaya işaret edildiğini belirtmektedir (VI, 137). Yukarıda (7. âyet) Hz. Muhammed’in peygamberliğini tanıyıp ona biat eden müminlerin tasada, kıvançta, güçlükte ve kolaylıkta kısaca her zaman ona itaat edeceklerine dair verdikleri sağlam söz kendilerine hatırlatılmış ve bu sözü yerine getirmeleri hususunda Allah’a karşı saygılı olmaları emredilmişti. Bu âyetlerde ise daha önce yahudi ve hıristiyanlardan da benzeri bir söz alındığı, ancak sözlerinden döndükleri için yahudilerin lânetlendikleri, hıristiyanların da aralarına kıyamet gününe kadar sürüp gidecek olan kin ve düşmanlık sokulduğu hatırlatılarak müslümanların dikkatleri çekilmekte ve eskilerin düştüğü hatayı tekrarlamaktan sakınmaları gerektiğine işaret edilmektedir (mîsâk/ahid hakkında bilgi için bk. Bakara 2/40). Nakîb kelimesi sözlükte “koruyan, nöbet tutup gözetleyen, bir şeyi araştıran müfettiş, tecrübe olunmuş ve kendisine güvenilir kimse” anlamlarına gelir. Terim olarak “kavmin yönetimi kendisine verilen, toplumun hal ve hareketiyle ilgilenen temsilci” demektir. Bu anlamda başkana ve ordu komutanına da nakîb denilmiştir (İbn Âşûr, VI, 140). Elmalılı’ya göre nakîb, “bir kavmin ahvalini bilen, işlerinin yönetimini ve ihtiyaçlarını karşılamayı üstlenen, durumlarını gözetleyen ve kendisine güvenilen kimse” anlamına gelir; reis ile aynı anlamda değildir (III, 1599). Yüce Allah İsrâiloğulları’nı din ve ahlâk dışı yollara sapmaktan korumak için on iki İsrâil kabilesinin her birinden bir temsilci seçmesini Hz. Mûsâ’ya emretmişti. Ayrıca kendileriyle beraber olduğunu bildirmek suretiyle onları desteklediğini haber vermiş ve âyette belirtilen dinî ve ahlâkî davranışları sergiledikleri takdirde günahlarını affedeceğini, kendilerini cennete sokacağını, aksine davranışta bulunanların ise doğru yoldan çıkmış olacaklarını bildirmiş ve emirlerini tutacaklarına dair, Hz. Mûsâ aracılığıyla onlardan sağlam söz almıştı. Kitâb-ı Mukaddes’te bu şahıslar, her biri binlerce kişiden oluşan bir ordunun başı olarak gösterilmiştir: “Ve sizinle beraber her sıpttan (kabile) birer adam olacak; her biri kendi ataları evinin başı olacaktır... Cemaatten çağrılanlar, ataları sıptlarının beyleri, bunlardı; İsrail binlerinin başları idiler” (Sayılar, 1/4, 16). “Doğru yol” diye tercüme ettiğimiz sevâe’s-sebîl tamlaması “orta, doğru” anlamlarına gelen sevâ kelimesi ile yol anlamına gelen sebîl kelimesinden oluşmaktadır. Tamlama halinde “orta yol” veya “doğru yol” diye tercüme edilebilir. Burada iman yolu doğru yola veya orta yola benzetilmiştir. Âyet, iman edip belirtilen güzel amelleri işleyen kimselerin kurtuluşa ve başarıya götüren doğru yola girmiş olduklarını, inkâr edenlerin de doğru yoldan saptıklarını belirtmekte ve kendilerine dosdoğru yol gösterildikten sonra bu yolda yürüyeceklerine dair Allah’a kesin söz verip de O’nun emir ve yasaklarına uymayanların, doğru yolu bulmuşken ondan sapmış ve onu yitirmiş olacaklarını, bu sebeple büyük bir hataya ve helâke düşeceklerini ifade etmektedir. Nitekim İsrâiloğulları’nın büyük çoğunluğu da zaman içerisinde ihtiraslarına yenik düşerek ahidlerini bozdular, Allah’a verdikleri sözü yerine getirmediler. Bu yüzden Allah onları lânetledi, rahmetinden uzaklaştırıp gazabına uğrattı. Yapıp ettikleri yüzünden kalpleri katılaştı. Artık yapılan nasihatler, verilen öğütler onlara tesir etmez oldu. Dünya tutkusu ruhlarını o derece sardı ki Allah katındaki sorumluluklarını unuttular ve istediklerini yapabilmek için Allah’ın kelâmını tahrif etmeye (bozmaya), değiştirmeye ve keyiflerine göre yorumlamaya başladılar (tahrif hakkında bilgi için bk. Bakara 2/75; Nisâ 4/46). Bu davranış bozukluğu nesilden nesile intikal ederek devam etti ve Hz. Peygamber zamanında da kendini gösterdi. Nitekim Medine yahudileri Hz. Peygamber’in varlığını ortadan kaldırmak için –düşmanla iş birliği dahil– her türlü tuzağı kurmaya teşebbüs etmişlerdir. 13. âyetin, “İçlerinden pek azı hariç olmak üzere onlardan daima bir hainlik görürsün” meâlindeki bölümü bunu açıkça ifade eder. Buna rağmen Hz. Peygamber’e, onlara karşı iyi davranması ve onları affetmesi emredilmiştir. Bu âyetin, Enfâl sûresinin 58. ve Tevbe sûresinin 29. âyetleri ile neshedildiği ileri sürülmüşse de İslâm’ın, affı da bir terbiye metodu olarak değerlendirdiğini, bu kapıyı daima açık tuttuğunu göz önünde bulundurarak âyetlerin neshedilmediğini düşünenlerin görüşü İslâm’ın ruhuna ve Kur’an’ın bütünlüğüne daha uygun düşmektedir. “Hıristiyanlar” diye tercüme ettiğimiz 14. âyetteki nasârâ kelimesi, Hz. Îsâ’nın tebliğ ettiği ilâhî dinin mensuplarına verilen isimdir. Yaygın yoruma göre Hz. Îsâ’nın doğduğu köyün ismi olan Nâsıra’dan dolayı bunlar nasrânî (çoğulu nasârâ) olarak adlandırılmışlardır (ayrıca bk. Bakara 2/62; Âl-i İmrân 3/52-53). Önceki âyetlerde, verdikleri sözü yerine getirmeyen yahudilerin durumları anlatıldıktan sonra 14. âyette de hıristiyanların durumları ele alınmış ve peygamberleri vasıtasıyla Allah’ın onlardan da benzeri bir söz aldığı bildirilmiştir. Hıristiyanlar Hz. Îsâ’ya biat ederek her konuda kendisine itaat edeceklerine dair söz vermişlerdi. Ancak sözlerinde durmadılar, verilen emirleri unutup Allah’ın sözlerini işlerine geldiği gibi yorumladılar. Böylece kıyamet gününe kadar devam etmek üzere aralarına ayrılık, kin ve düşmanlık tohumlarını saçmış oldular. Bu sebeple Hıristiyanlık içinde ortaya çıkan çeşitli mezheplerin mensupları arasında asırlarca şiddetli savaşlar cereyan etti. Nitekim XX. yüzyılda yaşanan dünyanın en kanlı iki savaşı da –din dışı sebeplere dayansa bile– yine hıristiyanlar arasında başlamış daha sonra dünyaya yayılmıştır. Âyetten anlaşıldığına göre –burada belirtilen kusurda ısrar ettikleri takdirde– hıristiyanlar arasındaki bu ihtilâf ve düşmanlık kıyamet gününe kadar devam edecektir. Âyetin son bölümü, Allah’a verdikleri sözden dönerek onun âyetlerini işlerine geldiği gibi yorumlayanların, bu yaptıklarının cezasını çekeceklerine işaret etmekte ve gerekli uyarıda bulunmaktadır. Ayrıca hıristiyanlar arasındaki bu ihtilâflardan müslümanların da ibret almaları murat edilmiş, benzer yanlışlıklara sapmaları halinde kendilerinin de bu tür bölünme ve çatışmalar içine düşeceklerine işaret edilmiştir. Burada yüce Allah, verdikleri sözü yerine getirmedikleri için lânetlenmiş olan yahudilere ve Allah’ın kitabından ayrıldıkları için aralarına düşmanlık sokulmuş bulunan hıristiyanlara öğüt vermekte, Hz. Muhammed’e indirilen Kur’an ile onların elinde bulunan Kitâb-ı Mukaddes arasında asıl itibariyle bir aykırılık olmadığını, aksine bu ilâhî kitaplar arasında inanç ve ahlâk esasları bakımından birlik bulunduğunu bildirerek Ehl-i kitabı bu yeni peygambere ve yeni kitaba imana çağırmaktadır.
Ehl-i kitap, başta Hz. Muhammed’in nitelikleri ve ona imanla ilgili âyetler olmak üzere Kitâb-ı Mukaddes’te bulunan birçok ahkâmı halktan gizlemişler veya tahrif etmişlerdi. Hz. Peygamber bunlardan iman esaslarının yerleşmesi için gerekli olanları açıkladı. Onurlarını kırıp onları küçük düşürmek istemediği için açıklanmasını gerekli görmediği kısımları ise olduğu gibi bıraktı.
Bazı müfessirlere göre 15. âyette geçen ve “ışık” diye çevirdiğimiz nûrdan maksat Hz. Peygamber, kitâbün mübînden maksat da Kur’ân-ı Kerîm’dir. Çünkü yüce Allah, hakkı onunla yani Hz. Peygamber’le aydınlatmış, İslâm’ı onunla üstün kılmış, şirke onunla büyük bir darbe indirmiştir. Nitekim Ehl-i kitabın gizlemiş oldukları âyet ve hükümleri de onunla ortaya çıkarmıştır. “Ey Peygamber! Seni tanık, müjdeci, uyarıcı, izniyle Allah’a çağırıcı ve etrafını aydınlatan bir ışık olarak gönderdik” (Ahzâb 33/45-46) meâlindeki âyetler de bunu desteklemektedir. Kur’an Allah’ın birliğini, hak ve bâtılı, helâl ve haramı, kısaca insanların din ve dünya işlerinde muhtaç oldukları hükümleri açıkladığı için ona da “açıklayan kitap” anlamında “kitâbün mubîn” denilmiştir (Taberî, VI, 161). Bir kısım müfessirler ise her ikisinde de Kur’an’ın kastedildiğini söylemişlerdir (bk. Zemahşerî, I, 328-329; Ebüssuûd, II, 18). Nitekim birçok âyet-i kerîmede Kur’an nûr olarak anılmaktadır (krş. Nisâ 4/174; Teğabün 64/8). Ayrıca nurdan maksadın İslâm, kitaptan maksadın ise Kur’an olduğu (Râzî, XI, 189; Şevkânî, II, 29) veya nur ile Mûsâ’nın, kitap ile Tevrat’ın kastedildiği (Ebû Hayyân, III, 448) kanaatini taşıyan müfessirler de vardır.
Burada söz konusu edilen kitabın, çoğunlukla müfessirlerin söylediği gibi Kur’ân-ı Kerîm değil, yahudilerin ellerinde bulunan Tevrat olduğunu söyleyen Süleyman Ateş ise bu görüşünü şöyle açıklar: “Çünkü yahudilere kitap halinde gelen kutsal kitap odur. En‘âm sûresi 91. âyette, ‘Mûsâ’nın insanlara nur ve yol gösterici olarak getirdiği kitabı kim indirdi?’ âyetinde olduğu üzere Tevrat, birçok âyette nûr ve hüdâ olarak nitelendirilir. Bu âyetin indiği sırada henüz Kur’ân-ı Kerîm bir kitap haline gelmemişti. Onun için Kur’ân, kendisini daha çok Kur’an (okuma parçası) olarak nitelendirmekte, Tevrat’ı ‘nur ve hidayet kaynağı bir kitap’ olarak vasıflandırmaktadır” (II, 492). Oysa birçok sûrede açık bir biçimde Kur’ân-ı Kerîm’i ifade etmek üzere kitap kelimesinin kullanıldığı âyetler bulunmaktadır (yazarın bu görüşünün eleştirisi için bk. Âl-i İmrân3/3-4, 7). Bize göre “ey Ehl-i kitap!” diyerek Hz. Peygamber devrine ulaşan yahudilere ve hıristiyanlara hitap eden âyetin nur diyerek Kur’an’ı kastetmiş olması da mümkündür; bu anlayışı engelleyecek bir delil bulunmamaktadır.
Âyetten anlaşıldığına göre bu kitaba iman edip –Allah’ın izniyle–O’nun rızâsını arayanları yüce Allah doğru yola ve kurtuluşa erdirecektir. Bir başka anlatımla onları inkâr karanlıklarından kurtararak iman aydınlığına çıkaracak, “sırât-ı müstakîm” denilen doğru yola, Allah’ın sevgili kulları olan peygamberlerin, sıddıkların, şehidlerin ve sâlihlerin yoluna erdirecektir.
Bu âyette “o kitapla” diye çevirdiğimiz ve “onunla” anlamına gelen ifadeden maksat Hz. Peygamber de olabilir. Bu takdirde kurtuluşa erdirme, onları karanlıklardan aydınlığa çıkarma ve doğru yola iletme işinin Hz. Peygamber vasıtasıyla yapıldığına işaret edilmiş olur.
“Allah, Meryem oğlu Mesîh’in kendisidir” sözünü kimlerin söylediği açıklanmamıştır; ancak âyetin bağlamı dikkate alındığında bunların hıristiyanlar olduğu anlaşılmaktadır. Hıristiyanlık tarihiyle ilgili bilgiler de bu anlamı desteklemektedir. Bu durum, hıristiyanların Allah’a verdikleri söze vefasızlıklarının, kitabın bir kısmını unutmuş veya kaybetmiş olmalarının ve kurtuluş yolundan sapmalarının başka bir örneğidir. Çünkü Hz. Îsâ Allah’ın yarattığı bir kul ve O’nun elçisi olduğu halde hıristiyanlar onu Tanrı’nın oğlu, hatta Tanrı saymak suretiyle doğru inançtan sapmışlardır. Mûsâ ve Îsâ gibi büyük peygamberler Ehl-i kitaba tevhid (Allah’ın birliği) inancını tebliğ edip öğrettikleri halde özellikle hıristiyanlar çeşitli sebeplerle bu çizgiden sapma eğilimi göstermişler, Allah ile peygamberini birbirinden ayıramamışlar ve bir türlü gerçek mânada Allah’ın birliği inancına kavuşamamışlardır. Hıristiyanların bir kısmı Îsâ’nın Allah’ın oğlu olduğunu iddia edip ulûhiyyeti “baba, oğul ve kutsal ruh” olarak üçlü sisteme oturtmuş ve “ulûhiyyet cevheri birdir” diyerek üçünü bir sayıp güya tevhid inancına ulaşmışlardır. Bir kısmı ise onu Allah ve Ruhulkudüs’ün insanlaşmış şekli kabul edip kendisine tapmışlardır (hulûl inancı veya antropomorfizm). Nitekim “Allah, Meryem oğlu Mesîh’in kendisidir” sözleriyle bu inançlarını ifade etmek istemişlerdir. Bu iki aşırı uç arasında Îsâ’da ulûhiyyet vasfının bulunmadığını, onun Allah ile birleşerek tek bir varlık olmasının imkânsız olduğunu savunanlar da vardır (bu konuda bilgi için bk. Nisâ 4/171; Mehmet Aydın, “Hıristiyanlık [Hıristiyan İnançları], DİA, XVII, 345-348).
Yüce Allah hıristiyanların bu inançlarının bâtıl olduğunu göstermek için Meryem oğlu Mesîh’in, annesinin ve bütün yeryüzünde bulunanların yaratılmış ve ölümlü varlıklar olduklarını, böyle fâni varlıkların tanrı olamayacağını ifade buyurmuştur. Eğer Mesîh onların iddia ettiği gibi tanrı olsaydı kendinin başına gelenleri önlerdi. Oysa ne bunu ne de annesinin ölüp gitmesini önleyebildi. Şüphesiz yerlerin, göklerin ve ikisi arasında bulunan varlıkların tamamı Allah’ın hükümranlığı altındadır, O’nun mülküdür. Îsâ, annesi ve diğerleri de bu mülkün içinde bulunmaktadır. Yüce Allah bunların üzerinde dilediği gibi tasarruf eder. O her şeye kadirdir, dilediğini yaratabilir. Hz. Îsâ’yı da bu iradesiyle babası olmaksızın yaratmıştır.
Meryem’in ve onun zamanında var olan insanların daha önce ölmüş olmasına ve hıristiyanların inancına göre Mesîh’in de çarmıha gerilip öldürülmüş olmasına rağmen âyette “Eğer Allah Meryem oğlu Mesîh’i, annesini ve yeryüzünde bulunanların tamamını helâk etmek isterse, kim Allah’ın gücüne karşı durabilir?” şeklinde red anlamında bir soruya yer verilmesi, bunların tamamının fânilik özelliğine sahip olduğuna, Allah’ın bunlardan dilediğini dilediği zaman öldürüp yok edebileceğine vurguda bulunmak içindir. Bu konuda Elmalılı özetle şöyle der: Mesîh’in öldürüldüğünü ve asıldığını iddia eden hıristiyanlar, onun helâkinin ve fâni oluşunun mümkün olduğunu ikrar ve itiraf etmekte olduklarından, bunların hem bu iddialarını reddetmek, hem de ikrarlarıyla kendilerini susmaya mecbur etmek için âyette yalnız “Allah, Meryem oğlu Mesîh’i helâk etmeyi dilerse” demek yeterli iken bununla yetinilmeyip, gerçeği hem ilzâmî (hasmı susturucu), hem burhânî (kesin aklî delile dayalı) bir şekilde beyan etmek ve anlatmak üzere “anasını ve yeryüzündekilerin hepsini” atıfları da eklenmiştir ki, dikkate şayandır... Bu şekilde Mesîh ve anasının yok ve fâni olması mümkün olup ilâh olamayacakları önce açıkça, ikinci olarak da bütün içinde kastedilerek tekitli bir şekilde ispat edilmiş ve hatırlatılmıştır (III, 1626 vd.; Mesîh ve hıristiyanların onun hakkındaki inançları konusunda bilgi için bk. Nisâ 4/171-172). Rivayete göre Hz. Peygamber, yanına gelerek kendisiyle (muhtemelen din konularında) konuşma yapan bir grup yahudiyi İslâm dinine davet etmiş; kabul etmedikleri takdirde Allah’ın azabına uğrayacaklarını söylemiş; yahudiler de “Bizi bununla nasıl korkutursun? Oysa biz Allah’ın oğulları ve sevgili kullarıyız” demişler, bunun üzerine bu âyet inmiştir (Taberî, VI, 164-165). O dönemde müslümanlarla yahudiler arasında barış antlaşması bulunduğundan Hz. Peygamber’in bu daveti tamamen barışçı bir davet olup onları uyardığı azap da âhiret azabı olmalıdır.
“Biz Allah’ın oğulları ve sevgili kullarıyız” sözüyle bazı yahudiler, Allah’ın oğlu dedikleri Hz. Üzeyir’e mensup olduklarını, hıristiyanlar da Allah’ın oğlu olduğuna inandıkları Hz. Îsâ’ya mensup olduklarını (bk. Tevbe 9/30), dolayısıyla ayrıcalığa sahip bulunduklarını ifade etmek istemişler veya doğrudan doğruya Allah’a bağlılıklarını kastederek Allah’ın kendilerine bir baba gibi şefkatli ve merhametli davranacağını, kendilerinin de O’nun oğullarıymış gibi Allah’a yakın ve O’nun katında değerli olduklarını iddia etmişlerdir.
Bu kuruntu yahudilerin inancı haline geldiği için kendilerini dünyanın efendileri olarak görüyorlar; Allah’ın, diğer milletleri yahudilerin emrine verdiğine inanıyorlardı. Hıristiyanlar da Allah’ın “kutsal baba!” olduğunu, bu sebeple kendilerine şefkatle muamele edeceğini savunuyorlardı. Her ne kadar İncil’de Allah’ın Hz. Îsâ’nın ve hıristiyanların babası olduğunu ifade eden pasajlara sıkça rastlanırsa da (bk. Matta, 2/15; 5/9, 45, 48; 6/9; 11/27), ilim adamları bu ifadelerin mecaz olduğu ve Allah’ın büyüklüğünü, yüceliğini, şefkat ve merhametini ifade ettiği kanaatindedirler (Elmalılı, III, 1632; İbn Âşûr, VI, 156). Ehl-i kitap burada babanın bazan oğlunu sevmeyebileceğini düşünerek ve muhtemel bir itirazı karşılamak için kendilerinin aynı zamanda Allah’ın sevgili kulları olduklarını da eklemişlerdir. Fakat yüce Allah, “De ki: Öyleyse Allah günahlarınızdan dolayı sizi niçin cezalandırıyor?” buyurarak bu iddiaların dayanaksız olduğunu göstermişti. Şefkatli ve merhametli bir baba hiçbir zaman çocuklarını eğitme amacı dışında cezalandırmaz ve eziyet çekmesine razı olmaz. Oysa yahudiler bir taraftan Allah’ın oğulları ve sevgilileri olduklarını iddia ederken diğer taraftan da âhirette azap çekeceklerini, sayılı günlerde de olsa ateşte yanacaklarını itiraf etmişlerdir (Bakara 2/80). Hıristiyanlar ise insanlığın babası olan Hz. Âdem’in hatası sebebiyle bütün insanların âhiret azabına müstahak olduklarını, Hz. Îsâ’nın, atalarından intikal etmiş olan bu günahın affedilmesi için kendini feda ettiğini iddia etmektedirler (İbn Âşûr, VI, 156; Günay Tümer, “Aslî Günah”, DİA, III, 496-497). Öte yandan, Allah onları dünyada da cezalandırmıştır. Nitekim yahudiler tarih boyunca birçok defa başka milletlerin esiri olmuşlar, yurtlarından sürülmüşler ve katliamlara mâruz kalmışlardır. Aynı şekilde hıristiyanlar da çeşitli cezalara çarptırılmışlardır. Ehl-i kitap iddia ettikleri gibi Allah’ın oğulları olsalardı Allah onları böyle felâketlere mâruz bırakır mıydı? Elbetteki hayır! Onlar Allah’ın oğulları değil, onun yarattığı sıradan insanlardır.
Sözlükte “gevşeklik, zayıflık, bezginlik, sakinlik ve kesilmek” anlamlarına gelen fetret kelimesi dinî terim olarak, daha çok Hz. Îsâ ile Hz. Muhammed arasında geçen tebliğsiz dönem için kullanılır. Bu dönemde yaşayan topluluklara da “fetret ehli” denir. Ayrıca Kur’an’ın Hz. Peygamber’e indirilişi esnasında vahyin kesintiye uğradığı zaman dilimi de fetret olarak adlandırılır. Kelime, bazı hadislerde sözlük ve terim anlamlarında kullanılmıştır (meselâ bk. Buhârî, “Teheccüd”, 18; Müslim, “Zühd”, 41). Akaid ve kelâm literatüründe fetret daha çok, bir peygamberin ortaya koyduğu, tahrife uğramamış bir davetle karşılaşma imkânından yoksun kalan insanların dinî sorumluluğu açısından üzerinde durulan bir kavramdır. İslâmî literatürde fetret, ilk bakışta İslâm öncesi dönemle ve özellikle Hz. Îsâ tarafından tebliğ edilen dinin tahrife uğraması, dolayısıyla ilâhî vahyin etkisini ve bereketini kaybetmesinin ardından son peygamberin gelişine kadar geçen süreyle ilgili bir kavram niteliğinde görülür. İslâmiyet geldikten sonra bu dinin varlığından haberdar olmayan veya yeterince aydınlanamayan kişilerin fetret ehli kavramı içinde mütalaa edilip edilmeyeceği tartışmalı bir konudur. Bu husustaki deliller, fetret kavramının hem İslâmiyet’ten önce hem de İslâm geldikten sonra yaşayan, değişik engeller yüzünden dinî tebliğden haberdar olamamış kişi ve grupları kapsamına aldığını düşündürmektedir. İslâmî kaynaklarda Hz. Îsâ ile Hz. Muhammed arasında geçen fetret döneminin süresiyle ilgili olarak 577 ile 600 arasında değişen rakamlar verilmektedir. Bu farklılıkların, Hz. Îsâ’nın gerçek doğum tarihinin belirlenmesi ve hesabın kamerî takvime göre yapılması gibi âmillerden kaynaklandığı anlaşılmaktadır (bilgi için bk. Müslim, “Fezâil”, 113; İbn Sâ‘d, Tabakåt, Beyrut 1985, I, 194; İbn Kesîr, III, 65; Ateş, II, 501; Metin Yurdagür, “Fetret”, DİA, XII, 475-480).
İbn Âşûr’a göre âyette zikredilen peygamberlerden maksat Hz. Mûsâ’dan Hz. Îsâ’ya kadar birbirini takip eden Ehl-i kitap peygamberleridir. Bu peygamberlerle Hz. Muhammed arasında geçen zamana “fetret dönemi” denir veya peygamberler ifadesiyle sadece Hz. Îsâ kastedilmiştir. İbn Âşûr, Îsâ’nın göklere kaldırılışıyla Hz. Peygamber’in gönderilişi arasındaki sürenin de yaklaşık 580 yıl olduğunu kaydettikten sonra ancak bu dönemde Ehl-i kitabın dışındaki kavimlerden Hâlid b. Sinân ve Hanzale b. Safvân gibi bazı peygamberlerin daha gelmiş olduğunu hatırlatır (VI, 158).
Âyet her ne kadar Ehl-i kitaba hitap ediyorsa da maksat umumi olup bütün insanlığı kapsamaktadır. İnsanlar âhirette, kendilerine herhangi bir uyarıcının gelmediğini mazeret olarak ileri sürmesinler diye yüce Allah zaman zaman emir ve yasaklarını onlara tebliğ edecek peygamberler göndermiştir. Hz. Îsâ’dan sonra yaklaşık altı asır gibi uzun bir zaman geçmiş, insanlar onun getirdiği kitabı tahrif ederek Allah’ın dinini bozmuşlardı. Böyle bir dönemde yüce Allah kıyamete kadar geçerli olmak üzere bütün insanlara doğru yolu göstermekle görevli kıldığı Hz. Muhammed’i öğüt verici, müjdeleyici, uyarıcı bir peygamber ve âlemlere rahmet olarak gönderdi (Sebe’ 34/28; Enbiyâ 21/107).
Hz. Muhammed’e karşı direnen Medine yahudilerinin ataları da geçmişte Hz. Mûsâ’ya karşı direnmişlerdi. O zaman Hz. Mûsâ kutsal toprakları işgal altında bulunduran düşmana karşı savaşmak için kavmini psikolojik olarak hazırlamak ve savaştıkları takdirde zafere kavuşacaklarına inandırmak maksadıyla yüce Allah’ın geçmişte kendilerine vermiş olduğu nimetleri hatırlatmış, bu nimetlerin unutulmaması ve Allah’a verilen sözün yerine getirilmesi gerektiğine dikkat çekmişti. Âyet İsrâiloğulları arasından birçok peygamber gönderildiğini ifade ettiği gibi, İsrâiloğulları’nın büyük bir siyasî güç kazanıp devlet yöneticiliğinde bulunduklarına da işaret etmektedir.
Hz. Mûsâ İsrâiloğulları’na bu nimetleri hatırlattığı zaman onlar Mısır’dan ayrılmışlardı. Fakat henüz kutsal topraklara girip de burada kendileri için bir vatan edinmemiş oldukları, hükümdarlık dönemine de henüz erişmemiş bulundukları âyetlerin akışından anlaşılmaktadır. Burada muhtemelen Hz. Mûsâ’dan önceki peygamberler ve İsrâiloğulları’ndan gelen Mısır’daki yöneticiler kastedilmiştir. Nitekim, “O, içinizden peygamberler çıkardı, sizi hükümdarlar kıldı ve âlemlerde hiçbir kimseye vermediğini size verdi” ifadesinde geçmiş zaman kullanılması nimetlerin geçmişte verilmiş olduğuna delâlet etmektedir. Bu nimetler gelecekte mutlaka verileceği için geçmiş zaman kullanıldığı kanaatinde olanlar bulunmakla birlikte bizce bu tür bir yorum zorlama olur. Çünkü Hz. Mûsâ’nın gelecek nesillere verilecek bir nimeti kendi zamanındaki insanlara hatırlatması, ibret almalarını ve şükretmelerini sağlamak amacı bakımından yetersizdir.
Öte yandan “Sizi hükümdarlar kıldı” şeklinde tercüme edilen cümle “Sizi hürler kıldı” anlamında da yorumlanmıştır (Taberî, VI, 169-170; Râzî, XI, 196). Buna göre âyet, yüce Allah’ın İsrâiloğulları’nı Firavun’un tebaası olarak bulundukları Mısır’daki kölelik hayatından kurtardığını, hürriyetlerine kavuşturduğunu ve bağımsızlıklarını kazandırdığını ifade eder. Şüphesiz bireyler için özgürlük gibi milletler için de bağımsızlık dünyanın en büyük nimetlerindendir. Bu sayede İsrâiloğulları’nın itibarı yükselmiş ve yeryüzünün saygın milletlerinden biri haline gelmişlerdi. Allah, dünyada hiç kimseye vermediği nimetleri onlara vermiş; içlerinden peygamberler ve yöneticiler çıkarmış, Mısır’dan çıkışlarında denizi yarıp onları buradan geçirmiş, düşmanlarını yok edip bazı topraklarını onlara vermiş, bir defasında da onlar için taştan tatlı su fışkırtmış, yemeleri için kudret helvası ve bıldırcın göndermiş, kızgın çölde onları bulutlarla gölgelendirerek sıcaktan ölmelerini önlemişti. O tarihte bu kadar nimet başka milletlere verilmemişti; özellikle insanlık tarihinde gönderilmiş beş büyük peygamberden biri olan Hz. Mûsâ o gün onların başında bulunuyordu.
Âyetler Hz. Mûsâ zamanındaki İsrâiloğulları’yla ilgili olduğuna göre gerek onların “âlemlerde hiçbir kimseye verilmemiş nimetlere mazhar olmaları” gerekse 21. âyette belirtilen “arz-ı mukaddesin onlara vatan olarak yazılmış bulunması” zamanlı ve şartlı idi; yani o toplumun erdemli ve düzgün yaşamalarına, Allah yolunda doğru dürüst yürümelerine bağlı idi. Nitekim Enbiyâ sûresinin 105. âyetinde arza Allah’ın sâlih kullarının vâris olacağı bildirilmektedir. İsrâiloğulları da peygamberlerin gösterdiği istikamette yürüdükleri sürece yükselmişler, Hz. Dâvûd ve Hz. Süleyman zamanında güç ve iktidarın zirvesine ulaşmışlardı. Ancak 12. âyetten buraya kadar anlatılanlar İsrâiloğulları’nın zamanla bu vasıfları yitirdiklerini, Allah’a verdikleri sözü bozacak, O’nun kelâmını tahrif edecek ve kendilerinin Allah’ın çocukları olduklarını iddia edecek kadar sorumsuz davranır duruma geldiklerini göstermektedir. Bundan da öte peygamberleri öldürecek kadar gaddarlaşmışlar, bu sebeple Allah’ın gazabına uğramışlar, yukarıda zikredilen nimetler de ellerinden çıkmıştır.
Kutsal topraklardan maksat, içinde Beytülmakdis’in de bulunduğu Filistin topraklarıdır. Hz. İbrâhim ve ondan sonra gelen birçok peygamber burada yaşadığı ve defnedildiği için burası vahyin de iniş yeri olmuştur. Bu sebeple buraya “kutsal topraklar” (el-arzu’l-mukaddese) denilmiştir. Kur’ân-ı Kerîm’de “Allah’ın bereketli kıldığı yurt” olarak da ifade edilen (meselâ bk. İsrâ 17/1; Enbiyâ 21/71) bu yerlerin sınırları kesin olarak belirtilmemiştir. Taberî’ye göre en doğrusu Hz. Mûsâ’nın dediği gibi “arz-ı mukaddese” demekle yetinmektir. Çünkü bu bilgilerin doğruluğu ancak haber-i sâdıkla bilinir. Oysa bu konuda kesin delil olabilecek hiçbir haber yoktur (VI, 172). Aynı zamanda arz-ı mev‘ûd (vaad edilen topraklar) adıyla da anılan bu yerler Kitâb-ı Mukaddes’e göre Hz. İbrâhim ve onun soyundan gelenlere verileceği Tanrı tarafından vaad edilmiş olan (Tekvîn, 17/8) bugünkü Filistin toprakları olup burası “içinde süt ve bal akan ülke”dir; bütün memleketlerin süsü olan vatandır (Çıkış, 3/8). Sınırları Akdeniz’den Fırat’a, Sînâ yarımadasının güneyinden Lübnan’ın kuzeyine kadar uzanır. Bu topraklara ebediyen mirasçı olmanın birçok şartı vardır (Hezekiel, 20/6-26; Tesniye, 32/29); bunların başında Allah’a verilen sözün yerine getirilmesi gelmektedir. Diğer taraftan ilâhî emirlere uymak, peygamberlerin yolunu izlemek, hak ve adalete riayet etmek; garibi, öksüzü mağdur etmemek, suçsuz kanı dökmemek uyulması gereken kurallar arasındadır. Eğer İsrâiloğulları Allah’a verdikleri sözü tutmazlarsa arz-ı mev‘ûddan mahrum kalacak ve lânetleneceklerdir. Nitekim yahudiler Hz. Mûsâ döneminden itibaren tarih boyunca Allah’a verdikleri sözü unutmuş, ahdi bozmuş ve O’na isyan etmişlerdir. Eski Ahid, onların Tanrı’ya isyan edişlerinin hikâyeleriyle dolu olup bu isyan ve günahları yüzünden yahudiler, milâttan sonra 70 ve 135 yıllarında Romalılar tarafından Filistin topraklarından atıldıktan sonra hep o topraklara dönme hayaliyle yaşamışlar, zaman zaman mesîh iddiasıyla ortaya çıkan kişiler de bu duyguyu tahrik etmişlerdir. Siyon dağı ile sembolleşen siyonizm hareketinin ana hedefi de yahudileri, vaad edilen bu topraklara tekrar kavuşturmaktır. Günümüz İsrail Devleti’nin siyasî yayılmacılığının temelinde de, arz-ı mev‘ûdla ilgili dinî motif bulunmaktadır (bilgi için bk. Abdurrahman Küçük, “Arz-ı Mev‘ûd”, DİA, III, 442-444; Ömer Faruk Harman, “Arz-ı Mev‘ûd”, İFAV Ans., I, 161). İsrâiloğulları’nın atası Hz. Ya‘kub, oğlu Yûsuf’un isteği üzerine diğer oğullarıyla birlikte Mısır’a yerleşmeden önce Filistin’de yaşamıştı. Uzun süre Mısır’da yaşamış olan İsrâiloğulları sonunda Firavun’un zulmüne mâruz kalınca Hz. Mûsâ’nın önderliğinde Mısır’dan çıkıp ata yurduna gitmeye karar verdiler. Ancak Sînâ çölüne geldiklerinde Filistin’de Amâlika ve Ken‘anlılar gibi güçlü kuvvetli toplulukların bulunduğunu, burayı işgal ederek güçlü bir devlet kurmuş olduklarını gördüler. Hz. Mûsâ ata yurdu olan bu bölgeyi fethedip Kudüs’e girmek isteyince Amâlika’nın ahvalini araştırıp hakkında rapor vermek üzere kendi kavminin on iki kabilesinden on iki gözlemci seçip casus olarak gönderdi. Düşmanın durumunu araştıran gözlemciler, burada yaşayanların güçlü kuvvetli bir kavim olduğunu gördüler ve durumu Hz. Mûsâ’ya bildirdiler. Tefsirlerde anlatıldığına göre Hz. Mûsâ, halk üzerinde korku yaratır endişesiyle bu durumun kavimlerine anlatılmamasını istedi ise de Kaleb ile Yûşa‘ b. Nûn dışındakiler bu sırrı yaydılar. Kaleb ile Yûşa‘ ise düşmanın güçlü olmasına rağmen İsrâiloğulları’nın bölgeyi fethedip Beytülmakdis’e girebilecek durumda olduklarını bildirdiler (Sayılar, 13/2-33). Hz. Mûsâ bir önceki âyette bildirilen hatırlatmalarını yaptıktan sonra Allah’ın kendileri için vaad etmiş olduğu bu kutsal yurdu fethedip oraya girmelerini, düşman karşısında zaaf göstermemelerini kavmine emretti; aksi takdirde hüsrana uğrayacaklarını bildirdi. Fakat önceleri Mısır’da itibarlı bir hayat yaşamakla birlikte daha sonra yıllarca hatta asırlarca Mısır yöneticileri tarafından köle muamelesi gördükleri için şahsiyetleri zedelenmiş, dinî ve millî kimlikleri zayıflamış olan İsrâiloğulları bu cihadın önemini kavrayamamışlar ve istikballerini görememişlerdir. Bu yüzden kendilerini Firavun’un zulmünden kurtarmış olan Hz. Mûsâ’ya karşı çıkmışlar, orada güçlü kuvvetli topluluklar bulunduğunu ileri sürerek onlar çıkmadıkça oraya girmeyeceklerini bildirmişlerdir. Ancak düşman kavmin durumunu araştırmak için gönderilenlerden Yûşa‘ ile Kaleb İsrâiloğulları’nı atalarının yurdunu yeniden fethedip korkusuzca Kudüs’e girmeye teşvik etmişler, oraya girdikleri an kesinlikle galip geleceklerini söylemişlerdi. Fakat İsrâiloğulları’na bu teşvikler kâr etmedi. “Biz bu işte yokuz” dediler ve Hz. Mûsâ’nın, rabbi ile birlikte gidip düşmana karşı savaşmasını istediler. 24. âyetten anlaşıldığına göre Hz. Mûsâ’dan düşmanları yok edecek bir mûcize istemiş olmalıdırlar. Çünkü onun kendilerini Firavun’un zulmünden kurtardığını görmüşler, gerçek bir peygamber olduğuna inanmışlardı. Kavminin Filistin’e girmemek için direnmesi karşısında hiçbir şeyin yapılamayacağını gören Hz. Mûsâ, üzüntü içerisinde yüce Allah’tan özür diler mahiyette O’na, “Rabbim! Ben kendimden ve kardeşimden başkasına söz geçiremiyorum. Artık bizimle bu yoldan çıkmış kavmin arasında sen hükmet” diye yakardı. Hz. Mûsâ kavminin isyanından dolayı dünyada başlarına bir musibetin gelmesinden korktuğu için böyle bir yakarışta bulunarak herkese lâyık olduğunun verilmesini, kendisiyle isyankâr kavmin aynı cezaya çarptırılmamasını yüce Allah’tan niyaz etti. Allah da bu neslin böyle fütuhat gibi şerefli bir göreve lâyık olmadıklarını bildirerek onların bu kutsal topraklara girmekten kırk sene mahrum bırakıldıklarını, bu süre zarfında çölde dar bir alanda şaşkın şaşkın dolaşacaklarını Hz. Mûsâ’ya bildirdi. Ayrıca ona, yoldan çıkmış bir kavim için üzülmemesini öğütledi. İsrâiloğulları, Hz. Mûsâ’ya itaat etmeyip düşman üzerine gitmedikleri için kırk yıl yersiz yurtsuz dolaşmaya mahkûm edilmişlerdi. Âyette, Medine yahudilerinin de Hz. Peygamber’e itaat etmezlerse benzer şekilde cezalandırılacaklarına işaret edildiği söylenebilir. İsrâiloğulları’nın yaşadığı bu tarihî olay Kitâb-ı Mukaddes’te (Sayılar, 13-15) ayrıntılı bir şekilde açıklanmıştır. Olay özet olarak şöyledir: Mûsâ, Faran çölünden kutsal ülkede casusluk yapmak üzere on iki İsrâil nakibini gönderdi. Bunlar kırk gün sonra gelip İsrâiloğulları’nın önünde raporlarını sundular. Raporlarında ülkenin zengin ve nimetlerle dolu olduğunu, ancak burada yaşayanlar güçlü oldukları için kendilerinin onlara karşı savaşacak durumda olmadıklarını söylediler. Bu rapor karşısında İsrâiloğulları Mısır’dan çıktıklarına pişman olduklarını ve oraya geri dönmenin daha uygun olacağını söylediler. Fakat, on iki casusun içinde bulunan Yûşa‘ ve Kaleb, korkaklık gösteren topluluğu azarladılar. Kaleb şöyle konuştu: “Hemen gidelim ve oraya sahip olalım, rahatlıkla bu işin üstesinden gelebiliriz. Sonra, Yûşa‘ ile birlikte dediler: Eğer Rab bizden razı olursa, bizi bu ülkeye götürecek ve orayı bize verecektir... Yeter ki, Rabbe karşı gelmeyin, o ülke halkından da korkmayın...” Ne var ki, topluluk bunları taşa tuttu. Bunun üzerine yüce Allah şöyle buyurdu: “Şüphesiz bu çölde kırk yıl dolaşacaksınız ve içinizde yirmi yaş ve daha yukarı olanlar bu çölde ceset haline gelecekler, küçükleriniz büyüyecek... onları kabul edip getireceğim ve onlar o ülkeyi bilecekler...” Bu süre içinde Mısır’dan çıkış sırasında genç olan herkes öldü. Ürdün’ün fethinden sonra Hz. Mûsâ da vefat etti. Ardından Nûn oğlu Yûşa‘ (Yeşû‘) zamanında İsrâiloğulları Filistin’i zaptedebildiler. Kitâb-ı Mukaddes Hz. Mûsâ’nın casus olarak görevlendirip de dönüşlerinde kötü haberler getiren ve halkı düşmandan korkutup Hz. Mûsâ’ya karşı ayaklandıran şahısların tümünün çölde veba hastalığına yakalanarak öldüklerini de ibret alınacak bir olay olarak haber vermektedir (Sayılar, 14/37). Rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber Bedir Savaşı öncesinde Kureyş müşrikleriyle savaşıp savaşmama konusunda arkadaşlarıyla istişare etmiş, gerek muhacirler gerekse ensar Hz. Peygamber’in emrinde olduklarını bildirmişlerdi. Bu arada ensârdan Mikdâd b. Amr el-Kindî şöyle demişti: “Ey Allah’ın elçisi! Biz sana İsrâiloğulları’nın Mûsâ’ya dediği gibi ‘Git, sen ve rabbin beraber savaşın, doğrusu biz burada oturacağız’ demeyiz. Fakat, ‘Git, sen ve rabbin beraber savaşın, biz de sizinle birlikte savaşacağız’ deriz” (Buhârî, “Tefsîr”, 5/4). Süleyman Ateş bu âyetlerin Bedir Savaşı’ndan çok sonra Hudeybiye Antlaşması ile Mekke’nin fethi arasındaki dönemde indiğini ileri sürerek bu sözlerin Bedir gününde söylenmiş olma ihtimalinin çok uzak olduğunu söylüyorsa da (II, 507) kanaatimizce Mikdâd bu tarihî bilgiyi başka kaynaklardan öğrenmiş ve Bedir gününde böyle bir hitabede bulunmuşolabilir. Nitekim hadis ve siyer kaynakları da olayın Bedir gününde cereyan ettiğini bildirmektedir (Buhârî, “Tefsîr”, 5/4; Müsned, I, 389, 390; İbn Kesîr, es-Sîre, II, 391-393; İbn Âşûr, VI, 166). Ayrıca bu sûre uzun bir zaman dilimi içinde parça parça indiği için tarihî olayı nakleden kısmın Bedir’den önce gelmiş olması ihtimali de yok değildir. Sözlükte “yaklaşmak, yakın olmak, Allah’a yakınlık sağlamaya vesile kılınan şey” anlamlarına gelen kurban kelimesi, dinî bir terim olarak, “ibadet maksadıyla belirli vakitte belirli şartları taşıyan hayvanı usulünce kesmek veya bu şekilde kesilen hayvan” demektir. Kurban kelimesi Kur’ân-ı Kerîm’de üç yerde geçmektedir. Bunlardan birinde İsrâiloğulları’nın herhangi bir peygamberden mûcize olarak istedikleri ve (gökten inen) ateşin yakacağı bir kurbandan (Âl-i İmrân 3/183), konumuz olan âyette Hz. Âdem’in iki oğlunun Allah’a takdim ettikleri kurbandan söz edilir; üçüncüsünde ise kelime, müşriklerin Allah’a ortak koştukları tanrıları “yakınlık vasıtası” kılmaları anlamında kullanılmıştır (bk. Ahkaf 46/28).
Tarih boyunca bütün dinlerde Tanrı’ya kurban sunma uygulamalarının bulunduğu tesbit edilebilmekte; fakat kurbanlıklar, kurban sunma şekilleri ve amaçları bakımından farklılıkların bulunduğu gözlenmektedir. Başta tahıl olmak üzere bir kısım bitkiler, para, hayvanlar, hatta insanların kurban edildiği görülmektedir. Hac sûresinin ilgili âyetinden (22/34-37) ilâhî dinlerin hepsinde “ibadet amacıyla hayvan kesme” anlamında kurban ibadetinin bulunduğu anlaşılmaktadır. Bunlardan Yahudilik ve Hıristiyanlık’ta ise kurbanla ilgili değişik anlayış ve uygulamalar vardır. Bu arada Hıristiyanlık’ta Hz. Îsâ’nın çarmıha gerilmesi, kurban kavramına özel bir anlam katmakta, insanoğlunun günahına karşılık Tanrı’nın Hz. Îsâ’yı feda ettiğine inanılmaktadır. Bu inancın, insan için insanın kurban edilmesi anlamını içermesine karşılık Kur’ân-ı Kerîm’de Hz. İbrâhim ve oğlu Hz. İsmâil’in Allah’ın buyruğuna gönülden teslim olma konusunda verdikleri başarılı sınava değinildikten sonra ilâhî bir armağan olarak gönderilen hayvanın boğazlanmasının istendiği bildirilmiş, insanın kurban edilmesi anlayışı kabul edilmemiştir (Sâffât 37/102-107)
İslâm’da, kurban bayramında kurban kesmenin dinî bir hüküm oluşu kitap, sünnet ve icmâ ile sabit olup, hicretin 2. yılında konulmuştur. Ancak, bu ibadetin fıkhî açıdan nitelendirilmesi hususunda görüş farklılıkları vardır: Dinen aranan şartları taşıyan kimselerin kurban bayramında kurban kesmeleri Ebû Hanîfe’ye göre vâciptir. Çoğunluğa göre ise müekked sünnettir. Ebû Hanîfe ve aynı görüşü paylaşanlar, konuyla ilgili hadislerin yanı sıra Kevser sûresinin 2. âyetinde geçen “... Kurban kes” emrini de delil olarak getirmişler; ancak, âyetin sübûtu kati olmakla birlikte delâleti zannî olduğu için kurban ibadetinin vâcip olduğuna hükmetmişlerdir. Ayrıca Sâffât sûresinin “Biz, (oğlunun canına) bedel olarak ona iri bir kurbanlık verdik” meâlindeki 107. âyeti de kurban ibadetinin meşrûiyetine delil olarak gösterilmektedir. Kur’ân-ı Kerîm’deki bu delillerin yanı sıra Hz. Peygamber’den “şartları uygun olanların kurban kesmeleri gerektiği” yönünde çok sayıda hadis rivayet edilmiş olması ve Hz. Peygamber’in bu konuya önem vererek kurban bayramında kurban kesmeyi ihmal etmemesi bu ibadetin vâcip olduğunu gösterir (kurban kesmenin önemi hakkındaki hadisler için bk. Ebû Dâvûd, “Dahâyâ”, 1; Tirmizî, “Edâhî”, 18-22; Nesâî, “Fürû ve’l-atîre”, 1; İbn Mâce, “Edâhî”, 2; Müsned, II, 321).
Kurban kesmenin sünnet olduğu kanaatini taşıyan bilginler ise, bu görüşlerine Hz. Peygamber’in şu meâldeki hadisini delil gösterirler: “Zilhicce ayının onuncu günü girip de biriniz kurban kesmek isterse, ne kıllarından ne de tırnaklarından bir şeye dokunmasın (onları kesmesin)” (Müslim, “Edâhî”, 39-41; Ebû Dâvûd, “Dehâyâ”, 3). Bu bilginlere göre hadisteki “biriniz kurban kesmek isterse” ifadesinde yer alan “isterse” kaydı kurbanın vâcip olmayıp şahsın iradesine bırakılmış olduğunu gösterir. Yine bu bilginlerin kanaatine göre Hz. Peygamber’in kurban kesmeyi hiç terketmemiş oluşundan ve kurban kesmenin faziletiyle ilgili hadislerinden, bu ibadetin vâcip değil sünnet olduğu sonucu çıkarılabilir (kurban hakkında bilgi için bk. Beşir Gözübenli, “Kurban”, İFAV Ans., III, 94-105). Kurban bayramında kesilen kurban dışında, adandığı için vâcip olan veya Allah rızâsı için (nâfile olarak) kesilen kurbanlar da vardır.
Yüce Allah önceki âyetlerde özellikle Medine yahudileri için ibret olsun diye Hz. Mûsâ ile kavmi arasında geçen bazı olayları anlattıktan sonra bu âyetlerde de yine ibret ve nasihat olması için Hz. Peygamber’e Âdem’in iki oğlu hakkında bilgi vermesini emretmiştir. Çünkü yahudiler Resûlullah’a karşı aşırı derecede kıskançlık gösteriyor ve haksızlık ediyorlardı. Yüce Allah, kıskançlığın işi nereye kadar götüreceğini göstermek maksadıyla bu tarihî bilgiyi vahyetti. Çünkü Âdem’in oğullarından biri kıskançlığı sebebiyle yeryüzünde ilk defa kan dökerek kardeşini öldürmüş, insanlık için kötü bir çığır açmıştı. Bu vesile ile yüce Allah’ın İsrâiloğulları’na yazıldığını, yani yasa olarak konulduğunu bildirdiği “Bir cana kıymaya veya yeryüzünde fesat çıkarmaya karşılık olmaksızın kim bir kimseyi öldürürse bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de bir canı kurtarırsa bütün insanların hayatını kurtarmış gibi olur” ifadesi insan hakları konusunda evrensel hüküm niteliği taşımaktadır.
Rivayete göre Âdem’in iki oğlu Hâbil ile Kabil arasında bir ihtilâf çıkmış, babaları her ikisinin de Allah’a kurban sunmalarını, hangisinin kurbanı kabul edilirse onun haklı olacağını söylemişti. O zaman gökten inen bir ateşin kurbanı yakması, kurbanın kabul edildiğini gösteriyordu (krş. Âl-i İmrân 3/183). Sunulan kurbanlardan Hâbil’inki kabul edildi. Kıskançlığı yüzünden bu durumu içine sindiremeyen Kabil, kardeşini öldürdü (İbn Kesîr, III, 76).
Olay Tevrat’ta da anlatılmakta, ancak Kabil’in ismi Kain olarak geçmektedir (Tekvîn, 4/1-16). Olayın ve kişilerin efsanevî olduğunu söyleyenler olmuşsa da bu görüş Kur’an ve Tevrat’ta anlatılanlara aykırıdır. “Kitâb-ı Mukaddes’te ve Kur’ân-ı Kerîm’de yer alan bu kıssaya benzer bazı unsurların eski medeniyetlerin mitolojilerinde de bulunması, bu kıssada anlatılanların efsanevî olaylar ve kişiler olduğunu göstermez. Aynı hadisenin uzun tarihî seyir içerisinde çeşitli çevre ve kültürlerde farklılık kazanması tabiidir ve bu değişik varyantların temelde mevcut bir tarihî hadiseye bağlı olduğunu gösterir ki ilâhî dinlere göre insanlığın başlangıcı, söz konusu kıssa kahramanlarının da atası olan Âdem ile Havvâ’dır. Kıssanın Tevrat’taki şekli Kur’an’a göre çok ayrıntılıdır ve muhtemelen kutsal metin yazarı ulaşıp derleyebildiği çeşitli rivayetleri ve farklı unsurları hikâyeye katmıştır” (Ömer Faruk Harman, “Hâbil ve Kabil”, DİA, XIV, 376-378).
Tâbiînden Hasan-ı Basrî ve bir kısım müfessirlere göre burada anlatılanlar Hz. Âdem’in kendi oğulları değil, İsrâiloğulları’ndan iki şahıstır. Bütün insanlar Âdem’in soyundan geldiği için bu iki şahıs da Âdem’in oğulları olarak anılmışlardır (İbn Kesîr, III, 85). Bu iki kişinin şahsında İsrâiloğulları’nın taşkınlıkları, bazı kötü huyları, özellikle kıskançlıkları anlatılmaktadır. Nitekim bu yüzden İsrâiloğulları’na bir canı öldürenin bütün insanları öldürmüş gibi sayılacağı bildirilmiş ve katillerin cezalandırılması emredilmiştir. Ancak bu yorum âyetteki diğer bilgilerle uyumlu görünmemektedir. Zira daha sonraki âyetlerde bildirildiğine göre bu iki kardeşten biri diğerini öldürmüş, fakat naaşını nasıl gömeceğini ancak bir kargadan öğrenmiştir. Oysa İsrâiloğulları zamanında ölünün nasıl gömüleceğinin bilinmemesi mümkün değildir.
“Allah ancak takvâ sahiplerinden (kurban) kabul eder!” ifadesiyle Hâbil, kardeşinin takvâ ehli olmadığına, kurbanının bu sebeple kabul edilmediğine dikkat çekmiştir. Şüphesiz ki kabul veya reddetmek tamamen Allah’ın iradesine bağlıdır. Allah takvâ ve ihlâs sahibi olmayanın amelini kabul etmeyeceğini bildirmiştir. Âyetlerin akışından kurbanı kabul edilmeyenin kardeşini öldürmeyi önceden aklına koymuş olduğu fakat bu niyetini gizlediği anlaşılmaktadır.
Buradan, “Saldırgana karşı nefsi müdafaa etmemek gerekir” gibi bir anlam çıkarılamaz. Mevdûdî, bu sözleri şöyle yorumlar: “Beni öldürmek için kötü niyetler besleyebilirsin; fakat ben, senin beni öldürme hazırlıklarını öğrendikten sonra bile senden önce davranmak için bir şey yapacak değilim” (I, 419). Bu ifade aynı zamanda Hâbil’in kendisini savunup saldırgan kardeşini öldürebilecek güçte olduğunu, fakat cana kıymak haram ve Allah katında en büyük günah olduğu için bunu yapmadığını gösterir.
İslâm’da nefsi müdafaa meşrû bir haktır, kişinin kendisini ölüme teslim etmesi fazilet olarak kabul edilemez. Fazilet saldırıyı başlatmamaktır. Karşı taraf saldırıyı başlattığı takdirde saldırganı etkisiz hale getirecek kadar nefsi müdafaa etmek bir haktır ve genel olarak bir ödevdir.
Önceki âyette Hâbil’in Allah’tan korktuğu için kardeşini öldürme teşebbüsünde bulunmadığı bildirilirken burada ikinci bir sebep olarak kardeşinin her ikisinin günahını yüklenerek cehenneme gitmesini istediği anlaşılmaktadır. Oysa Kur’ân-ı Kerîm’in bildirdiğine göre hiç kimse bir başkasının günahından sorumlu tutulmaz (bk. İsrâ 17/15). O halde katil maktulün günahını neden yüklensin? Müfessirler, “Bundan maksat ‘Benim işlediğim günahı senin yüklenmeni istiyorum’ demek değildir; maksat, ‘Senin diğer günahlarınla birlikte beni öldürmenin günahını da yüklenerek cehennemliklerden olmanı istiyorum’ demektir” şeklinde yorumlamışlardır. Esasen dindar ve takvâ sahibi bir kimse ne kendisinin ne de başkasının Allah’a isyan etmesini, sonuçta cehennemde yanmasını ister. Nitekim Hâbil’in kesin ve kararlı bir üslûp kullanarak kardeşini bu büyük günahtan sakındırmaya çalıştığı anlaşılmaktadır. Buradan hareketle âyeti, “Kıyamette beni razı edecek bir şey bulamadığın takdirde benim günahımı ve beni öldürmenin günahını yüklenmeni istiyorum” şeklinde yorumlayanlar da olmuştur (Râzî, XI, 207). Çünkü Hz. Peygamber’den rivayet edilen bir hadise göre kıyamet gününde, zalimin mazlumu razı edecek bir sevabı, iyiliği bulunamazsa mazlûmun günahlarından alınır, zalime yüklenir (bk. Buhârî, “Mezâlim”, 10).
Kardeşinin bu nasihatleri katilde bir tereddüt meydana getirmiş olmakla birlikte sonucu etkilememiş, kıskançlık duyguları o derece kabarmış ki kardeşinin yaptığı nasihatleri âdeta işitmez hale gelmiştir. Nefsi onu kardeşini öldürmek gibi korkunç bir cinayete itmiş ve bundan başka hiçbir şey onun nefsânî duygularını tatmin etmemiştir. Sonuçta kardeşini öldürerek hem dünyada hem de âhirette hüsrana uğrayanlardan olmuş, yeryüzünde ilk defa cana kıyma ve cinayet çığırını açan kimse olduğu için kendisinden sonra gelenlerin işledikleri cinayetlerin günahına da ortak olmuştur. Hz. Peygamber bir hadisinde şöyle buyurmaktadır: “Haksız yere öldürülen hiçbir kimse yoktur ki onun kanından Âdem’in ilk oğluna bir pay ayrılmasın. Çünkü cinayeti âdet edenlerin ilki odur” (Buhârî, “Cenâiz”, 33; “Enbiyâ’”, 1; “Diyât”, 2; Müsned, I, 383, 430, 433).
Kıssadan Hz. Âdem’in çocuklarının Allah’a, âhirete, hesaba, cezaya ve cehenneme inandıkları; Allah korkusu ve takvâ gibi duygulara sahip oldukları, Allah’a kurban takdim etmek gibi bir ibadette bulundukları anlaşılmaktadır. Bu durum Hz. Âdem’in peygamber olduğunun bir delili olup bu inançları çocuklarına onun telkin ettiği ihtimalini kuvvetlendirmektedir.
Tefsirlerde anlatıldığına göre Kabil kardeşini öldürdükten sonra cesedi ne yapacağını bilememiş, şaşırıp kalmıştı. Bunun üzerine yüce Allah bir karga gönderdi. Karga yerde eşinerek Kabil’e kardeşinin cesedini nasıl örtüp gizleyeceğini gösterdi veya ölmüş bir kargayı bu şekilde gömdü. Böylece Allah bir kargayı örnek göstererek şaşkınlık ve cehaleti sebebiyle bocalamakta olan Kabil’i uyardı. Bir başka rivayete göre yüce Allah iki karga göndermiş, bunlardan biri diğerini öldürdükten sonra gagası ve ayaklarıyla yeri eşeleyip öldürdüğü kargayı gömmüştür. Bu konuda karganın kendisinden daha yetenekli olduğunu gören Kabil karga kadar olamadığına hayıflanmış ve yaptığına pişman olmuştur.
İbn Âşûr, görünen çirkin şeylerin örtülmesini istemek kabilinden olan bu büyük sahnenin insanlığın medeniyet yolunda attığı ilk adımı temsil ettiğini, aynı zamanda taklit ve tecrübe yoluyla kazandığı ilk bilgi olduğunu kaydeder. Ona göre bu olay insanın kendisinden daha zayıf varlıklardan bilgi edindiği sahnelerin de ilkidir. Nitekim (daha sonra) insanlar güzel görünmek için de hayvanlara benzemeye çalışmışlar, renkli, güzel deri elbiseler edinmişler, çiçeklerle, kıymetli taşlarla ve renkli tüylerle süslü taçlar giymişlerdir (VI, 174). Ölmüş bir insan cesedini gömmek geride kalanların ona karşı son insanî vazifeleri olduğu gibi tabiatın ve insan sağlığının korunması bakımından da önemlidir. Zira gömülmeyen ceset kokar, çürür ve bundan insan sağlığına zararlı mikroplar ürer. İnsanoğlu bu zararlardan kendini korumak amacıyla Allah’ın kendisine vermiş olduğu düşünme, deneme ve örnek alma yeteneği ile öğrenerek medeniyetini kurmuş ve geliştirmiştir.
Kıskançlık ve benzeri nefsânî duygulara boyun eğen insan, kardeşini dahi öldürebilir; ancak bunun sonu dünyada insanı içten içe yakan vicdan azabı ve pişmanlık, âhirette ise cehennem ateşidir. Kıskançların gözleri kendi üzerlerindeki nimetlere karşı kördür; Allah’ın kendilerine lutfettiği nimetleri göremezler, başkalarının ellerindeki nimetleri görür ve onlara karşı kin güderler. Şüphesiz bu durum kötü bir hastalıktır. Bu hastalığın şifası ise İslâm’ın kurallarını yaşayarak nefsi terbiye etmek ve onu kötülükleri emreden bir nefis olmaktan çıkarıp Allah’ın kendisine lutfettiklerine razı olan bir nefis haline getirmektir. Rivayete göre Medine yahudileri Hz. Peygamber’i ve sahâbeden bazılarını öldürmek için tuzak peşindelerdi. Bu sebeple yüce Allah onlara adam öldürmenin ne kadar büyük bir cinayet olduğunu göstermek için Hz. Âdem’in iki oğlunun kıssasını anlattıktan sonra onların kutsal kitaplarında da haksız yere bir insanı öldürmenin bütün insanlığı öldürmek; bir canı kurtarmanın da bütün insanlığı kurtarmak gibi olduğunun yazılı bulunduğunu haber vermiştir. Bu tâlimat elimizdeki Kitâb-ı Mukaddes’te yer almamakta fakat Mişna’da (Sanhedrin, IV/5), “İsrâil’den tek bir kişiyi öldürenin bütün ırkı öldürmüş gibi cezalandırılacağı ve İsrâil’den tek bir kişiyi koruyanın Allah’ın kitabına göre bütün dünyayı korumuş sayılacağı şeklinde bir ibare bulunmaktadır (J. Horovitz, “Tevrat”, İA, XII/1, s. 219).
Yüce Allah gerek İslâm’da gerekse İslâm’dan önceki ilâhî dinlerde insan hayatının kutsal olduğunu bildirmiş, bu sebeple bir canı korumayı bütün insanlığı korumak kadar üstün bir fazilet saymış; bir cana kıymayı da bütün insanları öldürmek kadar büyük bir cinayet olarak değerlendirmiştir. Çünkü bir insan, türünü temsil eder ve insanlar birbirine eşittir. Bir insanın haksız yere öldürülmesi toplumda öldürme olaylarının yayılmasına, insanların birbirine düşmesine ve toplum düzeninin bozulmasına yol açar. Hukukî bir gerekçe bulunmaksızın bir başkasının canına kıyan kimse, yalnızca o kişiye haksızlık etmiş olmaz, aynı zamanda insan hayatının kutsallığına inanmadığını ve başkalarına karşı hiçbir merhamet duygusu taşımadığını da göstermiş olur (kısas hakkında bilgi için bk. Bakara 2/178; yeryüzünde fesat çıkarma hakkında bilgi için bk. Mâide 5/33). Oysa insan hayatının korunabilmesi için insanların birbirine saygı göstermeleri, hayatın kutsal olduğuna inanıp korunmasına yardımcı olmaları ve katilleri korumamaları gerekir. Bütün dinler, hukuk ve ahlâk sistemleri haksız yere adam öldürmenin, cana kıymanın büyük bir suç olduğunda birleşmişlerdir. Ancak bu suçu önlemek için alınan caydırıcı tedbirler farklıdır. İslâm, haksız yere adam öldürmeyi önlemek, toplumun can güvenliğini sağlamak, onları huzurlu ve mutlu yaşatmak için bu suçu işleyenlere dünyada kısas cezasını öngörmüş, âhirette ise katilin Allah’ın gazabı, lâneti ve cehennem azabı ile cezalandırılacağını bildirmiştir (bk. Nisâ 4/93).
Allah Teâlâ insan hayatının önemi ve bu hayata kıyanlara verilecek cezalar hakkındaki âyetlerini peygamberleri vasıtasıyla göndermiş ve insanlara tebliğ etmiş olmasına rağmen birçok insan yine de yeryüzünde fesat çıkarmaya ve kan dökmeye devam etmektedir. Yeryüzünde bu tür katiller ve fesatçılar sürekli olarak bulunduğu için İslâm bunlara karşı sadece vicdanî ve uhrevî ceza ile yetinmemiş, insanların hayat hakkını korumak ve huzurlarını sağlamak için caydırıcı dünyevî müeyyideler getirmiştir.
Bir canı kurtarmak, bir insanın yaşamasına katkıda bulunmak, bu amaca yönelik bütün eylemler yanında, günümüzde –şartlarına uygun olarak– uygulanan kan, ilik, böbrek, kornea gibi organ nakli yapmayı ve organ bağışında bulunmayı da kapsar.
Tefsirlerde bu âyetlerin nüzûl sebebi hakkında farklı rivayetler vardır. Buhârî ve Müslim’in naklettikleri bir hadise göre Ukül ve Ureyne kabilelerinden bir grup insan Medine’ye gelerek müslüman olmuşlar, daha sonra da Hz. Peygamber’e buranın havası kendilerine iyi gelmediği için hastalandıklarını bildirmişlerdi. Resûlullah da onları zekât olarak toplanmış olan beytülmâl develerinin otlatıldığı yere gönderdi; beslenme ve tedavi maksadıyla develerden yararlanmalarını tavsiye etti. Onlar da Hz. Peygamber’in tavsiyelerini uyguladılar. Fakat bir süre sonra sağlıklarına kavuşunca İslâm’dan dönerek çobanı ağır işkencelerle öldürdüler, develeri de sürüp götürdüler. Hz. Peygamber olayı haber alınca arkalarından adam gönderip onları yakalattı ve çobana yaptıklarının kısas yoluyla kendilerine uygulanmasını emretti (Buhârî, “Tefsîr”, 5/5; “Diyât”, 22; Müslim, “Kasâme”, 9). Olay üzerine bu âyetler inmiş, Allah ve resulüne isyan edip onların buyruklarına karşı savaş açan ve yeryüzünde fesat çıkaranların cezalarının âyette açıklandığı şekilde olacağını bildirerek Hz. Peygamber’in verdiği cezayı kaldırmıştır.
Ancak bazı müfessirler, âlemlere rahmet olarak gönderilmiş olan Hz. Peygamber’in –suçları ne olursa olsun– insanları bu şekilde cezalandırmasını sağ duyunun kabul edemeyeceğini, bu rivayetlerin âhâd rivayetler olduğunu ve hangi maksatla ortaya atıldığının bilinmediğini, oysa bu âyetlerin yukarıdan beri devam eden İsrâiloğulları’yla ilgili âyetlerin devamı mahiyetinde olduğunu söylemişlerdir. Yahudiler Hz. Peygamber’le yapmış oldukları antlaşmaları sürekli olarak bozmuşlar ve düşmanla işbirliği yaparak müşrikleri müslümanların aleyhine kışkırtmışlardı. Onların bu hareketleri Allah ve resulüne karşı savaş kabul edilmiş ve âyette geçtiği şekilde cezalandırılmışlardır (Râzî, XI, 214; Ateş, II, 514). Nitekim Medine yahudilerinden Nadîroğulları, hicretin 4. yılında antlaşmaları bozarak Hz. Peygamber’e suikast hazırladıkları için yurtlarından sürülmüş; 5. yılında ise Ahzâb Savaşı’nda düşmanla işbirliği yapan Kurayzaoğulları’nın erkekleri öldürülmüş, kadınları ve çocukları esir edilmiştir (İbn Sa‘d, Tabakåt, II, 57-59, 74-78).
Âyetin bağlam ve üslûbu bu görüşü destekler gözükmektedir. Çünkü bir önceki âyette “Bir cana kıymaya veya yeryüzünde fesat çıkarmaya karşılık olmaksızın kim bir kimseyi öldürürse bütün insanları öldürmüş gibi olur” buyurulmaktadır. Bu âyetlerde de yeryüzünde fesat çıkaranlara dünya ve âhirette verilecek ceza belirtilmekte, tövbe edenlerin ise affedilecekleri bildirilmektedir. Ancak “sebebin hususi olması hükmün umumi olmasını engellemez” kuralından hareketle bu âyetlerin kapsadığı hükümlerin genel olduğunu söylemek mümkündür. Nitekim, İsrâiloğulları’yla ilgili olan bir önceki âyetle haksız yere bir kişinin öldürülmesini bütün insanların öldürülmesi gibi telakki ederek öldürme olayını insanlığa karşı işlenmiş suç sayan Kur’an bu âyetlerde de silâhlı eşkıyalığı ve yol kesiciliği, halkın huzurunu kaçırdığı ve düzeni bozduğu için, devlete (Allah ve resulüne) karşı işlenmiş büyük bir suç olarak görmüş ve caydırıcı cezalar getirmiştir.
Allah ve resulüne savaş açanlar ve yeryüzünde bozgunculuk çıkaranlardan maksat, insanların Allah inancını sarsmaya ve yıkmaya yönelik faaliyetlerde bulunan, Allah ve resulünün koyduğu ilkelere karşı düşmanca tavır alıp meşrû nizama karşı çıkan; hırsızlık, eşkıyalık ve kanunsuzluk yapan, yol kesip insanlara korku salan, halkın emniyet ve asayişini bozup canlarına, mallarına veya namuslarına tecavüz eden şahıslar veya bu fiilleri örgütlenerek yapanlardır. Âyette kullanılan kelimeden hareketle İslâm hukukunda bu suç “hırâbe” olarak adlandırılmıştır (bilgi için bk. Ali Bardakoğlu, “Eşkıya”, DİA, XI, 463-466; a.mlf., “Yol Kesme”, İFAV Ans., IV, 499). Bunlar gayri müslimlerden olabileceği gibi müslümanlardan da olabilir. Fesat çıkarılan yerden maksat ise İslâm devletinin hükümran olduğu yurt veya yönetimiyle antlaşma yaptığı ülkelerdir. İslâm, getirmiş olduğu inanç ve ahlâk sistemine karşı düşmanca tavır almaya müsaade etmediği gibi yeryüzünde fesat çıkararak gerek çevrenin gerekse meşrû devlet düzeninin bozulmasına da izin vermez. Zira o, sadece insanların değil, aynı zamanda çevrenin ve ekolojik dengenin de korunmasını, böylece insanların huzurlu ve mutlu bir hayat yaşayabilmelerini hedefler.
Uygulamada bazı görüş ayrılıkları olmakla birlikte İslâm bilginlerinin çoğunluğuna göre silâhlanıp açıktan devlete baş kaldıran ve eşkıyalık yapan kimseler yalnızca adam öldürmüş iseler idam edilirler. Hem adam öldürmüş hem de soygun yapmış iseler öldürülür ve asılırlar. Sadece soygun yapıp terör havası estirenlerin bir elleriyle bir ayakları çapraz olarak kesilir. Yalnızca terör havası estirmiş, fakat soygun yapmamış olanlar sürgün edilirler. Bir başka yoruma göre ise âyette öngörülen cezalar suçun çeşidine ve niteliğine göre sıralanmış olmayıp içlerinden birinin seçilmesi istenmiştir; devleti yönetenler benimsenen ceza siyasetine göre bu cezalardan uygun gördüğü birini tercih edebilecektir (Elmalılı, III, 1664).
Sürgünü hapis cezası olarak yorumlayanlar da vardır. Onlara göre eşkıyayı yaşadığı belde veya ülkeden uzaklaştırmak şeklinde sürgün etmek çare değildir. Çünkü eşkıya sürgün edildiği yerde de aynı terörü yapıp oradaki insanları da huzursuz edebilir. Yurt dışına, gayri müslim bir ülkeye sürgün edilmesi ise başka problemlere yol açabilir. Bu sebeple böyle terör havası estirip insanları huzursuz eden kimseleri hapsetmek daha uygundur. Bu durumda suçlu serbest hareket edemeyeceği için sanki dünyadan sürgün edilmiş gibi olur (Elmalılı, III, 1665).
Eşkıya yaptıklarına pişman olup da kendiliğinden teslim olduğu takdirde âyetin zâhirine göre yukarıdaki cezaların tamamı düşer. Müfessir ve hukukçu Şevkânî, kanaatini bu şekilde açıkladıktan sonra sahâbenin uygulamasının da böyle olduğunu ifade eder (bk. II, 44). Ancak gerek müfessirlerin çoğunluğu gerekse hukukçular, konuyla ilgili diğer âyetleri de göz önünde bulundurarak bu durumda âmme hukukuyla ilgili cezaların düşeceği fakat kısas ve tazminat gibi ferdî hakların saklı olduğu kanaatindedirler. Hak sahipleri isterlerse ceza talebinde bulunabilirler, isterlerse affederler (Râzî, XII, 218; Elmalılı, III, 1667; Ebüssuûd, III, 32). Eşkıyanın devlet güçleri tarafından yakalandıktan sonra yaptıklarına pişman olup tövbe etmesi yukarıdaki cezaların hiçbirini düşürmez.
Bu âyetleri geleneksel tefsirlerden tamamen farklı olarak “eşkıyanın gücünü yok etmek” şeklinde mecaz anlamına göre yorumlayanlar da vardır. Bu yorumun sahibi olan Muhammed Esed’e göre gramer açısından 33. âyetteki “öldürülme, asılma, kesilme, sürülme” mânalarına gelen fiiller geleneksel tefsirlerde belirtilen hükümlerin çıkarılmasına elvermez. Ayrıca âyet şer‘î bir hüküm olarak alındığı takdirde suçluların yeryüzünden sürülmeleri de problem olarak ortaya çıkmaktadır. Bazı müfessirler–Kur’an’da arz (yeryüzü) kelimesinin sınırlı bir anlamda kullanıldığının örneği olmadığı halde– bunu “İslâm topraklarından çıkarılmaları” şeklinde yorumlarken, bir kısmı da “yer altında bir zindana hapsedilmeleri” şeklinde yorumlayarak bu problemi aşmaya çalışmışlardır. Bunun yanında Kur’an’ın kitlesel asılma ve imhaya işaret eden aynı fiilleri Allah’ın düşmanı Firavun’un ağzından müminlere karşı bir tehdit olarak nakletmesi de yine bu âyetlerden anılan şer‘î hükümleri çıkarmaya engeldir. Bu sebeple geleneksel yorumlar –sahipleri büyük ve saygın şahsiyetler dahi olsalar– mutlaka reddedilmelidir. Âyet okunması gerektiği şekilde okunduğu takdirde burada bir durum tesbitinin yapılmış olduğu yani bunun “Allah’a karşı savaş açanların hak ettikleri cezanın kaçınılmazlığının bir ifadesi” olduğu ortaya çıkar. Esed’in ifadesiyle, âyette geçen bütün ifadeleri tam anlamıyla dikkate alan tek yorum şöyle özetlenebilir: “Onların ahlâkî yükümlülüklere düşmanlıkları, bütün dinî/mânevî değerlerini kaybetmelerine yol açar ve sonuçta düştükleri uyumsuzluk ve sapıklık, aralarında dünyevî kazanç ve güç uğruna hiç bitmeyen bir çatışmayı teşvik eder; birbirlerinden çok sayıda insan öldürürler ve birbirlerine büyük ölçüde işkence eder ve sakat bırakırlar ve sonuçta bütün bir toplum silinip gider veya Kur’an’ın belirttiği gibi, yeryüzünden sürülürler” (I, 195).
Bu yorum tarihî verilere, ilmî usullere ve te’vil kurallarına uygun düşmemektedir. Zira herhangi bir sözün mecazi anlamda yorumlanabilmesi için bazı kurallar vardır. Bunların başında o sözün hakiki anlamda kullanılmasına engel olan bir karîne ile mecazi anlamda kullanıldığını gösteren bir alâka bulunması gerekmektedir. Oysa burada âyetlerin hakiki anlamında değerlendirilmesine hiçbir engel yoktur. Ayrıca haydutların ve teröristlerin idam edilmesi mâsumların kitlesel imhasına kıyas edilemez. Öte yandan arz kelimesinin Kur’an’da sınırlı bir anlamda kullanılmasının örneği de vardır (bk. Nisâ 4/97). Vesile kelimesi sözlükte “pâye, rütbe, derece, muhabbet ve yakınlık” anlamlarına gelir. Bu son anlamından hareketle kişiyi Allah’a yaklaştıran amele vesile denilmiştir. Müfessirler âyette kastolunan vesilenin, Allah’ın emrettiklerinin yerine getirilmesi ve yasakladıklarının terkedilmesi olduğunu belirtmişler, kişiyi Allah’a yaklaştıracak ve O’nun rızâsını kazanmaya yardım edecek her türlü ibadet ve eylemi vesile saymışlardır. Kutsî hadislerde kişiyi Allah’a yaklaştıran en önemli şeyin Allah’ın farz kıldığı ibadetler ile nâfile ibadetler olduğu ifade buyurulmuştur (Müsned, VI, 256; İbn Âşûr, VI, 187; Elmalılı, III, 1670). Ayrıca vesile cennette sadece Hz. Peygamber’e verilecek olan bir makamın adıdır (Buhârî, “Ezân”, 8; Müslim, “Salât”, 11). Vesile ile aynı kökten türemiş olan tevessül ise sözlükte “yaklaşmak, hedeflenen ve arzulanan gayeye ulaşmak için bir şeyi vasıta kılmak” demektir. Dinî bir terim olarak tevessül, “Allah’a yaklaşmak, O’ndan yardım dilemek üzere bir söz veya davranışı aracı kılmak” anlamına gelir. Ancak bu terim zamanla farklı bir anlam kazanmış; melekler, arş, kürsî vb. kutsal sayılan bazı varlıklarla peygamber ve velîlerin Allah katındaki yüksek mertebeleri hürmetine dua etmeyi ve âhirete intikal etmiş sâlih insanlardan yardım istemeyi ifade eder hale gelmiştir. Kavrama yüklenilen bu muhteva âlimler arasında tartışılmış ve aşağıda sıralanan üç tür tevessül ihtilâfsız olarak meşrû kabul edilirken, diğer iki türünün meşrûluğu hususunda farklı görüşler ortaya konmuştur. Meşrû kabul edilen tevessül türleri şunlardır:
Bunlardan özellikle Allah’ın isimleriyle yapılan tevessül Kur’an ve hadiste yer almış, yüce Allah tarafından açıkça emredilmiştir: “En güzel isimler (el-esmâü’l-hüsnâ) Allah’ındır; bu güzel isimlerle O’na dua edin” (A‘râf 7/180). İkinci tevessülün meşruiyeti ise peygamberlerin ümmetlerine, ümmetin de birbirine dua etmelerini tavsiye eden âyetler (Nisâ 4/64; Yûsuf 12/97-98; Muhammed 47/19) dikkate alınarak kabul edilmiştir. Üçüncüsü yani iyi amellerle tevessül de Kur’ân-ı Kerîm’de müminlerin bazı dualarından örnekler verilerek teşvik edildiği için makbul sayılmıştır (bk. Bakara 2/285; Âl-i İmrân 3/16, 53, 191, 193).
Şu iki tür tevessül ise tartışmalıdır:
Bazı âlimler her iki vesile türünün de câiz olduğunu belirtmişlerse de başta İbn Teymiyye olmak üzere diğer bir grup âlim buna karşı çıkmışlardır. Sâlih insanların Allah katındaki mertebeleriyle tevessül hususunda ileri sürülen deliller karşılıklı olarak incelendiğinde bu tür vesilede de herhangi bir sakınca bulunmadığı söylenebilir. Nitekim tevessül konusunda İbn Teymiyye’nin kanaatlerini paylaştığı görülen Şevkânî de bu tür vesilenin câiz olduğunu söylemiştir (II, 45-46).
İkinci tevessüle gelince bunun meşruiyetini savunanlar, “Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanma!” (Âl-i İmrân 3/169) meâlindeki âyetle ölülerin işitme melekelerinin yok olmadığını bildiren bazı hadisleri de (Müsned, II, 445) dayanak göstererek, peygamberler ve velîlerin âhirete intikal etmelerinin, dünyadaki insanların kendilerinden yardım beklentilerini işitmelerine engel olmayacağını ileri sürmüşlerdir. Buna göre onlardan hayatlarında yardım istemekle vefatlarından sonra yardım istemek arasında bir fark yoktur.
İbn Teymiyye ve onun görüşünü paylaşanlar ise onların artık başka bir âleme intikal ettiklerini, bu dünya ile bağlantılarının kalmadığını, kendilerinden yardım almak için ruhlarıyla tevessül edilemeyeceğini savunmuşlardır.
Yukarıda belirtildiği üzere, “Hz. Peygamber hayatta iken bir kimsenin bağışlanması ve arzusunun yerine getirilmesi için onun duasını talep etmek” mânasında bir tevessülün meşruiyeti ve böyle bir şefaatin varlığında görüş ayrılığı yoktur. Kıyamet gününde Hz. Peygamber’den insanlara şefaat etmesinin isteneceği, onun da insanların bağışlanması için Allah’a dua ve niyazda bulunacağı inancı Ehl-i sünnet inançları kapsamında yer almıştır (Buhârî, “Tefsîr”, 17/5; Müsned, III, 500). Ancak Hz. Peygamber’in vefatından sonraki dönemlerde bir kimsenin (dünyada iken) “Ya rabbi! Peygamberin hakkı için, onun yüzü suyu hürmetine...” gibi ifadelerle dua ederek tevessülde bulunmasının meşrûluğu tartışmalıdır.
Kabir ve türbe ziyaretleri, dünyanın geçiciliği, uhrevî sorumluluk gibi konularda kabristandan ibret ve ders almak, kabirde yatana dua etmek gibi dinî ve mânevî gayelerle yapılırsa meşrû sayılmış; ancak tevessül maksadıyla, yani kabirlerde yatanların ruhlarından medet umup yardım istemek için yapılırsa fıkıhçıların çoğunluğuna göre mekruh, İbn Teymiyye ve sonraki Hanbelîler’e göre ise haramdır.
Sonuç olarak böyle bir tevessül şirk kabul edilmese dahi Allah’tan başka varlıklara dua etmeye ve onları tanrı yerine koymaya ortam hazırladığı için sakıncalı görülmektedir. Bu sebeple müslümanların bu konuda duyarlı davranmaları gerekir (bk. Ali Ataç, “Tevessül”, İFAV Ans., IV, 356).
Yüce Allah konumuz olan âyette müminlere hitap ederek yalnız iman etmekle yetinmemelerini, Allah’ın buyruklarını yerine getirmelerini, kötü huylardan ve yanlış davranışlardan sakınmalarını, Allah’a yaklaşmak için vesile aramalarını, yani farz, nâfile ve benzeri ibadetlerle O’nun sevgi ve rızâsını kazanmaya çalışmalarını emretmekte; müminlerin bunu gerçekleştirerek kurtuluşa erebilmeleri için gerek nefislerine gerekse dış engellere karşı mücadele etmelerini istemektedir.
“Çaba harcayın” diye çevirdiğimiz câhidû fiilinin masdarı olan cihad kelimesi İslâmî terminolojide, düşmana karşı uygun vasıtalarla savaş yanında –burada olduğu gibi– insanın Allah yolunda göstermiş olduğu her türlü hayırlı gayretleri, kararlı davranışları da ifade eden bir kavram olarak kullanılır. Âyetin ifadesine göre iman, Allah korkusuyla ve kişiyi Allah’a yaklaştıracak vesileyi araştırmakla, vesile talebi de belirtilen anlamdaki cihadla tamamlanmaktadır. Kısaca kişiyi Allah’a yaklaştıran yollardaki engelleri ortadan kaldıracak en etkili unsur cihaddır. Bu sebeple âyet-i kerîme, insanları Allah yolundan alıkoyan, Allah’tan başkasına kulluk etmeye zorlayan her türlü iç ve dış engele (kişi, grup ve güç) karşı mücadele edilmesini emretmektedir.
İnkâr edip de kâfir olarak ölenlerin dünyadaki bütün servetlerinin bir misli daha fazla servetleri bulunsa ve âhiret azabından kurtulmak için bu serveti fidye olarak verecek olsalar dahi bu istekleri kabul edilmeyecektir. Yani böyle kimseler dünyada iken bu kadar serveti harcayarak hayır yapmış olsalar ve âhirette bu hayrın sevabını karşılık göstererek kendilerini azaptan kurtarmak isteseler bile bunun yararı olmayacaktır, çünkü inkârları onların sevaplarını iptal etmiştir (ayrıca bk. Âl-i İmrân 3/91). Kâfirlerin cehennemde ebedî olarak kalacakları, oradan çıkmak isteseler de çıkamayacakları ifade edildiği gibi, reenkarnasyonun, yani insanın, öldükten sonra başka beden veya bedenlerde tekrar doğarak mânevî tekâmülünü tamamlayana kadar yeniden yaşamasının mümkün olamayacağına da işaret edilmektedir. Nitekim bu mânayı destekleyen başka âyetler de vardır (bk. Bakara 2/28; Hac 22/22; Nisâ 4/169; Ahzâb 33/65; Cin 72/23). Önceki âyetlerde (33-34) yol kesme ve yağmalamayı da kapsayan hırâbe suçunun cezası açıklanmıştı. Onun bir devamı olarak burada da hırsızlık suçuna verilecek ceza açıklanmaktadır. İslâm, meşrû kazançtan doğan malın korunmasını dinin temel hedeflerinden saymış ve telef olmaması için her türlü tedbiri almıştır. Bu cümleden olmak üzere kişinin haksız olarak başkasının malına el uzatmasını da kendi malını saçıp savurmasını ve israf etmesini de haram kılmıştır. Şu halde hırsıza verilen ceza sadece hukuk düzenini korumayı değil, aynı zamanda ilâhî emirlerin yani din ve ahlâk kurallarının yaşatılmasını da amaçlar.
Hırsızlık, “başkasına ait bir malın, muhafaza edildiği yerden sahibinin rızâsı olmaksızın ve sahiplenmek kastıyla gizlice alınması” demektir. Bu fiili işleyen kimseye de hırsız denir. İslâm hukukçuları arasında hırsızlık suçunun unsurları ve cezalandırılma şartlarına ilişkin ayrıntılarda görüş ayrılıkları bulunmakla beraber, genel kabule göre hırsıza el kesme cezasının (had) verilebilmesi aşağıdaki şartların varlığına bağlıdır:
ı) Açlık, zaruret ve zorlama gibi hırsızlık suçunu işlemeyi kısmen veya tamamen mâzur gösterecek bir mazeretin bulunmaması.
Hırsız bu suçu ilk defa işlemişse fakihlerin çoğunluğuna göre sağ eli bileğinden kesilir. Suçun tekrarı halinde verilecek ceza konusunda hukukçular farklı görüşlere sahiptirler: Hz. Ali, Hz. Ömer ve Ebû Hanîfe’ye göre suçu ikinci defa işleyen hırsızı te’dip için hapis ve sopa cezası uygulanır fakat eli veya ayağı kesilmez. Çoğunluğa göre ise ikincisinde sol ayağı kesilir (İbn Âşûr, VI, 192). Âyet-i kerîmenin zâhirinden anlaşılan şudur: Hırsız yaptığına pişman olur, tövbe eder ve tövbesinde samimi olduğu anlaşılırsa eli kesilmez. Ancak bunun tesbit edilebilmesi için hırsızın bir süre hapsedilmesi ve göz altında bulundurulması gerekir. Fakat bu konu İslâm hukukçuları arasında ihtilâflıdır. Hanefîler hırsızın çaldığı malı yakalanmadan önce iade edip tövbe etmesinin haddi düşürdüğü görüşündedirler. Hanbelî, Zâhirî ve bazı Şâfiîler’e göre de hırsızın yakalanıp mahkemeye sevkedilmeden önce tövbe etmesi belli şartlarda cezayı düşürür. Bazı hukukçulara göre ise hırsız dava hâkime götürülmeden önce bile tövbe etse had cezası düşmez. Çünkü had suçun cezasıdır; tövbe ise yasak işi yapmanın günahından Allah’a sığınmadır. Tövbe suçun cezasını kaldırmaz (İbn Âşûr, VI, 193; Ateş, II, 524).
İslâm hukukçularının çoğunluğuna göre hırsızın yakalanıp hâkim huzuruna çıkarıldıktan sonra tövbe etmesi –samimi olup olmadığı bilinmediği için– had cezasının uygulanmasını önlemez. Nitekim Hz. Peygamber Mahzûm kabilesinden hırsızlık eden bir kadının elinin kesilmesine hükmetmiştir. Halbuki o da yaptığına pişman olmuştu (Buhârî, “Enbiyâ”, 54, “Hudûd”, 11; Müslim, “Hudûd”, 9; hırsızlık suçu ve cezası hakkında bilgi için bk. Ali Bardakoğlu, “Hırsızlık”, DİA, XVII, 384-396).
İslâm’ın temel amacı insanları cezalandırmak değil, aksine onları huzur içerisinde ve mutlu bir şekilde yaşatmaktır. Bu sebeple İslâm suç işlemeyi önlemek için caydırıcı cezaî müeyyidelerin yanında dinî, ahlâkî, sosyal ve iktisadî tedbirleri de almıştır. Bu cümleden olarak Kur’an’da fakirlere, yoksullara, darda kalanlara, ihtiyaç içinde kıvrananlara devlet bütçesinden hisse ayırılması istenmiş (bilgi için bk. Tevbe 9/60), “(Zenginlerin) mallarında muhtaç ve yoksullar için bir hak vardır” (Zâriyât 51/19) buyurularak zenginlerin fakirlere yardım etmeleri emredilmiştir.
Öte yandan, haram olan şeylerden zaruret hallerinde yenilip içilebileceğine dair ruhsat verilmiştir (bk. Bakara 2/173). İslâm’ın, bu ve benzeri sosyal yardımlaşma konularındaki emirleri uygulandığı takdirde insanları hırsızlığa sevkeden sebepler büyük ölçüde ortadan kalkar. Öte yandan, bu konuda göz ardı edilmemesi gereken bir husus aslî hüküm ve müeyyide ayırımıdır. Müeyyideler (yaptırımlar) hukuk sisteminin gayeleri değil, amaçlanan hükümlerin korunup desteklenmesini sağlayan düzenlemelerdir. Eşya hukuku alanında Kur’an’ın temel buyruklarından biri, mülkiyet hakkına saygı gösterilmesi ve sahibinin rızâsı olmadan bir malın ister zorla ister gizli yollarla alınmamasıdır. Bu buyrukla hedeflenen amacın gerçekleştirilmesi için kuşkusuz değişik yaptırımlar düşünülebilir. Nitekim insanlık tarihi bu konuda hangi yaptırımın daha başarılı olacağıyla ilgili tecrübelerle doludur. Fakat bu alanda geliştirilen yöntemlerin tatmin edici bir başarı düzeyine ulaşabildiğini söylemek kolay değildir. Bütün bunlar, Kur’an’ın bir taraftan insanlık onurunun ayaklar altına alınmasına ve toplumun huzur ve güvenliğinin altüst olmasına yol açan hırsızlık eylemine fırsat vermeyecek düzenlemeler yapılması üzerinde önemle durmasını, diğer taraftan da –bütün önlem ve çabalara rağmen– böyle çirkin bir fiilde ısrar edenlere karşı sert ve kararlı bir tavır takınmayı telkin etmesini daha anlaşılır kılmaktadır. Bir başka anlatımla, burada mal aleyhine işlenen cürümler arasında hırsızlığın yeri belirlenirken, bu fiilin iman ve ahlâk açısından müslüman kimliğiyle bağdaşamayacak bir nitelik taşıdığının vurgulandığına dikkat edilmelidir. Nitekim Hz. Peygamber’in bazı hadislerinde de bu nokta üzerinde durulmuştur (Müslim, “Hudûd”, 9). Yalnız başına okunduğunda sadece ağır bir ceza hükmü içerdiği düşünülebilecek olan bu âyetin, Kur’an’ın ilkeleri ve Hz. Peygamber’in uygulamaları ışığında incelendiğinde, burada öncelikle, İslâm’ın dinî ve ahlâkî buyruklarını içine sindirmiş bir toplumda hırsızlık olarak nitelenebilecek bir eylemin yargıya intikal edebilecek düzeye gelmesinin çok düşündürücü olduğuna dikkat çekildiğini söylemek mümkündür. Nitekim Resûlullah’ın mektebinde yetişmiş bir devlet adamı olan Hz. Ömer hırsızlık vak‘alarında cezalandırma alternatifinden önce sanığın niçin çaldığı sorusu üzerinde durmuş ve ceza hukukunun temel ilkelerinden olan “kusur” şartının gerçekleşmediği kanaatine vardığı durumlarda ceza uygulanmamasına karar vermiştir.
Bu soru önceki âyeti açıklayıcı mahiyettedir. Orada yüce Allah, tövbe edip halini düzeltenlerin tövbelerini kabul buyuracağını ve günahlarını bağışlayacağını bildirmişti. Burada da sebebini açıklayarak bütün mülkün kendisine ait olduğunu, mülkünde dilediğini yapıp dilediği şekilde hükmetme yetkisine sahip bulunduğunu ve her şeye kadir olduğunu, bu sebeple dilediğini cezalandıracağını, dilediğini de bağışlayacağını ifade buyurmuştur. Rivayete göre Medine’de yahudilerden evli bir erkekle evli bir kadın zina etmişlerdi. Tevrat’ın konuyla ilgili recm hükmünü uygulamayıp değiştirmiş olan yahudilerden bazıları, Hz. Peygamber’in daha hafif bir ceza vereceğini umarak olayı ona götürdüler. O da hemen hüküm vermedi, suçun Tevrat’taki cezasının ne olduğunu sordu. Yahudiler “Sopa vurulur ve yüzleri ziftlenerek sırt sırta eşeğe bindirilip mahallede dolaştırılarak teşhir edilir” diye cevap verdiler. Hz. Peygamber sıkı bir sorgulama sonunda Tevrat’ta bu suçun cezasının recm olduğunu onlara itiraf ettirerek oyunlarını bozdu (Ebû Dâvûd, “Hudûd”, 26).
Tefsirlerde ve hadis mecmualarında olay değişik rivayetleriyle anlatılarak 41-44. âyetlerin bu olay üzerine indiği belirtilmiştir. Ancak âyetlerin bağlamı adam öldürme, dünyada fesat çıkarıp halkın huzurunu kaçırma ve benzeri olaylarla ilgilidir. Bu sebeple aşağıdaki olay âyetlerin iniş sebebi olarak daha uygun görünmektedir: Rivayete göre İslâm’dan önce Medine’de yaşayan yahudilerden Nadîroğulları ile Kurayzaoğulları arasında çıkan savaşta Nadîroğulları Kurayzaoğulları’nı yenmişti. Yapılan barış antlaşmasında taraflar arasında çıkan öldürme olaylarında galip taraftan öldürülenin diyetinin mağlûp taraftan öldürüleninkinin iki katı olması kararlaştırıldı. Bu şekildeki uygulama Hz. Peygamber Medine’ye gelinceye kadar devam etti. Hz. Peygamber’in hicretiyle Medine’de hâkimiyet müslümanların eline geçtikten sonra yenik taraftan biri galip taraftan birini öldürdü. Galip taraf, daha önce yapılmış antlaşma şartlarına göre diyet istedi. Yenik taraf, Hz. Muhammed’in, haklıya destek olacağını bildiği için buna itiraz etti ve şöyle dedi: “Dinleri, soyları, kentleri bir olan iki kabileden birinin diyeti, ötekinin diyetinin iki misli olur mu? Biz bunu sizin zulmünüzden korktuğumuz için kabul etmiştik. Ama şimdi Muhammed geldi, artık böyle diyet vermeyiz.” Bunun üzerine iki kabile arasında yeniden savaş çıkmak üzere iken Hz. Muhammed’i hakem yapmaya karar verdiler. Galip taraf, kendi aralarında Hz. Muhammed’in bekledikleri gibi hüküm vereceğinden şüphe duydular ve onun fikrini öğrenmek üzere münafıklardan bazı kimseleri gönderdiler. Münafıklar Hz. Peygamber’in yanına geldiklerinde yüce Allah, Mâide sûresinin 41-47. âyetlerini indirerek yahudilerin düşüncelerini elçisine şöyle bildirdi: “Ey Peygamber! Kalpleri inanmadığı halde ağızlarıyla ‘iman ettik’ diyenlerden ve yahudilerden küfürde yarışanlar seni üzmesin...” (Müsned, I, 246; Taberî, VI, 231 vd.; İbn Kesîr, III, 109).
“Küfürde yarışanlar”, yahudiler ve gerçekte inanmadıkları halde ağızlarıyla iman ettiklerini söyleyen münafıklardır. Âyetin işaretinden ve rivayetlerden anlaşıldığına göre yahudilerden bir grup Hz. Peygamber’e götürmek istedikleri bir dava hakkında münafıklarla istişare etmişler, Hz. Peygamber onların isteklerine uygun bir şekilde hüküm verirse kabul edilmesini, aksine hüküm verdiği takdirde reddedilmesini kararlaştırmışlardı (Müsned, I, 246). Yahudiler ve münafıklar öteden beri Hz. Peygamber’in aleyhinde bağnazca tavırlar sergiliyor, haince tuzaklar kuruyor, bilerek gerçekleri saptırıyor; yalan, hile, aldatma ve benzeri yollarla onu başarısızlığa uğratmak için ellerinden geleni yapıyorlardı. Bütün bunlar Hz. Peygamber’i üzüyordu. Bu sebeple Allah, inkârda yarışan yahudi ve münafıkların ona karşı göstermiş oldukları menfi tutum ve davranışlarından dolayı üzülmemesini tavsiye ederek peygamberini teselli etti.
Bu tür münafıkların daima bulunabileceğine işaret etmek ve gerçek müminlerin bunlara karşı uyanık olmalarını sağlamak maksadıyla Allah bunların şahıslarını değil vasıflarını ve özelliklerini tanıtmaktadır: Bunlar hevâ ve heveslerinin tutsağıdırlar. İlgileri hakka değil bâtıla yöneliktir. Doğru sözden hoşlanmayan, onu dinlemekten sıkılan, fakat yalanlara, iftira ve tezvirlere, propagandalara kulak veren, bu tür fenalıklardan hoşlanan kötü karakterli kimselerdir. Bunlar aynı zamanda, Hz. Peygamber’in yanına gelmeyip gizli planlar yapan bazı yahudi bilginleri ve İslâm düşmanları lehine casusluk eden kimselerdir.
Küfrün rehberi olan yahudi bilginler, Tevrat’ın kelimelerinin yerlerini değiştirerek kendi arzu ve hevesleri doğrultusunda anlam veriyorlar, Hz. Peygamber’in vereceği hüküm kendi isteklerine uyarsa kabul edilmesini, aksi takdirde reddedilmesini halka tavsiye ediyorlardı. Münafıklarla bir kısım yahudiler de bunların yalanlarını dinliyor ve bunların lehine casusluk edip gizli bilgiler edinmek için Hz. Peygamber’in müslümanlarla yaptığı toplantılara katılıyorlardı. Kendilerine karşı şefkatle muamele eden Hz. Peygamber, bir yandan da bu durumu biliyor, onlar adına üzülüyordu. Bu sebeple Allah buyurdu ki: “Allah bir kimseyi fitneye düşürmek isterse elbette Allah’ın iradesine karşı senin elinden hiçbir şey gelmez.” Yani küfürde ısrar etmeleri sebebiyle Allah onları küfür ve dalâlet içerisinde bırakmayı murat etmiştir; artık sen onları kurtarmak için ne kadar gayret gösterirsen göster fayda vermez. Onlar kendilerini arındırmak istemedikleri için Allah da imanı nasip edip kalplerini arındırmak istememiştir. Eğer onlar kendilerini arındırmak isteseler ve bu yolda gayret gösterselerdi Allah onları bu nimetten mahrum etmezdi. Fakat onlar küfrü tercih ettiler, Allah da dünyada onları zillete düşürdü, âhirette de büyük bir cezaya çarptırılacaklarını bildirdi.
“Haram” diye tercüme edilen suht kelimesi sözlükte “bir şeyin kökünü kazımak” anlamına gelen sahttan türemiş olup her türlü haram malı ifade eder. Haram malın bereketi olmadığı ve evi barkı yıktığı için ona suht adı verilmiştir. Bununla birlikte suht kelimesi çoğunlukla rüşvet, fahişelik ücreti, şarap parası, murdar hayvan etinin satışından alınan para, kâhine verilen ücret, günah işlemek için verilen ücret gibi alanı ve vereni küçük düşüren bayağı maddî menfaatleri ifade etmek için kullanılır.
Yahudi ve münafıkların yalan dinlemeye çok meraklı oldukları burada tekrar edildikten sonra haram yemeye de alışık oldukları vurgulanmakta, özellikle kendilerinden rüşvet aldıkları kişiler lehine yalancı şahitliği kabul edip haksız karar veren yahudi hâkim ve hakemlere işaret edilmektedir.
Ehl-i kitap, Hz. Peygamber’i hâkim ve hakem olarak seçip seçmemekte serbest oldukları gibi, Hz. Peygamber de bunu kabul edip etmemekte serbest bırakılmıştır. Nitekim âyetin “Sana gelirlerse aralarında hüküm ver veya onlardan yüz çevir” meâlindeki bölümü bunu ifade eder. “Aralarında Allah’ın indirdiği ile hükmet, onların arzularına uyma” meâlindeki 49. âyetin bu âyeti neshettiği ileri sürülmüşse de neshe gitmeden âyetlerin uzlaştırılması mümkündür ve muhayyerlik devam etmektedir. Zira Hz. Peygamber Ehl-i kitap arasında hüküm vermeyi tercih ederse şu yollardan biri ile de Allah’ın indirdiğine göre hüküm vermiş olur: a) Kur’an’la, b) Tevrat’ta bulunan ve neshedilmemiş olan âyetlerle, c) evrensel adalet ilkeleriyle, d) yahudilerin inancına göre Allah’ın indirmiş olduğu Tevrat’la.
Bir müslümanla zimmî olan bir kimse, aralarındaki davayı müslüman hâkime götürürlerse hâkimin davaya bakmak mecburiyetinde olduğuna dair icmâ vardır (Şevkânî, II, 50). Ehl-i kitabın kendi aralarındaki davalar hakkında ise fakihler arasında görüş ayrılığı bulunmaktadır. Bazıları müslüman hâkimin gayri müslimlerin davasına bakıp bakmamakta serbest olduğunu, bazıları da müslüman hâkimin bu davalara bakmak mecburiyetinde olduğunu savunmuşlardır (bk. Elmalılı, III, 1688). Şâfiî’ye göre müslümanların hâkimiyetleri altında yaşayan Ehl-i kitap, davalarını müslüman hâkime getirirlerse bu davaya bakmak müslüman hâkimin üzerine farzdır. Ancak müslümanlarla antlaşmalı olan Ehl-i kitabın davalarına bakmakta müslüman hâkim serbesttir (Râzî, XI, 235; geniş bilgi için bk. İbn Âşûr, VI, 202-206).
İslâm, din ve vicdan özgürlüğüne önem verdiği için hiç kimseyi hak dini kabul etmeye zorlamadığı gibi gayri müslim tebaayı da İslâm hükümlerini uygulamaya mecbur etmemiştir. Onların kendilerine ait özel mahkemeler kurarak davalarını kendi dinlerinin hükümlerine göre çözmelerine müsaade etmiştir. Yahudilerin dava hakkında hüküm vermesi için Hz. Peygamber’e başvurmalarının adaletin tecellisi amacıyla değil, sırf kendi arzularına göre bir hüküm bulmak için olduğu anlaşılmaktadır. Âyet onların samimiyetsizliğini bütün çıplaklığıyla ortaya koymuştur. Zira onların davalarını, içinde Allah’ın hükmü bulunan Tevrat’ı bırakıp peygamber olduğuna inanmadıkları Hz. Muhammed’e getirmeleri kitaba olan imanlarının ne derece asılsız olduğunu, sonra Hz. Peygamber’in verdiği hükme razı olmayıp ondan da yüz çevirmeleri kendi isteklerinden başka hiçbir şeye samimi olarak inanmadıklarını göstermektedir. “Rablerine teslim olmuş zâhidler” diye tercüme edilen rabbâniyyûn kelimesi, rabbânînin çoğulu olup “dinî ilimlerle, özellikle Tevrat’la meşgul olan ve halka doğru inanç öğreten yahudi din âlimleri” demektir (bilgi için bk. Âl-i İmrân 3/79, 146). “Bilginler” diye tercüme ettiğimiz ahbâr ise yahudi din bilgini anlamına gelen hibr veya habr kelimesinin çoğulu olup Arapça’da “yazılı veya şifahî güzel eserler veren, güzel üslûp sahibi bilginler” anlamında kullanılmaktadır. İbrânîce’si ise haber (çoğulu haberîm) olup “arkadaş, meslektaş” anlamına gelmektedir. Aynı zamanda Ferîsî mezhebi mensuplarını ifade eden bu kelime Talmud döneminde Beytülmidrâs denilen yerlerde yahudi şeriatını ve dinî ilimleri öğreten, dinin hükümlerini bilen ve yahudi halkı arasında ortaya çıkan meseleleri halleden kişileri ifade ediyordu. Ahbâr, Kur’ân-ı Kerîm’de iki defa rabbâniyyûn kelimesiyle (Mâide 5/44, 63), iki defa da ruhbân kelimesiyle (Tevbe 9/31, 34) birlikte olmak üzere dört defa geçmekte ve yahudi bilgin ve fakihlerini ifade etmektedir (bilgi için bk. Ömer Faruk Harman, “Ahbâr”, İFAV Ans., I, 55).
Kur’an’ın açıklamalarından, Tevrat’ın Allah tarafından insanlar için gönderilmiş bir ışık ve bir kılavuz olduğu, Hz. Mûsâ’dan itibaren Hz. Peygamber’in zamanına kadar gelmiş geçmiş peygamberlerin yahudilerin davaları hakkında onunla hüküm verdiği ve onun şeriatıyla amel ettiği anlaşılmaktadır. Ayrıca Kur’an’da İslâm kelimesinin bütün ilâhî dinleri kapsadığı ve peygamberlerin hepsinin müslüman olduğu bildirilmiş (krş. Bakara 2/136; Âl-i İmrân 3/19; Yûsuf 12/101); peygamberlerden hangisi olursa olsun yahudiler hakkında hüküm verecekse –onlar yahudi olarak kaldıkları müddetçe– kendi dinleri ve şeriatlarıyla hükmedeceği ifade edilmiştir. Bununla birlikte “Kendilerini Allah’a vermiş olan peygamberlerden maksat sadece Hz. Muhammed’dir, onu yüceltmek için çoğul kalıbı kullanılmıştır” diyenler de vardır (İbn Âşûr, VI, 208). Bu yoruma göre yahudiler hakkında Tevrat’la hüküm verecek olan, Hz. Muhammed’dir.
Tevrat’la hükmedenler sadece peygamberler değildir; onların vârisleri olan takvâ sahibi rabbânîler ve ahbâr (din bilginleri, fakihler) dahi onunla hükmederler. Çünkü bu peygamberler ve din âlimleri Allah’ın kitabını değiştirilmek ve tahrif edilmekten korumakla görevlendirilmiş ve buna şahit yani gözetleyici olmuşlardır. Allah’ın kitabını korumak ise onun bozulmasını, değiştirilmesini, yanlış anlaşılmasını, kuralsız te’vil edilmesini önlemekle, metnini yazmak, ezberlemek, anlamını ve hükmünü öğrenmek, gereği ile amel etmek ve onu başkalarına öğretmekle olur. Bunu yapmak bazı sıkıntılarla karşı karşıya kalmayı gerektirdiği için Allah “İnsanlardan korkmayın, benden korkun” buyurarak kendi emirlerini uygulamaya kullarını teşvik etmiş, menfaat karşılığında Allah’ın âyetlerinin tahrif edilmemesini istemiş; bunu dikkate almayan ve O’nun âyetleriyle hükmetmeyenlerin kâfir olduklarını, dolayısıyla bunlar için elem verici bir azabın hazırlanmış olduğunu haber vermiştir.
Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyerek ilâhî emir ve yasakları çiğneyenlerin durumu bu bağlamda üç açıdan değerlendirilmiş olup işledikleri kusur ve günahın cinsine göre nitelendirilmişlerdir:
Birincisi (44. âyet), Allah’ın indirdiğini inkâr ettikleri veya hafife aldıkları için onunla hükmetmeyenler olup bunlar kâfirlerdir.
İkincisi (45. âyet), Allah’ın indirdiğine inandığı halde onunla hükmetmeyenlerdir. Allah’ın hükmü adaleti, onun zıddı zulmü temsil ettiğinden onunla hükmetmeyenler zalimlerdir.
Üçüncüsü (47. âyet), Allah’ın indirdiği ile hükmetmemek, O’nun emrinden çıkmak mânasına geldiği için onunla hükmetmeyenler fâsıklardır.
Bazı müfessirler bu âyetleri şöyle yorumlamışlardır: “Eğer bir kişi ilâhî hükmü yanlış, kendisinin veya başkasının hükmünü doğru kabul ederek, buna göre hüküm verirse bu kişi kâfir, zalim ve fâsıktır. Eğer bir kişi ilâhî hükmün doğruluğunu kabul eder ve buna aykırı bir hüküm verirse İslâm’ın dışına çıkmış olmazsa da imanına zulüm ve fıskı karıştırmış olur. Eğer bir kişi hayatın her alanında Allah’ın hükmünü inkâr ve reddederse her bakımdan kâfir, zalim ve fâsık sayılacaktır. İlâhî hükmü bazı noktalarda kabul eder, bazılarında reddederse iman ve İslâm’ını küfür, zulüm ve fıskla karıştırmış olur” (Elmalılı, III, 1696; Mevdûdî, I, 429). 44 ve 45. âyetler yahudiler, 47. âyet ise hıristiyanlar hakkında inmiş olmakla birlikte bu hükümler bütün insanlar için geçerli genel kurallar niteliğindedir. Bu âyet Medine’de yaşayan yahudi kabileleri arasında uygulanan kısas ve diyet adaletsizliği ile ilgili olarak inmiş olup Allah’ın İsrâiloğulları’na–sosyal statü ve cinsiyetleri ne olursa olsun– insanlar arasında meydana gelen cinayetlerde herhangi bir ayırım gözetmeksizin kısası farz kılmış olduğunu ifade eder. Âyet, Tevrat’ta yahudilere uygulanan kısası nakleder mahiyette olmakla birlikte (bk. Levililer, 24/17-21; Sayılar, 35/16-21) Kur’ân-ı Kerîm’de genel anlamda zikredildiğinden ve yürürlükten kaldırıldığına dair herhangi bir nas bulunmadığından müslümanlar için de geçerlidir. Esasen, Hz. Muhammed’den önceki ilâhî dinlerin hükümleri İslâm âlimleri tarafından “şer‘u men kablenâ” başlığı altında geniş bir incelemeye tâbi tutulmuş ve bunlardan bir kısmının müslümanlar bakımından bağlayıcı olup olmadığı tartışılmıştır. Bu konudaki görüşleri şöyle özetlemek mümkündür: Önceki peygamberler vasıtasıyla bildirilen hükümler Hz. Muhammed’in ümmetine nisbetle iki kısma ayrılır: 1. Kur’ân-ı Kerîm’de veya Hz. Peygamber’in sünnetinde yer almayanlar. Bunların müslümanlar için bağlayıcı olmadığı hususunda bütün bilginler fikir birliği içindedir. 2. Kur’ân-ı Kerîm’de veya Hz. Peygamber’in sünnetinde zikri geçen hükümler. Bunları üçe ayırmak gerekir: a) Müslümanlar açısından yürürlükten kaldırılmış olduğuna dair delil bulunan hükümler. Bunların müslümanlar için geçerli olmadığı hususunda bilginler fikir birliği etmişlerdir. Meselâ En‘âm sûresinin 145-146. âyetlerinde söz konusu edilen tırnaklı hayvanların yahudilere haram kılınmasına dair hüküm böyledir. b) Müslümanlar hakkında da geçerli olduğuna dair delil bulunan hükümler. Bunlar müslümanlar için de bağlayıcıdır. Bakara sûresinin 183. âyetinde anılan oruç hükmü bu türe örnek teşkil eder. c) Kur’ân-ı Kerîm’de veya Hz. Peygamber’in ifedelerinde kabul veya red işareti olmaksızın zikri geçen ve müslümanlar bakımından yürürlükten kaldırıldığına dair bir delil bulunmayan hükümler. Bunların müslümanlar bakımından bağlayıcı olup olmadığı İslâm âlimlerince tartışılmıştır; fakat çoğunluk bağlayıcı olduğu kanaatindedir. Açıklamakta olduğumuz âyet de bu son çeşit kapsamındadır (bu konuda bilgi için bk. Zekiyyüddin Şa‘bân, s. 208-212). Yaşama hakkına kasten tecavüz edilip haksız yere öldürülen insanın canının bedeli, katilin canıdır, yani kısas yapılarak katilin de öldürülmesidir. Bir can yerine birden fazla can almak veya noksan vermek haksızlıktır. Ancak hak sahibi (maktulün velisi) noksanı kabul ederse bu câiz olur. Âyette sayılan organlar da böyledir: Göz gözün, kulak kulağın, burun burnun, diş dişin dengidir; yaralamalar da dengi ile kısas yapılır. Âyette zikredilmeyen fakat dengiyle kısas yapılabilen diğer organlar da böyledir. Telef edilen bir hak ancak misliyle ödenir. Kısas, “kasten ve haksız yere birini öldüren kimsenin ceza olarak öldürülmesi” veya “birini yaralayan kimsenin misilleme yoluyla yaralanarak cezalandırılması” anlamına geldiği için dengi bulunmayan veya dengini koruyamama ihtimali bulunan yaralamalarda kısas yapılmaz. Bu tür suçları işleyenler tazminat öderler; ayrıca gerekirse ta‘zir yoluyla cezalandırılırlar. İslâm, kısası insanları öldürmek veya organlarını telef etmek maksadıyla değil, insan hayatını korumak maksadıyla meşrû kılmıştır. Bu sebeple kim kısas hakkından vazgeçip câniyi bağışlarsa onun bu asil davranışının günahlarının affedilmesine vesile olacağı haber verilmiştir. Çünkü bu davranış bir insana hayat kazandırmaktadır. Yüce Allah bir insana hayat kazandırana bütün insanlara hayat kazandırmış gibi sevap vereceğini vaad etmiştir (bk. Mâide 5/32). Meâlinde “Kim kısası bağışlarsa bu kendisi için bir kefâret olur” diye tercüme edilen cümle iki şekilde yorumlanabilir: Birincisine göre öldürülenin velisinin veya yaralının öldüreni veya yaralayanı affetmesi kendi günahları için kefâret olur. Genellikle müfessirler âyeti bu anlamda yorumlamışlardır. Nitekim Bakara sûresinin 178. âyeti ile Hz. Peygamber’in hadisi de bu anlamı destekler mahiyettedir: “Kim bedeninden bir şeyi tasadduk ederse (kendisini yaralayanı bağışlarsa) bağışladığı şeyin mânevî değeri kadar günahı affedilir” (Müsned, V, 316, 330). İkincisine göre yaralanan kimse veya öldürülenin velisi yaralayanı veya öldüreni affederse bu, suçlu için kefâret olur. Allah o kimseyi cezalandırmaz, affedenin sevabını da verir. Sonuç olarak denilebilir ki, Tevrat’a göre adam öldürmenin ve yaralamanın cezası kısastır (bk. Levililer, 24/17-21; Sayılar, 35/16-21). Matta İncili’ne göre kısasın yanında bağışlama seçeneği de getirilmiştir (5/38-39). İslâm’da ise kısas istemek maktûlün yakınlarıyla yaralanan mağdurun hakkıdır. Ancak bunların kısası bağışlama ve diyete çevirme hakları da vardır. Bunların dışındaki herhangi bir kişi ve kurumun bunların rızâsı hilâfına suçluyu affetme yetkisi yoktur. Yüce Allah gerek kısası emretmek gerekse câninin affına izin vermekle insan hayatının korunmasını ve dokunulmazlığını esas almıştır (kısas hakkında bilgi için bk. Bakara 2/178-179).
Her peygamber kendisinden önce gelmiş olan peygamberleri ve kitaplarını tasdik ettiği gibi Hz. Îsâ da genelde kendisinden önce gelen bütün peygamberleri ve getirdikleri kitapları, özel olarak da Hz. Mûsâ’yı ve ona gönderilmiş olan Tevrat’ı tasdik edici olarak gelmiştir. Bu durum tefsiri yapılan âyette bildirildiği gibi İncil’de de bildirilmiştir (Matta, 5/17-18). Kur’ân-ı Kerîm de kendisinden önce gelmiş olan bütün peygamberleri ve kitapları tasdik edici olarak gelmiş (bk. Bakara 2/97; Âl-i İmrân 3/3; Mâide 5/48) ve Hz. Peygamber’e İbrâhim’in dinine tâbi olması emredilmiştir (Nahl 16/123). Şüphesiz ki Allah katında din İslâm’dır (Âli İmrân 3/19); bu sebeple bütün peygamberler İslâm dini üzere gelmiş olup kitapların değişmesiyle dinin esasları değişmemiştir. Değişiklik ancak şeriatlarında yani dinin pratiğe yönelik alanlarında olmuştur. Peygamberlerin ve kitapların kendilerinden öncekilerini tasdik etmeleri dinin ana ilkelerini tasdik etmeleri anlamına gelir. Bununla birlikte yeni detayların, yeni şeriatın gelmesiyle önceki şeriatın bazı fürû hükümlerinin kaldırıldığı da peygamberler ve kitaplar tarafından ifade edilmiştir. Önceki âyetlerde Tevrat’ın bir ışık ve bir hidayet kaynağı olduğu bildirilmişti. Burada da İncil’de bir nur, bir hidayet, takvâ sahipleri için bir öğüt bulunduğu ifade buyurulmuştur. Ayrıca hem Hz. Îsâ’nın hem de İncil’in Tevrat’ı tasdik edici olduğu belirtilmektedir. Hz. Îsâ’nın Tevrat’ı tasdikinden maksat ona iman etmesi, emir ve yasaklarını yaşaması ve yaşatmaya çalışmasıdır. İncil’in Tevrat’ı tasdiki ise onun tevhid, nübüvvet, haşir ve adalet gibi ana ilkeleriyle neshedilmemiş birçok hükmünü içermesi demektir. Ancak Allah’ın gönderdiği bir peygamberin Tevrat’ta yapılmış olan tahrif ve katmaları tasdik etmesi söz konusu değildir. Bu sebeple “Tevrat’ı tasdik edici olarak” diye tercüme edilen kısmı “Tevrat’ın bir kısmını tasdik edici olarak” şeklinde tercüme edenler de olmuştur.
Bize göre tasdik edilen, Allah’ın vahyettiği kitaplar, Tevrat ve İncil’in asıllarıdır. İncil’in hidayet kaynağı olmasından maksat, “onun Allah’ın birliğini, noksan sıfatlardan münezzeh olduğunu, –hıristiyanların iddiasının aksine– çocuğu, eşi ve benzeri bulunmadığını gösteren delilleri içermesi, peygamberlik ve âhiretle ilgili bilgileri kapsaması”dır. İncil, Hz. Muhammed’in geleceği müjdesini de içerdiği için âyette hidayete erdiricilik vasfı iki defa zikredilmiştir. Şeriatın hüküm ve mükellefiyetlerini açıkladığından dolayı “Onda nur bulunduğu”, içinde insanlar için çokça öğüt ve nasihat yer aldığından dolayı da “Onda takvâ sahipleri için öğüt bulunduğu” belirtilmiştir (Râzî, XII, 9).
Semavî kitaplar genel itikadî esaslarda aynı olmakla birlikte şeriatlarında değişiklikler olmuş ve sonra gelen öncekinin bazı hükümlerini yürürlükten kaldırmıştır. 46 ve 47. âyetlerden anlaşıldığına göre Hz. Îsâ genel ilkelerde önceki peygamberlerin izine tâbi olmakla beraber bağımsız bir şeriata sahiptir. Kur’an gelinceye kadar hıristiyanlar İncil’le mutlak olarak, Tevrat’la da İncil’in tasdik ettiği çerçevede amel etmek ve bu çerçevede verilen hükümleri kayıtsız şartsız kabullenmek mecburiyetindedirler. Allah’ın indirdiği ile hükmetmedikleri takdirde itikadî durumlarına göre kâfirler, zalimler veya fâsıklar zümresine dahil olurlar; yani Allah’ın hükmüne iman etmekle beraber onunla amel etmeyen kimse isyankâr fâsık olur; Allah’ın hükmüne inanmadığı veya onu küçümsediği için onunla amel etmeyen kimse ise kâfir ve fâsık olur (Elmalılı, III, 1695). Ancak Kur’an geldikten sonra müminler onunla amel etmekle yükümlüdürler. Çünkü “... aralarında Allah’ın indirdiği ile hükmet...” buyurulmaktadır ve Kur’an en son ve en mükemmel kitaptır, kendinden önceki kitapların büyük bir bölümünü yürürlükten kaldırmıştır.
Kur’an’ın ve diğer semavî kitapların aynı kaynaktan geldiği, temel mesajlarının aynı olduğu, dolayısıyla Kur’an’ın daha önce gelmiş olan ilâhî kitapların hepsini tasdik ettiği belirtilmektedir. Kur’an ile diğer kitaplar arasındaki fark, dilde, ilk hedef kitlede, çeşitli kültürleri ve asırları kucaklama hedefinde görülmektedir.
Meâlinde “koruyucu olarak” diye tercüme edilen müheymin kelimesi sözlükte “koruyan, gözeten, tanıklık eden, doğrulayıp destekleyen, barındıran” anlamlarında kullanılmaktadır. Kur’an’ın bir sıfatı olan müheymin burada onun önceki kitaplarla ilgili olarak neyin gerçek, neyin gerçek dışı olduğuna şahitlik eden, onları koruyan, gözeten, denetleyen ve kontrol eden bir kitap olduğunu ifade eder. Kur’ân-ı Kerîm bizzat Allah’ın korumasında olup tahriften ve bozulmadan korunduğu gibi (Hicr 15/9) diğer kitapların amel edilmesi gereken bölümlerini de yok olmaktan korumaktadır. Kur’an onların öğretileri kaybolmasın, boşa gitmesin diye onları korur, Allah kelâmı olduklarına dair şahitlik eder, insanların yapmış olduğu katmalardan, te’vil ve tahriflerden onları arındırır; onları tasdik ve teyit eder. Bu konuda kendisine başvurulacak bir kaynaktır. Bu sebeple müslümanların, diğer kitapların Kur’an’ın tasdikinden geçmeyen veya ona muhalif olan hükümleriyle amel etmeleri câiz değildir (Elmalılı, III, 1696). Kur’an’ın onaylama vasfında olduğu gibi koruyuculuğunu da önceki kitapların temel hükümlerine, ahlâk ve inanç ilkelerine özgü kılmak mümkündür.
“Her birinize bir şeriat ve bir yol yöntem verdik” diye çevirdiğimiz kısımda geçen şir‘a kelimesi şeriat ile eş anlamlı olup sözlükte “bir ırmak veya herhangi bir su kaynağından su almak veya içmek maksadıyla girilen yol” anlamına gelir. Terim olarak şir‘a (şeriat), “Allah tarafından peygamberi vasıtasıyla bildirilen hükümlerin hepsini kapsayan ilâhî kanun” demektir. Şeriat, bir yoruma göre itikad (inanç), ahlâk ve amelle ilgili bütün hükümleri kapsadığı için dinle eş anlamlıdır. Ancak şeriat kelimesinin “sırf amelî hükümleri yani fıkhî müeyyidesi olan Allah’a karşı vecîbelerle (ibadet) kişiler arası ilişkileri (muâmelât) düzenleyen kurallar” anlamında kullanımı da yaygındır (bk. “Şeriat”, İFAV Ans., IV, 192). Nitekim önceki âyetlerin tefsirinde bu anlamda kullanılmıştır.
“Yol yöntem” diye tercüme edilen minhâc kelimesi ise sözlükte “açık yol, metot” anlamlarına gelir. Bir yoruma göre minhâc, “(Allah’a, Peygamber’e ve âhirete iman gibi) dinin açık, sabit, sürekli; zamana, mekâna ve ahvale göre değişmeyen esasları” demektir. Buna göre dinin değişmeyen esaslarına minhâc, zamana, mekâna ve ahvale göre değişebilen ayrıntılarına da şir‘a (şeriat) denilmektedir. Bununla birlikte her ikisinin de aynı anlama geldiğini, âyette birinin diğerini pekiştirmek maksadıyla zikredildiğini kabul edenler de vardır (Elmalılı, III, 1698). Nitekim önceki âyetlerde, sonradan gelen peygamberlerin ve kitapların öncekileri tasdik ettikleri ve onların izinden gittikleri bildirilirken, tefsirini yaptığımız âyette bu temel çizgi üzerinde peygamberlerin her birine bir şeriatın verildiği ifade buyurulmuştur. Yani bütün peygamberler ana ilkeleri aynı olan bir dine (İslâm) bağlı kalırken, zaman, mekân ve ahvale göre değişiklikleri olan şeriatlara sahip olabilirler. İnsanlık tarihi boyunca bir tekâmül söz konusu olduğuna göre sonra gelen kitapların öncekilerden daha mütekâmil ve daha kapsamlı olması gerekir, tarihî gerçek de böyledir. Hz. Muhammed son peygamber olduğu gibi Kur’ân-ı Kerîm de son ve en kapsamlı kitaptır; Tevrat’ın ve İncil’in evrensel doğrularını içermesi yanında değişmesi gereken hükümlerini de uygun olanlarıyla değiştirmiştir. Bu sebeple insanlığın hidayeti için gönderilmiş olan Kur’an geldikten sonra artık yahudi ve hıristiyanların da ona iman edip hükümleriyle amel etmeleri gerekmektedir.
Yüce Allah Kur’an’ı önceki kitapları tasdik edici ve gözetici olarak indirdiğini haber verdikten sonra Hz. Peygamber’e Ehl-i kitabın keyfî isteklerine uymamasını, aralarında Allah’ın indirdiği ile yani Kur’an’la hükmetmesini emretmiştir.
Allah Teâlâ dileseydi başlangıçtan itibaren bütün insanlar için tek kitap gönderir ve onları tek bir ümmet yapardı. Fakat birçok hikmete binaen böyle yapmamıştır. Bunların başında Allah’ın insanı değişme ve gelişme kabiliyetiyle yaratmış olması vardır. İnsanı böyle yarattığı için dinleri de bu fıtrat çizgisine uygun kılmıştır.
İnsanın birden fazla din karşısında bulunması, bunlar içinden hak olanı seçmesi bakımından bir imtihan vesilesi olduğu gibi, kavim, ümmet, millet vb. isimlerle birbirinden ayrılmış sosyal gruplardan birine mensup olması da bir imtihan aracıdır. Allah’ın muradını ve insan olmanın gereklerini yerine getirme yönünde gruplar yarışacaklar, fertler de bu yarışta mensup oldukları topluluğun (ümmet) başarılı olması için ellerinden gelen çabayı göstereceklerdir.
Yüce Allah hayrı da şerri de kendisi yarattığı halde hayra rızâsı olup şerre rızâsı olmadığı için kullarına hayırda yarışmalarını yani erdemli bir hayat sürdürme konusunda birbirleriyle yarışırcasına gayret göstermelerini, bunun için kitabındaki hükümleri uygulamalarını, onun gösterdiği yoldan gitmelerini emretmekte, herkesin O’na döneceğini ve hak olarak gönderdiği kitaplar hakkında yanlış zihniyet, ön yargı ve inatları sebebiyle ihtilâfa düşüp de iman etmeyenlerin bu yüzden âhirette hesaba çekileceğini bildirmek suretiyle şerden sakınmalarının gereğine işaret buyurmaktadır. Rivayete göre yahudilerin ileri gelenlerinden bir grup Hz. Peygamber’i yanıltmak ve ona yanlış hüküm verdirmek maksadıyla şöyle demişlerdi: “Ey Muhammed! Bilirsin ki biz yahudilerin bilginleri ve eşrafıyız. Biz sana tâbi olursak bütün yahudiler sana tâbi olur. Şimdi bizimle hasımlarımız arasında bir dava var, davayı sana getirelim, sen de bizim lehimize hüküm ver. Böyle yaparsan sana iman eder ve seni tasdik ederiz.” Hz. Peygamber ahlâka aykırı olan bu teklifi reddetmiş, olay üzerine bu âyet inmiştir (İbn Kesîr, III, 122; Şevkânî, II, 58). Yüce Allah, yahudilerin ve başkalarının tuzağına düşmemeleri için Hz. Peygamber’in şahsında müminleri de uyarmakta, kendisine dava getirdikleri takdirde onların isteklerine göre değil, Allah’ın indirdiğine göre hükmetmesini, onların şaşırtmalarına aldanıp da Allah’ın indirdiği hükümlerden herhangi birini ihmal etmemesini emretmekte; yahudiler Hz. Peygamber’in vereceği hükmü kabul etmeyip ondan yüz çevirdikleri takdirde bundan dolayı başlarına felâketlerin geleceğini Resûlullah’a haber vermektedir. Çünkü Hz. Peygamber’in verdiği hükümden yüz çevirmek “adaleti kabul etmeyip haksızlığa ve zulme yönelmek” demektir. Adaletin saptırılması ise toplumu felâketlere sürükler. Medine yahudileri her fırsatta İslâm’a karşı tavır aldıkları ve müslümanlara ihanet ettikleri için başlarına belâ açmışlar; bir kısmı öldürülmüş, bir kısmı da sürgün edilmiştir (Buhârî, “Megåzî”, 14). Yüce Allah olup bitenlerden ibret almayan insanların birçoğunun fâsık olduğunu yani hükmünü kabul etmeyip kanunlarının dışına çıktığını haber vermektedir. Câhiliye kelimesi, sözlükte bilgisizlik anlamına gelen cehl kökünden türetilmiş olup, “bilgiden yoksun olmak, bir konuda doğru olanın tersine inanmak, yapılması gerekenin tersini yapmak” demektir (Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “chl” md.). İslâmî dönemde ortaya çıkmış olan câhiliye kelimesi özel olarak, Araplar’ın İslâm’dan önceki dinî ve sosyal hayat telakkilerini, genel olarak da kişilerin ve toplumların günah ve isyanlarını ifade eden bir terimdir. Kur’an’da dört yerde geçen câhiliye terimi (Âl-i İmrân 3/154; Mâide 5/50; Ahzâb 33/33; Feth 48/26) Araplar’ın İslâm’dan önceki inanç, tutum ve davranışlarını İslâmî devirden ayırt etmek için kullanılmıştır. Bu sebeple genel olarak Araplar’ın İslâm’dan önceki dönemine Câhiliye veya Câhiliye çağı denilmektedir (bu konuda bilgi için bk. Mustafa Fayda, “Câhiliye”, DİA, VII, 17).
Burada câhiliye terimi ile yalnızca İslâm’dan önceki tarihî zaman dilimi değil, o dönemin insanlar arasında farklı uygulamalar doğuran haksız ve zalim zihniyetine, kişisel ve toplumsal olguların sadece menfaat açısından yararlı olup olmadığı endişesinin karakterize ettiği ahlâkî eksikliğe dikkat çekilmekte; özellikle Araplar’dan etkilenerek Tevrat’ın hükmünü bırakıp onlarda mevcut olan eşitsizlik ve üstün ırk anlayışını yahudi kabileleri arasında dahi uygulayan Nadîroğulları’na işaret edilmekte ve onlar kınanmaktadır. Allah’tan daha üstün bir hâkim ve O’nun verdiği hükmünden daha güzel ve daha âdil bir hüküm yoktur. Bunu ancak hakka, adalete ve eşitliğe inanan toplumlar anlayabilirler. Kalplerinde hastalık olup ahlâken sapmış olanlar bunu anlayamazlar. Dolayısıyla, haksızlığı ve zulmü hakka ve adalete tercih edebilirler. Bu tür ahlâkî sapmalar daima ortaya çıkabileceği için Hz. Peygamber, Câhiliye dönemine geçmişte kalan bir zaman dilimi olarak bakmamış, aksine bu dönemdeki anlayışın her fırsatta tekrar ortaya çıkabileceğini düşünerek uyarılarda bulunmuştur (Buhârî, “Cenâiz”, 39, 40; “Menâkıb”, 8). İki şeyin –aralarına yabancının giremeyeceği kadar– birbirine yakınlığını ifade eden velâ (veya vely) kökünden türemiş olan velî (çoğulu evliyâ) terimi “dost, arkadaş, yardımcı, destekçi ve yakın” anlamlarında kullanılmaktadır. Aynı kökten olup “sevgi, dostluk, yetki ve yardım” anlamlarına gelen velâyet (veya vilâyet) terimi ise, başkaları adına onların rızâları alınmaksızın hukukî işlemde bulunma yetkisini ifade eder. Bu yetkiyi taşıyan kimseye de velî denir (bk. Hamza Aktan, “Velâyet”, İFAV Ans., IV, 453). Velî terimi Kur’an’da tekil ve çoğul (evliyâ) olarak seksen yedi âyette yer almıştır. Bunlardan kırk altısında Allah’ın insanlara dostluğu, üçünde insanların Allah’a dostlukları, on âyette insanlarla şeytan arasındaki dostluk, diğerlerinde ise iyi veya kötüler arasındaki dostluk için kullanılmıştır. Mevlâ ve velî terimleri de Kur’an’da aynı anlamda geçmekte olup velî, hem Allah hem de kul için kullanılırken, mevlâ ancak Allah için kullanılmıştır.
Bu âyetlerin çoğunda insanların gerçek dostunun Allah olduğu, O’nun insanlara, müminlere ve peygambere yardımcı olacak, onları koruyacak, bağışlayacak, karanlıklardan aydınlığa çıkaracak ve irşad edecek olan gerçek dost olduğu belirtilerek insanların O’na inanmaları, dayanıp güvenmeleri gerektiği; ayrıca kâfirlerin, zalimlerin yahudi ve hıristiyanların ancak birbirlerinin ve şeytanın dostları olabilecekleri bildirilerek dinî ve ahlâkî inanç ve anlayışların sosyal ilişkiler üzerindeki etkileri vurgulanmış, dostlukların tesisinde kan bağı yerine inanç birliğinin esas alınması gerektiği bildirilmiştir (Tevbe 9/23).
Kur’ân-ı Kerîm’e göre dostun, sevdiği kişi için bir yardımcı olması, onu koruyup kollaması, maddî ve mânevî sıkıntılardan kurtarması, yüceltmesi, iyiliğe yöneltmesi, bu suretle dostluğun sevgiye dayanması ve pratik ahlâkî sonuçlar doğurması gerektiğine işaret edilmiştir. Nitekim en büyük dost olan Allah, bu dostluğunun birer belirtisi olarak insanlar için koruyucu, yardımcı, bağışlayıcı, merhametli, aydınlatıcıdır; “Allah’ın ahlâkıyla bezenme”yi emreden hadis uyarınca müslümanlar arasındaki dostlukların da bu olumlu meyveleri vermesi gerekir. Müminlerin kardeş olduklarını (Hucurât 49/10; Âl-i İmrân 3/103) bildiren âyetler de geniş kapsamlı dostluğun önemini anlatmaktadır (bilgi için bk. Mustafa Çağrıcı, “Dostluk”, İFAV Ans., I, 419).
İslâm’dan önce Medine’de Araplar’la birlikte Kaynukaoğulları, Nadîroğulları ve Kurayzaoğulları adında üç yahudi kabilesi mevcut olup Araplar’la aralarında dostluk antlaşması vardı. Araplar İslâm’dan sonra da bu dostluğu devam ettirmek istediler; fakat yahudilerle münafıklar görünüşte dost gibi davransalar da her fırsatta müslümanların aleyhine çaba harcıyorlar, özellikle Hz. Peygamber’in askerî planları hakkında müslüman dostlarından edindikleri bilgileri müşriklere ulaştırıyorlardı. 41. âyetten itibaren buraya kadar Medine yahudilerinin müslümanlara karşı olan tutum ve davranışları, münafıklarla olan dostluk ilişkileri ve bunları müslümanların aleyhine kullanmaları, kendi kutsal kitapları olan Tevrat’a karşı samimiyetsizlikleri, müslümanları İslâm’dan döndürerek Hz. Peygamber’i başarısızlığa uğratmaya gayret göstermeleri gibi olaylar anlatılarak veya bunlara işaret edilerek yahudi ve hıristiyanlarla kurulacak dostluğun faydadan çok zarar getireceği müslümanlara açıklandıktan sonra bu âyette müminlerin bu gibi yahudi ve hıristiyanlardan samimi dostlar edinmemeleri emredilmiştir.
Müslümanların Medine’ye göç ettikleri dönemde burada hıristiyanların bulunmaması veya yok denecek kadar az olması sebebiyle müslümanlar yahudilerden gördükleri sıkıntıların benzerini onlardan görmemişlerdir. Hatta Kur’ân-ı Kerîm, hıristiyanların müslümanlara karşı yahudilerden daha iyi davrandıklarını bildirmektedir (Mâide 5/82). Ancak Kur’an’a ve Hz. Peygamber’e iman etmedikleri için hıristiyanların da müslümanların kendileriyle kuracakları dostluğu kötüye kullanmaları ihtimal dahilindedir. Nitekim Bakara sûresinin 120. âyetinde Hz. Peygamber’e hitaben, “Sen onların dinlerine uymadıkça yahudiler de hıristiyanlar da senden asla memnun kalmayacaklardır” buyurulmuştur. “Onlar birbirlerinin velileridir” meâlindeki kısmı müfessirler şöyle yorumlamışlardır: Bu iki toplumun her biri gerçek dostluğu yalnızca kendi mensupları için yani yahudiler yahudiler için, hıristiyanlar da hıristiyanlar için kabul ederler. Bu sebeple onlardan müslümanlara gerçek bir dostlukla yaklaşmaları beklenemez (Taberî, VI, 276-277; Elmalılı, III, 1712).
Âyetin ifadesine göre yahudileri veya hıristiyanları dost edinenler onlardan sayılır, yani onlara benzer, onların huyunu kapar, gerçeğe değil onlar gibi hevâ ve heveslerine uyarlar, böylece zalimlerden olurlar; Allah zalimleri hidayete erdirmeyeceği için kurtuluşa ve mutluluğa eremezler. İslâm âlimlerinin büyük çoğunluğuna göre gayri müslimlerle samimi dostluk kuran kimse küfre rızâ göstermedikçe dinden çıkmış olmaz (İbn Âşûr, VI, 230), ancak kimi dost edineceği konusunda hataya düşmüş olur. Kur’ân-ı Kerîm, burada olduğu gibi birçok âyette müminleri uyararak kendilerinin dışındakilerin ister dinsiz olsun, isterse yahudiler ve hıristiyanlar gibi Ehl-i kitap olsun, müslümanların hayatî önem taşıyan sırlarını öğrenecek, muhtaç olduklarında kendilerini koruyacak derecede dostları olamayacağını ifade buyurmuştur (Âl-i İmrân 3/28, 118; Nisâ 4/144). Ancak mümin olmayanları dost edinme yasağı, onlarla iyi geçinmemek anlamına gelmez. Toplum ve devletin emniyet ve selâmeti bakımından devlet sırlarını onlara verecek derecede kendileriyle samimi olmak veya devletin sırlarını yahut menfaatlerini alâkadar eden önemli görevleri onlara teslim etmek yanlış olmakla birlikte onlarla beşerî münasebetlerin iyi yürütülmesinde bir sakınca yoktur. Kur’an müslümanlara karşı düşmanca tavır almayan gayri müslimlerle beşerî münasebetlerin iyi yürütülmesini, gerektiğinde onlara iyilik edilmesini, haklarında adaletli davranılmasını tavsiye etmekte, böyle yapanları yüce Allah’ın sevdiğini bildirmektedir (Mümtehine 60/8). Müslümanların menfaatine olduğu müddetçe onlarla uluslararası dostluk antlaşmaları imzalamakta da bir sakınca yoktur. Nitekim Hz. Peygamber Medine’deki yahudilerle vatandaşlık antlaşması yaptığı gibi müşrik kabilelerle de ittifak antlaşması yapmıştır. Samimi dost edinilmeleri yasaklananlar ancak İslâm’a ve müslümanlara karşı düşmanca tavır alanlar, onlarla savaşmak ve onları yurtlarından çıkarmak için birbirlerine destek verenlerdir. Yüce Allah bu tür gayri müslimlerle dostluk bağları kuranları zalimler olarak nitelemiştir (Mümtehine 60/9; gayri müslimlerle ilişkiler, velî ve velâyet hakkında bilgi için bk. Bakara 2/257; Âl-i İmrân 3/28, 118; Nisâ 4/138-140, 144). “Kalplerinde hastalık bulunanlar”dan maksat inanmadıkları halde müslüman görünen münafıklar olup âyette bunların yahudilerle ve hıristiyanlarla olan ilişkilerine değinilmektedir. Câhiliye döneminde Arabistan’daki yahudiler ve hıristiyanlar ekonomik bakımdan putperest Araplar’dan daha ileri seviyede bulunuyorlardı. Medine’de yahudiler en verimli topraklara sahip oldukları gibi ticarete de hâkimdiler. Bu sebeple halkın üzerinde güçlü bir ekonomik baskı oluşturmuşlardı. Bu durum siyasette de ağırlığını hissettiriyordu. Yarımadanın diğer bölgelerinde –özellikle Yemen’de– bulunan hıristiyanlar da ekonomik bakımdan diğerlerinden daha iyi durumda idiler. Hicretin ilk yıllarında müslümanlar Hz. Peygamber’in liderliğinde devlet kurmuş olmakla birlikte putperestlere ve diğer güçlere karşı verdikleri mücadele henüz kesin bir sonuca ulaşmadığı için Medine’deki münafıklar durumlarını netleştirmemişlerdi. Bunlar müslümanların içinde yer almışlardı, ancak mücadele müslümanların yenilgisiyle sonuçlanacak olursa yahudilere ve hıristiyanlara sığınabilmek için ilişkilerini sürdürme konusunda birbirleriyle yarışıyorlardı.
“Kalplerinde hastalık bulunanların, ‘Başımıza bir felâketin gelmesinden korkuyoruz!’ diyerek onların dostluklarını kazanmaya çalıştıklarını görürsün” meâlindeki cümlede, münafıkların ikili oynadıkları ifade edilmektedir. Ancak münafıklar Allah’ın Hz. Peygamber’e yardım edeceğini, ona zaferler, fetihler nasip edebileceğini veya düşmanlarının başına bir felâket getirip de onları yok edebileceğini, bu takdirde ikili oyunlarından pişmanlık duyacaklarını hesaba katmamışlardı. Nitekim münafıkların hesabı tutmadı, yüce Allah vaadini yerine getirerek peygamberine fetihler ve başarılar nasip etti. Böylece münafıklar hayal kırıklığına uğradılar. O zaman münafıkların bu ikiyüzlü hallerini gören müminler hayrete düşerek ya yahudilere hitaben veya kendi aralarında “Sizinle beraber olduklarına dair bütün güçleriyle Allah’a yemin edenler bunlar mıydı!” diye sormaya başlarlar. Bu, hayret ifade eden bir sorudur. Kuvvetli ihtimalle münafıklar her iki tarafa da yani hem yahudilere hem de müslümanlara yardım ve destek sözü vermişler ve bunu yeminle pekiştirmişlerdi. “Şayet siz çıkarılacak olursanız, bilin ki biz de sizinle beraber çıkarız, sizin hakkınızda (onlarla olmayın diyen) kimseye asla itaat etmeyiz. Eğer size savaş açılırsa muhakkak yardımınıza koşarız” (Haşr 59/11) diyerek yahudilere teminat vermişlerdi. Bununla beraber her fırsatta Hz. Peygamber’e iman ettiklerini ve müminlerle beraber olduklarını da söylüyorlardı (bk. Bakara 2/14; Nisâ 4/141; Münâfikun 63/1). Fakat samimiyetten yoksun oldukları için mümin görünerek kıldıkları namazlar, tuttukları oruçlar, verdikleri zekâtlar ve yaptıkları diğer ameller boşa gitti ve sonuçsuz kaldı. İslâm’a düşman olan gayri müslimleri dost edinmek ve önder olarak tanımak münafıklık gibi bir kalp hastalığından ileri gelmekte ve insanların mürted olmalarına yani dinden dönmelerine sebep olmaktadır. Bu yüzden Allah konunun akışı içerisinde müminlere hitap ederek içlerinden böylelerinin çıkabileceğine işaret buyurmakta, onların dinden dönmeleriyle İslâm’ın değil, kendilerinin kaybedeceğini bildirmektedir.
“Dinden dönme” diye tercüme ettiğimiz irtidad kavramı “bir kimsenin müslüman iken dinden dönmesi, İslâm’ı terketmesi” demektir. Bu şekilde dinden dönen kimseye mürted denir. Hz. Peygamber zamanından beri İslâm dünyasında az da olsa dinden dönme olayları meydana gelmiştir. Ancak bunlar gerek sayı gerekse nitelik olarak hiçbir zaman İslâm’ın yaşamasına ve yayılmasına zarar verecek derecede problem oluşturmamıştır (bk. Ömer Rızâ, İslâm Tarihi, VI, 74-92). Allah’ın insanlığı aydınlatmak için yakmış olduğu meşale her geçen gün biraz daha güçlenerek dünyayı aydınlatmaya devam etmektedir. Bununla birlikte yüce Allah müminlerin dinden dönmeleri durumunda yerlerine yeni nesiller getireceğini haber vermektedir. Âyette bunların vasıfları şöyle sıralanmıştır:
Bakara sûresinde ve burada dininden dönen kimselerden ve bu davranışın doğurduğu sonuçlardan söz edildiği halde ölüm cezası zikredilmemiştir. Böylesine büyük bir cezadan yeri geldiği halde söz edilmemiş olması, ölüm cezasının yalnızca dinden dönme günahının değil, müslümanlara karşı savaş durumuna geçme suçunun karşılığı olduğu anlayışını desteklemektedir (irtidad hakkında bilgi için ayrıca bk. Bakara 2/217). Sizin velîniz ancak Allah’tır, peygamberidir, bir de Allah’ın emrine boyun eğerek namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren müminlerdir. Kim Allah’ı, peygamberini ve iman edenleri velî edinirse bilsin ki Allah’tan yana olanlar mutlaka galip geleceklerdir. Yüce Allah 51. âyette müminlerin yahudi ve hıristiyanlarla samimi dostluk kurup kaderlerini onlara teslim etmelerini yasaklamıştı. Burada ise özel olarak Ehl-i kitap’tan sadece dini alay ve eğlence konusu yapan kimselerle genel olarak da bütün kâfirlerle veya –bir başka kıraate göre– bunlardan yalnız dinle alay edenlerle böyle bir ilişki kurmalarını yasaklamaktadır. Âyetin iniş sebebi olarak bazı müslümanların birtakım münafıklara karşı sevgi ve muhabbet duygularıyla muamele etmeleri gösterilmiştir (Râzî, XII, 32; Elmalılı, III, 1722). Münafıklık –bir yönüyle– “dini eğlence ve oyuncak yerine koyma, onu âdi maksatlara alet etme” anlamına geldiği için burada özellikle bu şekilde hareket eden inkârcılara dikkat çekilmektedir. Âyetin iniş sebebi hususi olmakla birlikte hükmü umumi olup müslümanlara yöneltilen her türlü alay etme, küçümseme ve onları eğlence yerine koyma gibi kırıcı davranışları ve bu davranışların sahibi olan kâfirleri içermektedir. Bir önceki âyette mutlak olarak dini oyun ve eğlence yerine koyma söz konusu iken burada dinin özel bir hükmüyle yani ezanla veya namazla alay etme söz konusudur. Müslümanları namaza çağırmak maksadıyla ezan okunduğunda münafıklar ezanın sözlerini çarpıtarak, yahut eğlen-ceye alarak onunla veya namazla alay ediyorlardı. Ezanı veya namazı bu şekilde alay konusu yapmaları şüphesiz ki onlardaki düşünce kıtlığından, cehalet ve anlayışsızlıktan ileri geliyordu.
Bu âyet, “namaza çağırma” mânasında ezanın Kur’an’da yer aldığını göstermektedir. Çağırmanın şekli ve sözleri ise sünnette belirlenmiştir. İslâm’ın Medine’de hızla yayıldığını gören Ehl-i kitap (yahudiler) müslümanları kıskandıkları için onlara karşı kin ve nefret besliyor, onları küçümsüyorlardı. Bu sebeple âyet-i kerîmede Hz. Peygamber’den onların bu kin ve nefretlerinin sebebini sorması istenmektedir. Çünkü müslümanların Allah’a, Peygamber’e ve daha önce gelmiş olan kitaplara iman etmeleri bir suç ve kusur değildi! Peygamberlerini tasdik edip kitaplarına iman ettikleri için Ehl-i kitabın müslümanları takdir etmeleri gerekirken, aksine kıskandıklarından dolayı onlara karşı kin ve nefret hisleriyle davranıyorlardı. Âyetten anlaşıldığına göre Ehl-i kitabın müslümanlara karşı menfi tavırlarının iki sebebi vardır: Biri, müslümanların Hz. Muhammed ve Kur’an dahil peygamberlere ve onlara indirilmiş olan kitaplara iman etmeleridir. İkinci sebep ise Ehl-i kitabın çoğunun yoldan çıkmış kimseler olmalarıdır. Tâgut, hakkı tanımayıp azan ve sapan her kişiye ve her güce veya Allah’tan başka tanrı edinilen şeylere verilen addır. Azgın ve sapkın olması sebebiyle şeytana da tâgut denilmiştir. Kur’ân-ı Kerîm’de tâgut kelimesi insanlar tarafından ilâh edinilmiş bütün bâtıl tanrıları; insanların Allah Teâlâ’ya isyan etmelerine sebep olan, görünür ve görünmez varlıkları; insanlık tarihi boyunca hakkı bâtıl, bâtılı hak gösterme gayretkeşliğini yansıtan, bütün küfür ve ilhâd faaliyetlerini ifade eden bir terim olarak kullanılır. Kur’ân-ı Kerîm’de –birinde cibt lafzıyla birlikte olmak üzere– sekiz yerde geçen bu kelimenin, tevhid akîdesinin insanlar tarafından benimsenmesine engel olan insan, şeytan, kâhin ve sihirbazların hepsini; Allah Teâlâ dışında insanlarca mâbud edinilmiş bâtıl tanrıların tamamını, gerçek mâbuda karşı kulluk görevlerini yerine getirmeyi engelleyen düşünce sistemlerini ve faktörleri ifade ettiği müfessirlerce kaydedilmiştir (Ali Bardakoğlu, “Tâgut”, İFAV Ans., IV, 225; bu konuda bilgi için bk. Elmalılı, II, 869).
“Allah katında yeri bundan daha kötü olanı size haber vereyim mi?” sorusundaki yeri kötü olanların nitelikleri âyetin devamında tanıtıldığı halde kimlerin yerinden daha kötü olduğuna dair bilgi verilmemiştir. Bu konuda müfessirler farklı görüşler belirtmişlerse de bize göre âyetin bağlamına uygun olan şudur: 57-58. âyetlerde müminlerin dinini, ezan ve namazlarını küçümseyip alay ve eğlence konusu yaptıkları bildirilen kimselerin Allah katındaki yeri elbette kötüdür, cezaları da ağırdır. Fakat Allah katındaki yeri bunlardan daha kötü olanlar da vardır. Bunlar, Allah’ın lânetlediği, gazap ettiği, bir kısmını maymunlara ve domuzlara çevirdiği, tâguta tapan kimselerdir.
Âyetteki “aralarından maymunlar ve domuzlar çıkardığı” ifadesinin gerçek bir dönüşmeye mi yoksa ahlâkî ve mânevî bir değişim ve bozulmaya mı işaret ettiği hususunda Kur’an’da herhangi bir açıklama yoktur. Müfessirlerin çoğunluğuna göre Allah’ın buyruklarına uymayanlar gerçekten fiziksel bir dönüşüme uğratılarak maymun veya domuz haline getirilmişlerdir. Ancak başta tâbiînin meşhurlarından Mücâhid olmak üzere bazı müfessirler bu tür ifadeleri, Allah’ın emir ve yasaklarını çiğneyen günahkâr kimselerin mâruz kalacağı ahlâkî çöküntünün mecazi bir anlatımı olarak yorumlamışlardır (Taberî, I, 332; Elmalılı, II, 1725; Reşîd Rızâ, I, 343-345; Ateş, I, 179; Muhammed Esed, I, 204)
Âyette belirtilen cezaların kimlere verildiği açıkça ifade edilmemiş olmakla birlikte Kur’an’ın çeşitli yerlerinde İsrâiloğulları’nın bu tür cezalara çarptırıldığı bildirilmektedir. Yüce Allah İsrâiloğulları’na cumartesi (sebt) gününü kutsal tatil günü olarak ayırdığını bildirmiş ve bu günde çalışmalarını ebedî olarak yasakladığını haber vermişti. Ancak onlar hileli yollarla Allah’ın emrini çiğnediler, bu sebeple Allah onları lânetledi (Nisâ 4/47), onlara “Aşağılık maymunlar olun!” dedi (Bakara 2/65). “Allah’ın âyetlerini inkâra devam etmeleri ve peygamberleri öldürmeleri sebebiyle zillete, fakru zarûrete mahkûm oldular, Allah’ın gazabına uğradılar” (Bakara 2/61; Âl-i İmrân 3/112).
Tefsirini yaptığımız âyetin bağlamı yahudilerle ilgili olduğuna göre âyette belirtilen diğer cezaların yanında –gerçek veya mecazi anlamda– “maymunlara ve domuzlara çevirme” cezası da büyük bir ihtimalle yine onlara verilmiştir. Yahudilerin, çeşitli dönemlerde hak dinden saparak putlara taptıkları da Kur’ân-ı Kerîm’de haber verilmiştir (meselâ bk. Bakara 2/54; Tâhâ 20/88). Şüphesiz Kur’an’ın bundan maksadı tarihî olayları anlatmak değil, yahudilerin bildiği ve kendi milletlerinin başından geçmiş olan olayları onlara hatırlatarak ders almalarını sağlamaktır. Yahudiler vahiy aracılığıyla yani Tevrat’la aydınlatılmış oldukları için Allah’ın buyruklarına aykırı davranmalarının mazereti kalmamış, sonuçta bu tür ağır cezalara çarptırılmışlardır. Âyetin ifade ettiği “Allah katında yeri daha kötü olanlar ve doğru yoldan daha fazla sapmış bulunanlar” bunlardır. Müslümanların dinleri ve namazlarıyla alay eden yahudiler Hz. Peygamber’e karşı olan kin ve düşmanlıklarını gizli tutuyorlar, ona inanmadıkları halde inanmış görünerek meclisine gelip oturuyorlar, onu dinledikten sonra yine inanmamış olarak çıkıp gidiyorlardı. Âyet, bunların “inandık” şeklindeki sözlerinde yalancı olduklarını, o katı kalplerine hiçbir şekilde imanın girmediğini, Hz. Peygamber’in yanına kâfir olarak girdikleri gibi kâfir olarak çıktıklarını, fakat gizlediklerini sandıkları bu yalanlarını, hile ve tuzaklarını Allah’ın çok iyi bildiğini haber vermektedir. Yahudilerin –hepsi olmasa da– çoğunun müslümanlara karşı yalancılık, haksızlık, düşmanlık gibi menfi davranışlarda, günah işlemede, rüşvet ve benzeri yollarla haram yemede birbirleriyle yarıştıkları; bu yaptıklarının son derece çirkin davranışlar olduğu ifade edilmektedir. Yüce Allah, “... görürsün” hitabıyla bu tutumlarının herkes tarafından gözlemlenebilen bir durum olduğuna işaret etmektedir. Allah Teâlâ yahudilerin yaptıkları haksızlıklar karşısında sessiz kalıp onları uyarmayan, yalan söylemelerine ve haram yemelerine rızâ gösterip bunu engellemeyen eğitimcileri, din adamlarını ve âlimleri kınamakta, bu davranışın kötülüğünü haber vermektedir.
Âlimlerin ve eğitimcilerin tutumu, halkın ahlâkının ve dininin bozulmasına sebep olduğu için esas sorumluluk bunların üzerindedir. Müfessirler Kur’an’da âlimleri uyaran en sert ifadenin bu âyette olduğu kanaatindedirler (Zemahşerî, I, 350; Elmalılı, III, 1727. “Din adamları” diye tercüme edilen rabbâniyyûn hakkında bilgi için bk. Âl-i İmrân 3/79; Mâide 5/44; “âlimler” diye tercüme edilen ahbâr hakkında bilgi için bk. Mâide 5/44). Peygamberlerin gösterdiği aydınlık yoldan ayrılan ve Allah’ın nimetlerine nankörlük eden yahudiler asırlar boyu zillet ve mahrumiyet içinde yaşamışlar, millî kurtuluş ümitlerini yitirip itibarlarını kaybetmelerinden dolayı yas tutmaya başlamışlardı. Son peygamberin kendi içlerinden çıkması ümidi de boşa çıkınca, içlerinden bazı küstahlar Allah’ı suçlamaya kalkıştılar.
Esasen Allah’a inanan ve ilâhî bir dinin mensubu olan yahudilerin dinlerinde de Allah hakkında saygısızca sözler söylemek kabul edilebilir bir davranış değildir. “Allah’ın eli bağlanmış” sözünü haddini bilmeyen bazı yahudilerin söyleyip yahudi toplumunda sokaktaki adamın da bunu cahilce tekrarlar hale gelmiş olması yahut halkın kendisine itibar ettiği bir din adamı veya lider (rivayete göre Finhâs b. Âzûrâ) tarafından söylendiği için âyette bu sözün tüm topluluğa nisbet edilmiş olması muhtemeldir (İbn Âşûr, VI, 249).
Yahudilerin bu sözü söylemeleri daha çok şu iki sebeple açıklanır: a) Uğradıkları sıkıntı ve felâketler karşısında ümitlerinin kalmadığını, Allah’ın kendilerine karşı cimrileştiğini ve hazinelerini kapattığını ifade etmek; b) Müslümanlara zekâtın farz kılınması, “Kim Allah’a güzel bir borç verirse Allah da bunu kat kat fazlasıyla öder” (Bakara 2/245) meâlindeki âyetle hayır yolunda harcama yapmanın özendirilmesi ve yahudilerden diyet ödemelerine katılmalarının istenmesi gibi dinî bildirim ve düzenlemelerin ulvî hedeflerini görmezden gelip bunları sırf menfaatçi bir bakışla eleştirmek ve müslümanlarla alay etmek.
Birinci sebebe göre “Allah’ın eli bağlanmış” ifadesiyle ne kastettiklerini de iki şekilde anlamak mümkündür: a) Allah’ın kudreti azalmış, sınırlı hale gelmiştir, her konuda dilediği gibi karar verip uygulayamaz, bizi egemenliğimize kavuşturamaz, eski saltanatlı günlerimize döndüremez. Âyetin devamında yahudilerin bu sözüne reddiyede bulunulurken “Dilediği gibi verir” buyurulması da bu yorumu güçlendirmektedir. b) Allah’ın cömertliği sona ermiştir, artık cimri davranmaktadır (İbn Atıyye, II, 214-216; Râzî, XII, 40-44).
yapılan bu tasvirle, yahudilerin inanç ve ahlâk düsturları topluluğa nisbet edilerek ve herkesin anlayabileceği bir ifadeyle anlatılmış olmaktadır. Burada değinilen karakteristik özellik, tarih boyunca yahudilerin Allah’ın kudreti hakkındaki felsefî yaklaşımlarıyla ve bunun sonucu olarak benimsedikleri ahlâkî ve iktisadî ilkelerle örtüşmektedir. Gerçekten, yahudi din adamları Allah Teâlâ’nın evreni yaratttıktan sonra artık istirahate çekildiği, egemenlik ve gücünü yarattıklarına (özellikle Mâide sûresinin 18. âyetinde ifade edildiği üzere Allah’ın sevgili ve seçkin kulları olarak kendilerine) bıraktığı fikrinden hareketle, Allah’ın tam anlamıyla “fâil-i muhtâr” (fiillerinde mutlak bir seçme iradesine sahip) olmadığı, ilâhî güç ve iradenin doğa kanunlarıyla sınırlı olup onları asla aşamayacağı anlayışına sapmışlar, bunun sonucu olarak yahudilerde Allah’ın dilediğine dilediği biçimde ihsanda bulunabileceği veya ceza verebileceği inancı zaafa uğramış, hem rahmetinden ümit kesme hem de gazabından çekinmeme çizgisine kaymışlar, bu da onları iktisat alanında aşırı tutumluluğa, ahlâkî davranış olarak da cimriliğe ve yoksullara yardımı ödev saymamaya yöneltmiştir (Elmalılı, III, 1728-1729).
Arap dilinde de cömertlik ve cimrilik tutumlarının anlatımında “el” mânasına gelen yed kelimesinden yararlanılmakla beraber, âyette geçen “bağlanmış” anlamındaki mağlûle kelimesiyle birlikte Türkçe’deki “eli sıkı” deyimine karşılık gelen bir deyim halinde kullanıldığı görülmez. Ancak bu iki kelimenin birlikte yer aldığı başka bir âyetten (İsrâ 17/29) bu mâna açıkça anlaşıldığından yukarıdaki cümle “Allah’ın eli sıkıdır” veya “Allah cimridir” şeklinde tercüme edilebilir (İbn Âşûr, VI, 249; Elmalılı, III, 1727-1729). Fakat onların bu sözüne “Aksine O’nun eli açıktır” şeklinde değil, “Aksine O’nun iki eli de açıktır” buyurularak karşılık verilmiş olmasıyla Allah’ın her türlü noksanlıktan münezzeh olduğunu belirtmenin amaçlandığı düşünülebilir. Bu sebeple, meâlinde, birinci mânayı da kapsaması için, söz konusu cümle bir deyim olarak değil sözlük anlamına göre tercüme edilmiştir. Bazı müfessirlere göre ise, burada “Aksine O’nun iki eli de açıktır” buyurulması, Allah’ın cömertliğine sınır olmadığını ve hiçbir şekilde O’na cimrilik izâfe edilemeyeceğini veya nimetlerinin sayısız ve sınırsız olduğunu belirtmek içindir (Taberî, VI, 301-302; Zemahşerî, I, 351).
Âyetin “Asıl kendi elleri bağlanmıştır ve söyledikleri yüzünden lânetlenmişlerdir” diye çevrilen kısmı “Söyledikleri yüzünden kendi elleri bağlanmıştır ve lânetlenmişlerdir” şeklinde de tercüme edilebilir. Yine bu cümleleri veya sonuncusunu “elleri bağlanasıca ve lânet olasıca” şeklinde beddua olarak anlamak mümkün olduğu gibi, haber ifadesi olarak yorumlamak da mümkündür (lânet hakkında bilgi için bk. Bakara 2/159; Âl-i İmrân 3/87). İkinci ihtimale göre, asıl bu sözü söyleyenlerin yüce Allah’ın bunca nimet ve ikramı ve evrendeki mutlak gücü karşısında kendi cimriliklerine ve âcizliklerine bakmaları gerekir.
Burada –yahudilerden bir örnek verilerek– kullanılan sert ifadenin, Allah hakkında saygısızca sözler söyleyen herkesi kapsayan genel bir uyarı olduğu dikkatten kaçırılmamalıdır. Nitekim insanın darlık ve sıkıntıya düştüğü zamanlarda Cenâb-ı Allah’ı kendisine karşı yükümlülükleri olan bir varlık olarak düşünmesi Kur’an’ın başka âyetlerinde soyut bir anlatım üslûbu içinde eleştirilmiş ve kendi konumu üzerinde daha dikkatli düşünmeye davet edilmiştir (meselâ bk. Fecr 89/16 vd.).
Kur’an’ın yahudiler hakkında verdiği bu tür bilgiler karşısında Hz. Muhammed’in Allah’tan vahiy aldığını kabul etmeleri gerekirken, aksine Resûlullah’a indirilene inanmadıkları için bu durum onların taşkınlıklarını arttırmış, insanlığın mutluluğu için ortak adımlar atmak yerine bitmez tükenmez çekişmelerin içine düşmüşlerdir. Âyet bu sûrenin 13-14. âyetleriyle birlikte değerlendirildiğinde, yahudilerin ve hıristiyanların dinî görünümlü çekişmelerin acılarına mâruz kalmalarının, Allah’a verdikleri sözü tutmamalarından ve O’ndan gelen uyarıları ve tâlimatı kabul etmemekte direnmelerinden kaynaklandığı anlaşılmaktadır. Yine âyetten anlaşıldığına göre gerçekleri bildikleri halde dini bir uzlaşma vesilesi olarak değil egolarının tatmin aracı olarak görmeye devam ettikleri sürece bu çekişmeler de sürüp gidecektir. Kuşkusuz bu örneklendirme ve uyarıdan müslümanların da sonuçlar çıkarmaları gerekmektedir.
Âyetin meâlinde geçen “Savaş ateşini tutuşturma” ifadesini sadece sıcak çatışma olarak anlamak doğru olmaz. Çünkü âyette kıtâl kelimesi değil, soğuk savaş da dahil olmak üzere her türlü savaşı kapsayan harp kelimesi kullanılmıştır (Reşîd Rızâ, VI, 458). Diğer yandan, ifadenin bağlamı göz önüne alındığında burada dinî ihtilâfları ön plana çıkaran çekişmelerin kastedildiği de söylenebilir. Âyetten anlaşıldığına göre, asırlar boyunca yahudilerin bozguncu kesimince sergilenen bağnaz tutumlar ve savaş duygularının harekete geçirilmesi için ortaya konan çabalar beklenen sonuçları vermemişse bunu ilâhî bir lutuf olarak görmek gerekir.
Ehl-i kitabın kendilerini karanlıktan kurtarıp aydınlığa çıkaran ilâhî bildirimlerin ve ihsan edilen dünya nimetlerinin kadrini bilemedikleri, böylece kendi elleriyle dünya ve âhiret mutluluğunu heder ettikleri, bununla birlikte içlerinde doğruyu arayan, davranışlarında taşkınlıktan kaçınan bir grubun da bulunduğu haber verilmektedir (Ehl-i kitap’tan dürüst davrananlar hakkında ayrıca bk. Âl-i İmrân 3/75).
Tevrat’ta da yahudilere Allah’ın buyruklarını yerine getirip yasaklarından kaçınmaları halinde Allah Teâlâ’nın onları bütün milletlerden üstün kılacağı ve nimetlerle bezeyeceği vaad edilmişti (Levililer, 26/3-12; Tesniye, 28/1-14). Buna göre âyetin, onların bu vaadin kıymetini bilemediklerine dikkat çektiği söylenebilir.
Âyette Tevrat ve İncil’i ve rableri tarafından diğer indirilenleri doğru dürüst uygulamış olma şartına bağlı olarak çeşitli rızıklardan bol bol yararlanıp refah içinde yaşama imkânından söz edildiğini dikkate alan bazı müfessirler, Ehl-i kitabın ve özellikle yahudilerin tarihte çektikleri büyük mahrumiyet ve sıkıntıların bu şartın icaplarını yerine getirmemelerinden kaynaklandığı yorumunu yapmışlardır. Aynı anlayıştan hareketle, günümüzde dünyanın en müreffeh toplumları arasında Ehl-i kitap mensuplarının bulunduğu göz önüne getirilirse, bu durumu, söz konusu toplumların bir mensubiyet açıklamasında bulunmasalar bile, fiilen, dünya hayatında ve refah toplumuna ulaşma amacında başarılı olabilmek için gerekli bulunan ilâhî-tabii kural ve yasalara uygun bir hayat düzeni geliştirme çabası içinde olmalarına bağlamak mümkündür. Burada dikkat edilmesi gereken bir husus şudur: Dinin icaplarına uymuş olmanın göstergesi, bazı dinî ayrıntıları ön plana çıkarmak değil her şeyden önce dinin insan hayatındaki yerini ve önemini idrak etmektir. Batı dünyasının din olgusu karşısında başarılı bir tavır sergileme yolunda ciddi mesafeler almış olmasının temelinde bu anlayışın bulunduğu gözlenmektedir. Gerçekten, bu tavır bazı seremonilere ve sembolik düzenlemelere özgüymüş gibi görünse de, bu tezahürler dine bakışla ilgili ilkeyi yansıtması açısından çok önemlidir. Zira bunun vazgeçilmez sonucu, dinin yükselen değerler arasındaki yerini alması, dine saygı sınırının ihlâline sıcak bakılmaması, dinî araştırmalara önem verilmesi, dinlerin ortak ilkelerinden yararlanılması ve vahyin yol göstericiliğine her zaman ihtiyaç bulunduğunun kabullenilmesi olmaktadır.
Esasen bağışlanma ve ödüllendirilme için iman, yeterli ve başlı başına bir sebeptir. Fakat Allah katında değer taşıyan iman sadece inanma sözcüklerini söylemekten ibaret olmayıp asıl önemli olan gönülden teslimiyettir. Bunun da olabildiğince davranışlarla pekiştirilmesi gerekir. Bundan ötürü imanın hemen ardından “Günahtan sakınma çabası göstermiş olsalardı” buyurulmuştur (Râzî, XII, 46). Buna göre, tek başına imandan söz eden âyet ve hadislerde, kuru kuruya iman sözcüklerini söylemenin değil, burada belirtildiği tarzda bir inancın yani sahibini üzerine titrercesine koruma çabasına iten, gerektiğinde uğrunda mahrumiyetlere ve yorgunluklara katlanmaktan haz duyulan bir teslimiyetin kastedilmiş olduğuna dikkat edilmelidir.
Taberî “Ehl-i kitap, farklılıklar taşıyan ve aralarında nesih (yürürlükten kaldırma) ilişkisi bulunan Tevrat, İncil ve Hz. Muhammed’e indirileni bir arada nasıl uygulayabilirler?” şeklinde hatıra gelebilecek soruyu şöyle cevaplar: Bunlar arasında bazı hüküm farklılıkları bulunsa bile, hepsi Allah’ın elçilerine iman etmeyi ve onların Allah katından getirdiğini yürekten onaylamayı emretme noktasında birleşmektedirler. Tevrat, İncil ve Hz. Muhammed’e indirileni birlikte uygulamalarından maksat ise, bunların içeriklerini (Allah katından olduğunu) yürekten kabul etmek, hepsinin birleştiği hükümleri uygulamak, farklı hükümler bakımından da kendisine uymanın farz kılındığı dönemle sınırlı olarak her birine göre amel etmektir (Câmiu’l-beyân [Şâkir], X, 462-463).
Âyette Ehl-i kitap’tan bir grubun sıfatı olarak kullanılan muktesıde kelimesinin masdarı iktisâddır. Sözlükte iktisat “mutedil davranma, orta yolu tutma” gibi anlamlara gelir. Gerek tarihte gerekse günümüzde başta inanç konusunda olmak üzere Ehl-i kitap içinde farklı anlayış ve tutuma sahip kişilerin ve fırkaların yer aldığı, bunlar arasında meselâ Hz. Îsâ’nın rab değil sadece Allah’ın elçisi olduğuna inananların, hatta Hz. Muhammed’in peygamber olduğunu kabul edenlerin bulunduğu bir gerçektir. Kanaatimizce âyette bu gerçeğe değinilmekte ve bütün Ehl-i kitap mensuplarının aynı kefeye konamayacağına dikkat çekilmektedir. Ehl-i kitap’tan davranışlarında itidalden ayrılmayan ve bir düşünceyi yargılarken insafı elden bırakmayanların Kur’ân-ı Kerîm’de böyle olumlu bir biçimde anılmaları, müslümanları başka inanç çevreleriyle diyalog imkânlarını araştırmaya yöneltmekte ve kendilerinin de davranışlarında itidali esas almaları gerektiğini hatırlatmaktadır. Gerçekten, önüne konan delilleri bağnazlık göstermeden değerlendirmeye alabilen kişinin doğruyu yakalayabilme ihtimali oldukça yüksektir. Fakat ne yazık ki âyetin sonunda belirtildiği üzere Ehl-i kitap mensuplarının çoğu bu şekilde davranmamaktadır. Bunun sonucunda da tarih sayfaları arasında Haçlı seferleri gibi insanlık için yüz kızartıcı tablolar oluşabilmiştir. Çağımızda ise Batı dünyası, evrensel değerler denen ve çoğu ilâhî dinlerin ortak ilkeleri olup İslâm tebliği ile kemal noktasına ulaşmış ve müslümanlarca asırlar boyu hayata geçirilmiş olan değerlere yönelmiştir. Bu düşünceyi hayata geçirmeye çalışan insaf sahibi bir kesimin bu tablolardan mahcubiyet duyduklarını ifade etme ihtiyacını bile hissettiği görülmektedir. Bununla birlikte bazı kritik durumlarda, yahudi ve hıristiyanlardan birçoğunun bağnazlıklarından sıyrılamadıkları ortaya çıkmaktadır. Yüce Allah, Ehl-i kitap içinde dinî bildirimler karşısında aklıselime göre hareket edenler bulunmakla beraber çoklarının tutumunun kötü olduğunu belirttikten sonra, ilâhî mesajı iletme görevinin muhatapların tutum ve davranışlarına göre sınırlandırılamayacağını bildirmekte ve Hz. Peygamber’den elçilik vazifesini tam olarak yerine getirmesini istemektedir.
“Eğer bunu (tebliğ işini) yapmazsan O’nun mesajını iletmemiş olursun” şeklinde tercüme edilen cümlede yer alan olumsuz şartla, bunun sonucunun aynı içerikte olduğunu dikkate alan müfessirler, bununla ne anlatılmak istendiği üzerinde durmuşlardır. Çoğunluğa göre burada anlatılmak istenen şudur: “Eğer ilâhî mesajın bir kısmını dahi tebliğ etmezsen onu hiç tebliğ etmemiş sayılırsın.” Bu yorumu zayıf bulan Râzî’ye göre, burada maksat, bu görevi yerine getirmemenin ne kadar ağır bir sonucu olduğunu vurgulamaktır; bu sebeple, bizâtihî onu ifa etmemiş olmak tebliğ görevini terketmenin en büyük müeyyidesi olarak gösterilmiştir (XII, 48-49). Önceki cümlenin ve 64. âyetin ışığında değerlendirerek bu cümleyi şöyle anlamak mümkündür: İlâhî mesajı tebliğ ettiğin insanlardan, özellikle Ehl-i kitap’tan çok olumsuz ve şiddetli tepkiler alacak olsan bile tebliğ görevini yerine getirmede asla çekingenlik ve tereddüt gösterme, onların oyunlarına ve tuzaklarına aldırış etme. Allah seni kötülerden koruyacak ve asıl hüsrana uğrayanlar inkârda direnenler olacaktır (İbn Âşûr, VI, 257-258).
Hz. Peygamber’in hayatı incelendiğinde, tebliğ konusunda çok titiz davrandığı, kendisine gelen vahyi hiç geciktirmeksizin sahâbeye bildirdiği görülür. Sahâbe de bu konuda üstlendikleri önemli görevin bilincinde olmuşlar ve Kur’an’ı kendilerine bildirildiği şekilde, hiçbir değişiklik, eksiltme ve ilâve yapmaksızın sonraki nesillere ulaştırabilmek için büyük bir çaba harcamışlardır. Bu samimi ve ciddi çaba sayesinde, işin başında belirlenen ilke ve yöntemlere bağlı kalınarak yazılı belgelerdeki bilgilerle hâfızalara nakşedilmiş olanların karşılaştırılması yoluyla tarihte o güne kadar emsali görülmemiş bir tesbit çalışması gerçekleştirilmiş, Resûlullah’ın emaneti aslına uygun biçimde ümmete ulaştırılmıştır (ayrıntılı bilgi için bk. “Tefsire Giriş” bölümünün “I. Kur’ân-ı Kerîm, A) Tanımı ve özellikleri, 4. Kur’an’ın korunması” başlığı).
Esasen bu âyet, insanlara tebliğ edilmek üzere kendisine vahyedilen bazı bilgileri saklamasının Hz. Peygamber’den asla beklenemeyeceğini ifade etmiş olmaktadır. Dolayısıyla bazı Şiîler’in, Kur’an’ın Hz. Ebû Bekir’in emriyle toplanıp Hz. Osman’ın girişimiyle çoğaltılan mushaftakilerden ibaret olmayıp önemli bir kısmının Resûlullah tarafından Hz. Ali’ye özel olarak bildirildiği, sonra onun evlâtlarına intikal ettiği ve halen–bazılarınca Mehdî el-Muntazar ve Vasî lakabıyla anılan– Ma‘sûm İmam nezdinde mahfuz bulunduğu yönündeki iddialarını açıkça çürütmektedir. Hz. Peygamber’in, bazı kimselere, yaptıkları görev gereği, halin icabı olarak veya kendilerine duyduğu özel sevgi sebebiyle Kur’an dışında bazı özel bilgiler vermiş olması ise bu konunun çerçevesi dışındadır (İbn Âşûr, VI, 260-261). M. Reşîd Rızâ özellikle Bâtınîler’in ve Kur’an’a tasavvuf perdesi altında kişisel arzularına göre mâna vermeye çalışanların bu âyeti kendilerine dayanak yapmalarını geniş bir biçimde eleştirir (bk. VI, 464-473).
Tebliğ buyruğunun vurgulanması, ilâhî mesajın ilgili olan herkese ve sürekli biçimde duyurulması gerektiğini de ifade eder. Hz. Muhammed’in bu konuda da canlı bir örnek ortaya koymuş olduğunu dikkatten kaçırmayan müslümanlar, İslâm’ın öğretilerini ulaşabildikleri her yere kesintisiz biçimde iletebilme çabası içinde olmuşlardır (bk. Mustafa Çağrıcı, “Da‘vet”, DİA, IX, 16-19). Bir süreden beri meselâ Hıristiyanlığın tanıtılması gayretlerine oranla müslümanların bu alandaki çalışmalarının cılız kaldığı ise acı bir gerçektir (Kur’an’ın çağrı yöntemi konusundaki buyruğu için bk. Nahl 16/125).
“Allah seni insanlardan koruyacaktır” meâlindeki cümle açıklanırken tefsirlerde birçok olay anlatılır. Ne var ki bunların gerçekliği konusunda eleştiriye açık noktalar bulunmaktadır. Bunlara değinen Derveze’nin belirttiği gibi önemli olan âyetteki asıl amaçtır, bu da Hz. Peygamber’in kalbine güven aşılayıp mâneviyatını yükseltmek ve zorluklara karşı direnme gücünü pekiştirmektir (XI, 148-151). Ehl-i kitaba, aynı kaynaktan gelmeleri itibariyle bütün ilâhî bildirimlere aynı saygıyı göstermedikleri sürece tutarlı bir yol izlememiş olacakları ve sağlam bir temele sahip olamayacakları hatırlatılmaktadır. Tevrat ve İncil’in asıllarının korunamadığı, dolayısıyla Ehl-i kitabın bu hitap esnasında onları tam olarak uygulamalarının mümkün olmadığı dikkate alınırsa, burada muhatapların son peygamber Hz. Muhammed’in bildirdiklerine ihtiyaçlarının bulunmadığı iddiaları çürütülmüş ve Kur’an’a başvurma dışında alternatiflerinin bulunmadığına dikkat çekilmiş olmaktadır. Zira Allah katından geldiği hususunda hiçbir kuşkuya mahal bırakmayan Kur’an, bir taraftan Tevrat ve İncil’i (orijinal halindeki içeriğini) onayladığını, diğer taraftan da Ehl-i kitabın bu kutsal kitapları tahrif ettiğini haber vererek, kendilerinin de çok iyi bildiği bir olgudan hareketle kendi hakemliğine başvurmanın kaçınılmazlığını ortaya koymaktadır (âyetin “Siz Tevrat’ı, İncil’i ve rabbinizden size indirileni doğru dürüst uygulamadıkça” şeklinde mâna verilen kısmının açıklaması için 66., “Rabbinden sana indirilen, onlardan birçoğunun azgınlığını ve inkârcılığını kuşkusuz arttıracaktır” diye çevrilen kısmının açıklaması için 64. âyetin tefsirine bk.). Burada anılan yahudi, Sâbiî ve hıristiyanlardan maksadın kimler olduğu ve verilen müjdenin kapsamı Bakara sûresinde açıklanmıştır (bk. 2/62). İsrâiloğulları’ndan, Allah’tan başka tanrı edinmeme, ana-babaya hürmet etme, cana kıymama ve hırsızlık yapmama gibi konularda “mîsak” (kesin söz) alınmıştı (bk. Bakara 2/40, 83-84). İsrâiloğulları’nın, işlerine gelmeyen ve çıkarlarıyla çelişen hükümler getiren peygamberlerin pek çoğunu ya yalancılıkla itham ettiklerine veya onları öldürdüklerine Kur’ân-ı Kerîm’in birçok âyetinde değinilmiştir (meselâ bk. Bakara 2/87; Âl-i İmrân 3/21). Açık hakikatler gözlerinin önüne serilmişken bunları görmezden ve duymazdan gelen İsrâiloğulları hiçbir sınava tâbi tutulmayacaklarını ve başlarına hiçbir felâketin gelmeyeceğini sanmışlardı. Âyette onların bu tutumunun tövbelerinin kabulünden sonra da birçoklarınca tekrar edildiği belirtilmiş, fakat bunların zamanı hakkında bilgi verilmemiştir. Bir yoruma göre birincisiyle yahudilerin Hz. Zekeriyyâ, Yahyâ ve Îsâ zamanındaki tutumları, ikincisiyle Hz. Muhammed’in tebliğine karşı sergiledikleri tavır kastedilmiştir. Başka bir yoruma göre her ikisi Hz. Mûsâ zamanında olmuştur: Birinci kör ve sağır kesilmelerinden maksat buzağıyı tanrı edinmeleri, ikincisinden maksat ise Allah’ı açıkça görme talebinde bulunmalarıdır. Bazı müfessirler ise burada İsrâ sûresinin 4-7. âyetlerinde sözü edilen kötülüklerine ve bu yüzden başlarına gelen iki büyük felâkete işaret edildiği kanaatindedirler (Râzî, XII, 57-58).
Âyetin son cümlesindeki “yapmakta olduklarını” şeklinde çevrilen kısmına müfessirlerin çoğunluğunca “yapmış olduklarını” şeklinde geçmiş zaman anlamı verilmesini isabetli bulmayan Reşîd Rızâ buradaki inceliği şöyle açıklar: Burada kastedilen, yahudilerin son peygambere kurdukları tuzaklar ve nefislerinin buyruğuna uymalarının onları bir defa daha kör ve sağır hale getirmiş olduğu, böylece önceki peygamberlerin Hz. Muhammed hakkında belirttikleri üstün nitelikleri, onun getirdiği hidayet ışığını görmez ve onun anlattığı açık kanıtları duymaz hale geldikleridir. Yüce Allah önce onların geçmişteki fiillerine dair somut bir anlatımda bulunarak hâlihazırda onlar ve onlar gibi davrananların eylemleri için bir örnekleme yapmıştır (VI, 481-482). Asırlar boyunca Hıristiyanlık âlemini meşgul etmiş ve kilise tarafından olabildiğince karmaşık hale getirilmiş olan Hz. Meryem’in ve Hz. Îsâ’nın mahiyeti meselesine Kur’an herkesin anlayabileceği bir üslûpla açık ve kesin bir cevap getirmektedir: Meryem oğlu Îsâ Mesîh sadece bir peygamberdir; annesi de dürüst, inançlı ve namuslu bir insandır; her ikisi yiyip içerlerdi, yani beşer dışında düşünülmemesi gereken varlıklardı. Oysa hıristiyan din adamlarınca günümüzde de canlı tutulmaya çalışılan anlayış, –aşağıda açıklanacağı üzere– Hz. Îsâ’nın bilinegelen anlamda bir peygamber olmadığı, Tanrı inancının bir ögesini oluşturacak ölçüde insan üstü bir varlık (rab) olduğu yönündedir.
Hz. Îsâ’nın erken dönemlerden itibaren Tanrı’nın enkarnasyonu olarak kabul edilmesi, onun insanî özelliğinin mi yoksa ilâhî özelliğinin mi ağır bastığı tartışmasını gündeme getirmiş, bu tartışmalar sonucunda başlıca üç eğilim belirginleşmiştir: a) Günümüz hıristiyan dünyasında büyük çoğunluğun savunduğu Îsâ’da hem insanlık hem de ilâhlık unsurlarının eşit oranda bulunduğu fikri (dyotheletism), b) Îsâ’da bulunan insanlık unsurunun ilâhlık unsurunun içinde erimiş olduğu ve bundan dolayı Îsâ’daki tek unsurun ilâhlık olduğu yönündeki monofizit görüş (monothelitism), c) “Subordionistler” diye adlandırılabilecek grupların kabul ettiği Îsâ’da ilâhlık unsurunun bulunmadığı ve yanlızca insanlık unsurunun bulunduğu fikri (bk. Mehmet Aydın, “Hıristiyanlık [Hıristiyan İnançları]”, DİA, XVII, 347; Hıristiyanlık’ta teslîs inancının ortaya çıkışı ve mahiyeti hakkında bilgi için ayrıca bk. Nisâ 4/171 ve Mâide 5/17).
“Üç unsurdan biridir” ifadesindeki “üç”ten maksadın ne olduğu hususunda iki farklı görüş ortaya konmuştur. Bunlardan birincisine göre “üç”ten maksat Allah Teâlâ, Hz. Meryem ve Hz. Îsâ’dır. Bu yorumu yapanlar yine bu sûrenin “Ey Meryem oğlu Îsâ! İnsanlara, sen mi ‘Allah’ın dışında beni ve annemi birer tanrı kabul edin’ dedin?” meâlindeki 116. âyetine dayanırlar. Diğer yoruma göre ise burada “üç”ten maksat, “ekanîm-i selâse” yani baba, oğul ve Rûhulkudüs’tür (Râzî, XII, 59).
Burada Hz. Meryem’in de bir insan olduğuna vurgu yapılması, Hıristiyanlık’ta insan üstü varlık anlayışının Hz. Îsâ ile sınırlı tutulmadığını gösterdiği gibi, yukarıda meâli verilen 116. âyet ona tanrıça muamelesi yapanların bulunduğuna işaret etmektedir. Tarihî bilgiler de, Arabistan’da Collyridienler diye anılan ve Hz. Meryem’e tanrıça gibi tâzimde bulunup tatlı yiyecekler sunan kadınlardan müteşekkil sapkın bir hıristiyan grubun yaşamış olduğu yönündedir (bk. A. J. Wensinck-P. Johnstone, “Maryam”, EI2 [Fr.], VI, 614; John Reumann, “Mary”, The Encyclopedia of Religion, IX, 251). Ancak Kur’an’ın çok mevziî kalmış bu tür bir sapkın eğilime işaret etmekteki asıl amacı, Hıristiyanlık’ta genel kabul gören Hz. Meryem anlayışını mahkûm etmek ve son tahlilde bu anlayışın da onu tanrılaştırmaktan pek farklı olmadığını belirtmek olabilir. Gerçekten Hz. Meryem’i “theotokos” (tanrı taşıyan) değil, anthropotokos (insan taşıyan) olarak nitelendiren İstanbul Patriği Nestorius’un bu tezi 431 tarihli Efes Konsili’nde reddedilip ona “tanrının anası” (theotokos, mater dei) lakabının verilmesi, putperest dinlerdeki büyük tanrıçaana tanrıça (Magna Mater), müennes (dişi) elemana ihtiram âdetlerinin yeniden gelişmesine zemin hazırlamıştır. Bu karardan sonra yapılan resim ve heykellerde bile bu bellidir. Öte yandan, Protestanlar’ın Katolik kilisesine yönelttikleri ithamlardan biri de kilisenin Meryem’i tanrılığa (bazılarınca, üçleme içine) yükselttiği şeklindeki suçlamadır (bk. Günay Tümer, Hıristiyanlık’ta ve İslâm’da Hz. Meryem, s. 128, 136; Mehmet Aydın, “Hıristiyanlık [Mezhepler ve Tarikatlar]”, DİA, XVII, 355).
Cenâb-ı Allah Ehl-i kitabı bir defa daha bu büyük yanlıştan vazgeçmeye, kendisinin engin af ve mağfiretine sığınmaya davet etmekte, sapkınlıkta ısrar etmelerinin acı âkıbetini haber vermekte, dinde aşırılığa kaçmaktan sakınmaya, sapan ve başkalarının da sapmasına yol açan kişiler tarafından dinin bir sömürü aracı yapılmasına fırsat vermemeye çağırmaktadır. Bazı müfessirler 77. âyetteki “dininizde” diye çevrilen ifadenin “olması gereken anlamıyla dininizde” şeklinde anlaşılması gerektiğine de dikkat çekmişlerdir (İbn Atıyye, II, 223). De ki: “Ey Ehl-i kitap! Hakkın sınırlarını aşarak dininizde aşırılığa gitmeyin. Daha önce kendileri saptığı gibi birçoklarını da saptıran ve yolun doğrusundan uzaklaşan bir topluluğun keyfî istek ve arzularına uymayın.” Dâvûd aleyhisselâm Allah’ın İsrâiloğulları’na gönderdiği peygamberlerden olup kendisine Zebûr adını taşıyan ilâhî kitap verilmiştir (bilgi için bk. Bakara 2/251; Sâd 38/17 vd.).
Lânet, yüce Allah’ın kulunu hoşnutluğundan, rahmet ve inâyetinden yoksun kılmasının, ona gazap etmesinin en şiddetli ifadesidir (bu konuda bk. Bakara 2/159; Âl-i İmrân 3/87). Burada İsrâiloğulları’nın taşkınlık ve nankörlükte ileri gitmeleri sebebiyle ilâhî lânete uğramalarından söz edilmektedir.
Hz. Dâvûd’un İsrâiloğulları’na lânette bulunması, tefsirlerde genellikle, onların cumartesi günü yasağını ihlâl etmeleri sebebiyle ağır bir bedduaya mâruz kalmaları ve maymuna dönüştürülmeleri olayı ile açıklanır (bu konuda bilgi için bk. Bakara 2/65; A‘râf 7/163-166). Hz. Îsâ’nın onları lânetlemesinden maksadın ise bu sûrenin 112-115. âyetlerinde yer alan gökten sofra indirme mûcizesine rağmen inkârcılıkta direnenler hakkındaki bedduası olduğu kaydedilir. Bazı bilginlere göre burada, kendilerinin peygamber çocukları olduğu iddiasıyla övünen İsrâiloğulları’na uyarıda bulunulmakta, inkârcılığa sapmaları ve kötülüklere dalmalarından ötürü peygamberler tarafından lânetlenmiş olduklarını da unutmamaları gerektiği hatırlatılmaktadır. Başka bir yoruma göre bu âyette, Dâvûd ve Îsâ peygamberlerin Hz. Muhammed’in geleceğini müjdeleyip onu yalancılıkla itham edenlere lânette bulunduklarına işaret edilmektedir (Râzî, XII, 63-64). İbn Atıyye bu konudaki rivayetlere değindikten sonra şöyle der: Âyetin metninde “mesh”ten (başka bir çirkin varlığa dönüştürmeden) söz edilmemiştir. Âyetin metninden çıkan anlam, Allah’ın onlara lânet ettiği, onları rahmetinden uzaklaştırdığı ve bunun Hz. Dâvûd zamanındaki mümin kullarına Dâvûd’un, Hz. Îsâ zamanındaki müminlere de Îsâ’nın diliyle haber verilmiş olduğudur (II, 223-224). Anılan iki peygamber arasında 1000 yıldan fazla bir sürenin geçtiği ve lânet gerekçesi olarak “Sınırı aşıyorlardı” ifadesinin yer aldığı dikkate alınınca âyette, bu kavmin ilâhî gazabı hak ettirecek sapkınlıklarının süreklilik taşıdığına işaretin bulunduğu da gözden kaçmamaktadır (Reşîd Rızâ, VI, 490; İbn Âşûr, VI, 292).
Kitâb-ı Mukaddes’te Dâvûd’un sevgisine düşmanca karşılık verenlerden söz edip onlar hakkında lânetkâr ifadeler kullandığı görülür (bk. özellikle Mezmurlar, 109/2-29).
İsrâiloğulları’ndan bazılarının lânetlenmesinin gerekçesini belirten “Çünkü onlar isyan etmişlerdi ve sınırı aşıyorlardı” ifadesindeki “isyan” Allah’ın buyruklarına karşı gelme, “sınırı aşmak” ise başkalarının haklarına saldırıda bulunma ve özellikle peygamberlerin canlarına kıyma şeklinde açıklanır (İbn Âşûr, VI, 293). Toplumlarda ahlâkî değerlerin erozyona uğraması ve ahlâkın çökmesi mâşerî vicdanda duyarlılığın azalma eğilimi göstermesi ile yakından ilgilidir. Bu da bireylerin kötülükler karşısında rahatsızlık duymama alışkanlığı kazanmaya başlamasıyla olur. Kısa sürede bulaşıcı bir hastalık gibi yayılan bu alışkanlık toplumsal refleksleri dumura uğratır. Âyette “İşledikleri kötülükten birbirlerini vazgeçirmeye çalışmıyorlardı” buyurularak, bu hastalığın yayılmasına karşı bütün bireylerin duyarlılık göstermeleri ve karşılıklı ikaz görevinin sistemli bir biçimde sürdürülmesi gerektiğine dikkat çekilmektedir. Müslümanların benzeri bir konuma düşmemeleri için birçok âyette ve hadiste “emir bi’l-ma‘rûf ve nehiy ani’l-münker” (iyiliği özendirme ve kötülükten caydırma) görevinin önemi üzerinde durulmuş ve bu görevin kurumsallaştırılması ideal bir müslüman toplumun övülen nitelikleri arasında anılmıştır (bu konuda bilgi için bk. Âl-i İmrân 3/104).
“Birbirlerini vazgeçirmeye çalışmıyorlardı” diye çevirdiğimiz “lâ yetenâhevne” ifadesindeki fiilin kökünde iki farklı anlam bulunduğu için, bunu “İşledikleri kötülüklere son vermiyorlar, bunlardan vazgeçmiyorlardı” şeklinde de anlamak mümkündür; fakat müfessirlerin çoğunluğu bireylerin karşılıklı uyarı görevini öne çıkaran birinci mânayı daha güçlü bulmuşlardır. Hz. Peygamber’in İsrâiloğulları hakkındaki bazı açıklamaları da çoğunluğun görüşünü desteklemektedir. Meselâ Abdullah b. Mes‘ûd’un rivayetine göre Resûlullah, İsrâiloğulları arasında kötü davranışların yaygınlaşmaya başlamasını şöyle tasvir etmiştir: Bir kimse günah işleyen birine rastladığında ona “Allah’tan kork! Bu işi yapma, sana helâl değildir” der, ertesi gün onu aynı halde görse de onunla birlikte oturabilmek ve yiyip içebilmek için artık ikaz etmezdi. Hepsi böyle yapar hale gelince Allah onların kalplerini de (ahlâk ve duygularını da) birbirine uygun hale getirdi. Rivayete göre Hz. Peygamber bu açıklamayı takiben tefsir etmekte olduğumuz âyeti okumuş sonra şöyle buyurmuştur: “Aman dikkat edin! Allah’a andolsun sizler de ya iyiliği emredip kötülükten sakındırır ve zalime zulmünden vazgeçinceye kadar baskı yaparsınız ya da Allah sizin de kalplerinizi birbirine benzetir, onlara lânet ettiği gibi size de lânet eder” (bu konudaki rivayetler için bk. Taberî, IV, 318-319; Tirmizî, “Tefsîr”, 6 ; Ebû Dâvûd, “Melâhim”, 17; İbn Mâce, “Fiten”, 20).
Peygamber aleyhisselâm Hz. İbrâhim’in savunduğu tevhid inancının kökleşmesi için gönderildiğini bildirmiş, Tevrat ve İncil’in ilâhî kitaplar olduğunu kabul etmiş olmasına rağmen yahudilerden birçoğu Resûlullah’a sıcak ilgi göstermek bir yana ona karşı husumeti körüklemek üzere inkârcılarla dostluklar kurup onlarla iş birliği yapmaya çalışıyorlardı. Burada “inkârcılar” kelimesiyle hem Mekke müşriklerinin hem de Medine’de yaşayan ve iman etmiş gibi görünüp gerçekte inanmamış olan münafıkların kastedilmiş olması muhtemeldir. Onlardan birçoğunun inkârcıları dost edindiklerini görürsün. Onların önceden kendileri için hazırladığı şey, yani Allah’ın onlara gazap etmesi ne kötü bir sonuçtur! Hem de onlar azapta sürekli kalacaklardır. “Eğer onlar Allah’a, Peygamber’e ve ona indirilene iman ediyor olsalardı o inkârcıları dost edinmezlerdi” cümlesinde geçen “peygamber” kelimesi, burada kendilerinden söz edilenlerin kim olduklarına göre yorumlanmıştır. Âyette eski dönemlerdeki yahudilerden bahsedildiğini düşünenler, bunu onların zamanındaki peygamber olarak açıklarlar. Kur’an’ın indiği dönemdeki yahudilerden söz edildiği kabul edildiğinde ise buradaki peygamber kelimesiyle kastedilenin Hz. Muhammed veya tâbi olduklarını iddia ettikleri Hz. Mûsâ olabileceği yönünde iki farklı yorum yapılmıştır. Bu âyetlerden ilk dördünün Habeş Necâşîsi Ashame ve çevresindeki insaf sahibi hıristiyanlar hakkında indiği rivayet edilir. Bu rivayetlere göre, hükümdar Mekke müşriklerinin zulüm ve baskısı karşısında Habeşistan’a göç etmek zorunda kalan müslümanları dinlemek üzere ileri gelen din bilginlerini ve rahipleri de çağırmıştı. Necâşî “Sizin kitabınızda Hz. Meryem’den söz ediliyor mu?” diye sorunca müslümanlar onun adıyla bir sûre bulunduğunu belirtip Kur’an’dan bazı bölümleri okudular. Okunanlar oradaki samimi inanç sahibi hıristiyanları duygulandırdı ve onları ağlattı. Tefsirlerde, hükümdarın Hz. Peygamber’e gönderdiği bir heyetin ve Resûlullah zamanında Medine’ye gelen başka hıristiyan grupların Kur’an’ı dinlerken dinî bir coşku ile ağladıklarına dair rivayetler de vardır (Taberî, VII, 1-6; İbn Atıyye, II, 225-227; Elmalılı, III, 1796). 82. âyette, Hz. Muhammed’in temas halinde olduğu inanç çevreleri, kendisine iman edenlere karşı tutumları bakımından iki gruba ayrılmakta, bunlardan yahudilerin ve müşriklerin müslümanlara olumsuz baktıkları, en olumlu bakışın ise hıristiyanlara ait olduğu belirtilmektedir. Bu, belirli inanç kesimlerini kesin bir tasnife tâbi tutup buna göre dost veya düşman ilân etme amacı taşımamaktadır. Âyetteki bu tesbitin o dönemdeki olguya tamamen uygun olduğu tarihen sabittir: Medine’deki yahudiler müslümanları bir kaşık suda boğabilmek için türlü entrikalara başvurmuşlar, Mekke’deki müşrikleri kışkırtma ve onlarla iş birliği imkânları araştırma dahil bu uğurda her yolu denemişlerdir. Mekke müşrikleri müslümanlara açıkça savaş ilân edip husumetlerini en şiddetli biçimde ortaya koydukları ve inanç bakımından da müslümanlara yahudilere nisbetle daha uzak oldukları halde, muhtemelen âyette yahudiler hem kendi imkânlarını kullanmaları hem de başka düşman potansiyelleri harekete geçirmeye çalışmaları yüzünden müşriklerden de önce anılmışlardır. Bu arada, yahudilerin kendilerini uyarmak ve aydınlığa çıkarmak üzere gönderilen peygamberleri öldürmekten çekinmemeleri ve bu özelliklerine Kur’an’da yer yer gönderme yapıldığı da göz önünde bulundurulmalıdır. Öte yandan, Habeşistan necâşîsinin kendi ülkesine göç etmek zorunda kalan müslümanlara yaptığı iyi muamele, Hz. Peygamber’in değişik ülkelerin hükümdarlarına yolladığı elçilere ve İslâm’a çağrı mektuplarına gösterilen en olumlu tepkilerin hıristiyanlardan gelmiş olması da (bk. Levent Öztürk, “Etiyopya [Tarih]”, DİA, XI, 492-493), âyetteki tasvirle tamamen örtüşmektedir. O dönemdeki bu tavrın, hıristiyanların müslümanların uzağında, yahudilerin ve müşriklerin ise yakınında hatta onlarla iç içe olmalarına bağlanması gerektiği, düşmanlık ve sevginin o gün de bugün de din veya dünya adına menfaat ve egemenlik çekişmesinin eseri olduğu, dinin bu konuya herhangi bir etkisinin bulunmadığı ileri sürülebilir. Hatta tarihte ve günümüzde müslümanlarla yahudiler, çok tanrı inancına sahip olanlar ve hıristiyanlar arasındaki ilişkilerden bu düşünceyi destekleyen örnekler verilebilir. Bu bakış genel olarak isabetli olsa da, Kur’an’ın amacını ortaya koyma açısından doğru ve yeterli değildir. Kur’an burada çekişme olgusunu açıklamanın ötesinde daha yüksek, daha kapsamlı bir gerekçeye ışık tutmaktadır ki o da şudur: Düşmanlık ve sevginin asıl gerekçesi tarafların dinî ve dinî olmayan gelenekleriyle ahlâkî ve sosyal terbiyelerinin sonucu olarak oluşan hâlet-i rûhiyedir. Bu âyette hıristiyanların sevgi beslemelerinin sebebine dikkat çekilmiş, yahudilerin düşmanlıklarının sebebine ise değinilmemiştir. Çünkü onların hâlet-i rûhiyeleri birçok sûrede açıklanmıştır. Yahudi ve müşrikleri müslümanlara karşı düşmanca davranmaya yönelten ortak vasıflar arasında kendini beğenmişlik, haddini bilmezlik, ırkçılık, maddeperestlik, sevgi ve şefkat duygularının zayıf oluşu sayılabilir. Câhiliye Arapları yahudilere nisbetle daha ince duygulu, cömert, diğerkâm ve hürriyete düşkündüler. Âyette yahudilerin önce anılması bu sebebin yanı sıra, peygamberleri öldürme ve başkalarının mallarını haksız yere yeme alışkanlıklarından dolayı olmalıdır. Tabii ki her toplumda iyiler ve kötüler bulunur. Burada işaret edilen hususlar inanç gruplarının toplumsal karakterleriyle ilgilidir. Öte yandan yahudilerin tek Tanrı inancına sahip olmaları dolayısıyla müslümanlara hıristiyanlardan daha yakın oldukları düşünülebilir. Fakat Hıristiyanlığa sonradan sokulan ve mensupları tarafından da anlaşılıp mâkul bir izaha kavuşturulamamış olan teslîs inancının onların davranışları ve müslümanlara bakışları üzerinde önemli bir olumsuz etkisi olmamıştır. İnsanları birbirine yaklaştıran veya uzaklaştıran asıl faktör ahlâkî davranışlar ve âdâb-ı muâşerettir. Hıristiyanların Allah inancı konusundaki yanlışlıkları ve sapık düşünceleri ise zaten Kur’an’da değişik vesilelerle eleştirilmiştir. Burada söz konusu olan inançlar değil davranışlardır (Reşîd Rızâ, VII, 5-11). Bu iki kesimin müslümanlara düşman olma sebeplerini, âyette hıristiyanlarla ilgili olarak yapılan açıklamadan da anlamak mümkündür. Âyette bunlar hakkında “Yine, onlar arasında inananlara sevgi bakımından en yakın olanların da ‘Biz hıristiyanız’ diyenler olduğunu göreceksin. Çünkü bunların içinde (insaflı) keşişler ve rahipler vardır ve onlar büyüklük taslamazlar” buyurulmuştur. Burada önce o dönemde Araplar arasında yaygın olarak bilinen ve gözleme dayanan bir tesbite yer verildiği görülmektedir. Zira hıristiyan keşiş ve rahipler Araplar arasında tevazu, hoşgörü ve diğer ahlâkî erdemleriyle, yine mâbedlerin imarı için özel çaba sarfetmeleriyle tanınan örnek birer şahsiyet olarak tanınıyorlardı. Nitekim o dönem Arap şiirinde bu hususa vurgu yapan parlak sözler bulunmaktadır. Bünyesinde bu tür insanları barındıran ve onları saygın bir konuma getiren bir toplumun ahlâkî bakımdan kendini düzeltmesi ve dolayısıyla müslümanlara yakın davranması da tabii olacaktır (İbn Âşûr, VII, 7-9). Onların temel özelliğini belirten soyut ifade ise âyetin sonunda yer almıştır ve bu, esasen bütün ilâhî dinlerin temel umdelerinden olan “İnsanın yüce Allah’ın kudreti karşısında kendi küçüklüğünün ve aczinin idraki içinde olması, bu sebeple de bir yandan O’na mutlak biçimde itaat etmesi diğer yandan O’nun yarattıklarına karşı şefkatle muamele etmesi” ilkesinin bir başka ifadesidir. Şu halde âyette, alçak gönüllü olmayı ve kendine kötülük edene bile hoşgörülü davranmayı öğütleyen Hıristiyanlığın bu anlayışa diğer dinlere nisbetle daha yatkın olduğuna işaret edilmiş olmalıdır. “Ve onlar büyüklük taslamazlar” şeklinde tercüme edilen cümle, “İzan sahibidirler yani ön yargılı davranmayıp karşı tarafı dinlerler” şeklinde de yorumlanmıştır (Taberî, VII, 1). Ayrıca âyette, bir toplumda ilâhî buyruk ve yasakları sürekli olarak inceleyen ve insanlara bu doğrultuda yol gösteren bilginlerin ve kendini Allah’a kulluk etmeye adamış insanların bulunmasına olumlu bir tarzda değinilmiştir. Buradan, –İslâm’da ruhbanlık tasvip edilmemekle beraber– dinin araştırılması ve yaşanmasına destek veren toplumların zihin ve gönüllerini hakikat çağrısına kapatmamış olmaları dolayısıyla gerçeği yakalama şansına daha fazla sahip olacakları anlaşılmaktadır (Kur’an’ın ruhbanlık yani din adamları sınıfının oluşturulması konusundaki yaklaşımı hakkında bk. Tevbe 9/ 31, 34; Hadîd 57/ 27). 84. âyette geçen “Bütün emelimiz rabbimizin bizi erdemliler topluluğuna dahil etmesi olduğuna göre, Allah’a ve bize gelen gerçeğe niçin iman etmeyelim?” meâlindeki sözün, Hz. Muhammed’in bildirdiklerinin Allah katından gelen gerçekler olduğuna kanaat getiren dindar hıristiyanlara ait olduğu anlaşılmaktadır. Ancak bu sözün, onların önceki dinlerini bırakıp İslâm’a girme kararı verirlerken karşılaştıkları tereddütten dolayı ve yaptıkları bir iç muhasebe sonucunda söylemiş olmaları yanında, başkalarına verdikleri bir cevap olması da muhtemeldir. Bir yoruma göre bu cevap, kendi dindaşlarından ve çevrelerinden müslüman olma kararına karşı çıkanlara ve içlerine kuşku düşürmeye çalışanlara verilmiş olmalıdır. Bu konudaki bir rivayet ise, onların İslâm’a girdikleri haberini alan yahudilerin kendilerini bu karardan vazgeçirme çabaları karşısında verdikleri bir cevap olduğu yorumunu desteklemektedir (İbn Âşûr, VII, 11-12). Müminlere, Allah’ın hoşnutluğunu kazanmak için kendilerini ve başkalarını hayatın helâl olan güzelliklerinden mahrum bırakma yoluna girmemeleri çağrısının bu âyette yapılmış olması, 82. âyette kendini ibadete veren hıristiyan din adamlarından olumlu biçimde söz edilmesinin yanlış anlaşılmasını da önlemiş olmaktadır. Nitekim bu iki âyetin iniş sebebi olarak anılan olaylar, Resûlullah zamanında bile bazı müminlerin dünyadan el etek çekerek zâhidâne bir hayat sürdürme arzusu içine girdiklerini, özellikle yeme-içme, dinlenme, giyim-kuşam, evlenme ve evlilik hayatının icaplarını yerine getirme konularında mahrumiyeti temel hayat felsefesi haline getirmeye yöneldiklerini, hatta bazılarının zühd yarışına girdiğini, bunun sonucunda gerek kendilerinin gerekse aile fertlerinin zarar görmesi sebebiyle Hz. Peygamber tarafından uyarıldıklarını göstermektedir (bk. Buhârî, “Edeb”, 86, “Teheccüd”, 20; Müslim, “Sıyâm”, 186, 188; Taberî, VII, 8-11; Reşîd Rızâ, VII, 20-25).
Öteden beri insanların kendi iradeleriyle bazı yasaklar koyup bunları gelenek haline getirdikleri ve çoğu defa Tanrı’nın isteği imiş gibi takdim ederek onlara dinî bir renk verdikleri bilinmektedir (Câhiliye döneminde yaygın olan bu tür uygulamalardan bazı örnekler için bk. En‘âm 6/143-144; bu zihniyetin reddi için bk. A‘râf 7/32). Bu tür telakkilerin günümüzde de dünyanın birçok yerinde dinî inanç biçiminde yaşadığı ve modern toplumlarda da bireysel bâtıl inanışlar tarzında yaygın bulunduğu görülmektedir.
Muhammed Esed tayyibât kelimesini, Taberî’nin “insanın arzuladığı ve gönlünün çektiği zevk verici şeyler” şeklindeki (VII, 8) açıklamasına dayanarak “hayatın güzellikleri” diye çevirmiştir (I, 210). Bu anlayışa katılmakla beraber biz kelimeyi mutlak olarak “güzellikler” şeklinde çevirmeyi tercih ettik.
“Sınırı aşmayın” ifadesi “Helâli haram sayarak Allah’ın hükümranlık sınırına girmeyin” mânasında anlaşılabildiği gibi, “Başkalarının haklarına tecavüz etmeyin” veya “Helâl de olsa verilen nimetlerden yararlanırken mâkul sınırın ötesine geçmeyin, israftan kaçının” şeklinde de yorumlanmıştır. Birinci anlam esas alınırsa bu, “Allah’ın size helâl kıldığı güzellikleri yasak saymayın” cümlesini teyit etmiş olur. Diğer bir anlayışa göre ise burada maksat, “Haramın helâl sayılmasını yasaklayan” birinci fiilin yanlış anlaşılmasını önlemek ve aksi yönde davranmanın da yasak olduğunu hatırlatmaktır; bir başka anlatımla, burada kastedilen anlam şudur: “Helâllerin sınırını zorlayıp bazı haramları helâl haline getirmeyin” (İbn Atıyye, II, 228; Zemahşerî, I, 360-361).
Bu âyetler, İslâm’da, yasaklandığına dair bir delil bulunmadıkça insanın yararlanabileceği her şeyin kural olarak helâl olduğunu ifade eden “ibâha-i asliyye” ilkesi için güçlü bir dayanak oluşturmaktadır. İslâm bilginlerinin “istishâb” delili içinde inceledikleri bu ilkenin hayata geçirilmesinde müslümanların zaman zaman başarılı olamamalarının, İslâm dünyasının bilim, sanat vb. alanlarda gerilemesinde çok etkin bir rolü olmuştur. Bu ilkenin uygulanmasında fazlaca ihtiyatlı davranılmış olması, zamanla kişilerin zihnî ve bedenî potansiyellerini âzami ölçüde harekete geçirebilmelerine ve doğadaki imkânlardan olabildiğince yararlanabilmelerine engel teşkil eder hale gelmiş, atılacak her adım için özel bir meşruiyet delili aranır olmuştur. Bu tutum, hiçbir sınır tanımaksızın her türlü davranışı meşrû sayma şeklinde bir anlayışa sapma endişesiyle izah edilebilirse de, bunu yeterli ve haklı bir gerekçe olarak kabul etmek mümkün değildir. Zira âyette değinilen bu genişlik ve özgürlük, sınırın aşılmaması ve Allah’ın yasaklarından sakınma kaydına bağlanmıştır. Konan bu kaydın doğru uygulanışı ise, önce yasakçı bir zihniyeti hâkim kılmak, sonra özel istisnalar yaparak serbestlik getirmek değildir. Bu konuda izlenmesi gereken yol, insanın yeteneklerini olabildiğince ortaya çıkarmasına ve evrende insanın istifadesine sunulan imkânlardan âzami ölçüde yararlanmaya imkân veren bir anlayışın esas alınması, bunun yol açabileceği sapma ve kaymaların da iyi bir eğitimle ve yaptırımların sağlıklı biçimde işletilmesiyle, dolayısıyla bilinçli bireylerin oluşturduğu sosyal kontrol mekanizmalarıyla önlenmeye çalışılmasıdır.
Bu anlayışın toplumda hâkim olması halinde, bireysel hayatta –meşruiyet çerçevesi içinde– dünya nimetlerinden olabildiğince fakat ölçülü biçimde yararlanma alışkanlığı kazanılmış olacak, toplum düzeyinde de tüketim arzusunun zinde kalması sayesinde üretim artacak ve ekonominin canlılığı korunmuş olacak, fakat bütün bu faaliyetler daima temel inanç ve ahlâk değerlerinin murakabesi altında dengelenecektir.
İbn Âşûr da burada, haramlığına dair delilin bulunmadığında veya delili bu âyetteki yasaklık ifadesinden daha güçlü olmayan durumlarda haramlığa hükmetmekten kaçınmaları için müslüman din bilginlerine yönelik bir uyarının yer aldığına dikkat çeker (VII, 16).
Ehl-i sünnet bilginlerinin yorumuna göre rızık, yararlanılabilecek her şeyi kapsayan bir kavramdır. Mu‘tezile’ye göre ise, ancak helâl yoldan sahip olunan imkânlar rızık olarak adlandırılabilir (İbn Atıyye, II, 229; rızık konusunda ayrıca bk. Rûm 30/37-40; Sebe’ 34/34-36; Şûrâ 42/27). Sözlükte yemin “sağ taraf, sağ el, güç, ahid, ant” gibi mânalara gelir. Dinî terim olarak yemin, bir kimsenin bir işi yapıp yapmayacağına dair sözünü veya bir konuda verdiği haberin doğruluğunu Allah’ın adını veya bir sıfatını anarak güçlendirmesini ifade eder. Kefâret ise “örtücü, gizleyici” anlamlarına gelir. Dinî bir terim olarak kefâret, kişinin dinen yapılmaması gereken bazı işleri yapması sebebiyle Allah’tan bağışlanma dileğinde bulunmak amacıyla yerine getirdiği, hem ibadet hem dinî ceza özelliği taşıyan bir onarma eylemini ifade eder.
Kişinin dinî hayatının yanı sıra yargılama hukukunda da bir ispat vasıtası olarak yeminin önemli bir yeri vardır. Kur’ân-ı Kerîm ve Hz. Peygamber’in hadislerinde yeminin değeri ve sonuçları üzerinde önemle durulmuştur. Bunlardaki ana fikir şudur: Allah’ın adı kötü işlere vasıta kılınmamalıdır. Kasıtsız yapılan yeminlerden ötürü sorumluluk yoktur; kasıtlı olarak yapılan yeminlerde dinin yasakladığı bir iş söz konusu ise bozulmalı, böyle değilse yeminlere sadakat esas olmalı ve –hangi sebeple olursa olsun– yeminin bozulması halinde bağışlanmaya vesile olması için belirli bir kefâret ödenmelidir (yemin çeşitleri hakkında bilgi için bk. Bakara 2/224-225; Buhârî, “Eymân”, 1-33; “Keffârâtü’l-eymân”, 1-10; Müslim, “Eymân”, 1-59).
Kur’an’ın yemine çok önem vermiş olması, İslâm bilginlerini de bu konu üzerinde titizlikle durmaya sevketmiş, fakat zamanla bu ve benzeri meselelerdeki aşırı varsayımcı yaklaşımlar değişik hile yollarına sapma sonucunu doğurmuş, gerek teori düzeyinde gerekse pratik hayatta dinimizin amaçlarıyla asla bağdaşmayan düşünce ve eylemler dinin bir parçası gibi görülür hale gelmiştir. Oysa toplumu dinî konularda aydınlatmakla yükümlü olan kişiler şu hususları vurgulayarak insanları bilgilendirirlerse bu olumsuzluklar asgari düzeye indirilebilir: a) Yemin çok ciddi bir beyandır; kasıtsız olarak yapılan yeminlerden ötürü Allah katında sorumluluk yoksa da bu konudaki yersiz ağız alışkanlığı yeminin ciddiyetini zedeler, şu halde olur olmaz durumlarda yemin sözcüklerini telaffuz etmekten kaçınılmalıdır. b) Yalan yere yemin etmenin sorumluluğu çok ağırdır (İmam Şâfiî’ye göre bu tür yemin için de kefâret ödenmelidir). c) Bir işi yapıp yapmamakla ilgili olarak yemin edilmişse, buna olabildiğince sadakat gösterilmeli, fakat bundan dinin onaylamadığı bir sonuç doğuyorsa yemin bozulmalıdır. d) Bozulan yeminden ötürü bu âyette açıklandığı biçimde kefâret ödenmelidir. e) Yemin ifadelerinden lafızcı yorumlarla zorlanmış sonuçlar çıkarmaya çalışılmamalı, bu konuda niyetin esas olduğuna dikkat edilmelidir.
Âyette “Bunun da kefâreti ailenize yedirdiğinizin ortalama seviyesinden on fakire yedirmek yahut onları giydirmek ya da bir köle âzat etmektir. Buna imkânı olmayan ise üç gün oruç tutmalıdır” buyurularak yemini bozmanın kefâreti iki ihtimale göre düzenlenmiştir.
Birinci ihtimal belirli bir maddî güce sahip olanlarla ilgili olup burada fıkıh usulü bilginlerinin “muhayyer vâcip” adını verdikleri bir görev türü söz konusudur. İslâm’da yapılması zorunlu olan görevler (vâcip, farz) genellikle tek tip olarak belirlenmiş olup buna da “muayyen vâcip” denir. Fakat muhtemelen, insan idare ve eğitiminde determinist bir anlayışın hâkim kılınmaması ve göreve muhatap olan çevredeki düzeni ihlâl etmeyen durumlarda yükümlüye seçim imkânı verilmesi gerektiğine dikkat çekilmek üzere, dinen yapılması zorunlu bazı işlerde bile yükümlüye seçim hakkı tanınmıştır. Burada bu tür bir görev örneği yer almaktadır: Maddî imkâna sahip olan yükümlü, on fakiri doyurma, on fakiri giydirme, bir köleyi özgürlüğüne kavuşturma seçeneklerinden birini yerine getirerek görevini yapmış sayılacaktır. Kişi bu görevini fakirleri doyurmak suretiyle yerine getirmek isterse, İmam Mâlik ve İmam Şâfiî’ye göre, doyurulacak fakirlerin on kişiden az olmaması, ayrıca bunların hür ve müslüman olmaları gerekir; Ebû Hanîfe’ye göre ise bir fakirin on gün sabah akşam doyurulmasıyla da ödev yerine getirilmiş olur, ayrıca bunların hür ve müslüman olmaları da şart değildir.
Âyette geçen evsat kelimesini “en iyisi” şeklinde anlayanlar olmuşsa da genel kanaat bunun “ortalama seviye” anlamında olduğu yönündedir. Buna göre kefârette, kısıntılı harcama yapılan zamanların ya da bayram vb. özel günlerin değil normal günlerin harcamaları esas alınacaktır. Âyette verilen ölçü Hz. Peygamber’in ve sahâbenin uygulamaları ışığında değerlendirilerek yemek ve giysinin kalitesi ve miktarı hakkında değişik açıklamalar yapılmıştır. Bunlarda hâkim olan ortak düşünceyi şöyle ifade etmek mümkündür: Miktar ve kalite, kefâreti ödeyecek olanın ekonomik düzeyine ve ailesi için yaptığı harcamaların orta derecesine göre toplumun o günkü hayat standartları dikkate alınarak belirlenmelidir. Buna göre, fakirleri doyurma seçeneğini esas alarak nakit ödeme yapmak isteyen bir kimse, yalnız yaşıyorsa kendisinin bir aylık gıda masrafını otuza böldüğünde çıkan miktarı, aile ortamında yaşıyorsa ailenin bir aylık gıda masrafını otuz güne, bunu da aile bireylerinin sayısına böldüğünde çıkan miktarı on ile çarpar; bu meblağı on fakire kefâret niyetiyle dağıtır. Ebû Hanîfe’nin yukarıda açıklanan görüşü doğrultusunda bu meblağın bir veya birkaç fakire verilmesi de mümkündür.
Yemin kefâreti görevinin ifasında ikinci ihtimal yükümlünün daha önce sayılan seçeneklerden hiçbirine güç yetirememesidir, bu durumda tek tip bir görevle (muayyen vâcip) karşı karşıyadır: Üç gün oruç tutma. Hanefî ve Hanbelîler’e göre bu orucun ardarda olması gerekir; Mâlikî ve Şâfiîler’e göre ise aralıklı olarak tutulması da mümkündür.
İslâm’da yükümlülüklerin tebliği ve insanın eğitimi konularında tedrîcîlik yani adım adım ilerleme yöntemi önemli bir yere sahiptir. Özellikle toplumda kökleşmiş uygulamaların bir anda sökülüp atılmasının meydana getireceği sarsıntı dikkate alınarak bazı buyruk ve yasaklar aşama aşama bildirilmiş, bunların amaçlarının kavranmasına ve sindirilmesine imkân tanınmıştır. Hz. Âişe şu sözleriyle bu hususu çok veciz bir biçimde ifade etmiştir: “Şayet Kur’an’ın ilk âyetleri ‘İçki içmeyin’ ve ‘Zina etmeyin’ hükümlerini getirseydi insanlar Resûlullah’ın etrafından dağılırlardı” (Buhârî, “Fezâilü’l-Kur’ân”, 6).
İslâm’ın ilk muhatapları olan toplumda çok yaygın bulunan içki ve kumar alışkanlığı karşısında da bu yöntem esas alınmış, önce insanların bunların kötülükleri üzerinde düşünüp bir yargıya ulaşmalarına fırsat tanınmıştır. Diğer taraftan, kesin yasaklar getirilmeden önce imanın sağlam temeller üzerine oturması sağlanmış ve ilâhî buyruklara mutlak itaat gerektiği fikri zihinlere ve gönüllere yerleştirilmiştir. Bu inanç temeli oluşturulup fikrî hazırlık tamamlandıktan sonra bu âyetlerle içki ve kumar kesin bir biçimde yasaklanmış ve bir yasak etrafında kolektif şuur oluşturma açısından insanlık tarihinde emsali görülmeyen başarılı bir sonuç elde edilmiştir. Buna karşılık, meselâ Amerika’da 1929 yılında devlet eliyle ve imkânlarıyla yürütülen içki yasağı girişimi, çok büyük maddî harcamalar yapılmasına ve çok ağır cezalar uygulanmasına rağmen–böyle bir inanç temeli bulunmadığı için– başarısızlıkla sonuçlanmıştır.
Tefsirlerde içki ve kumarı kesin biçimde yasaklayan âyetin nüzûl sebebi olarak birçok olay zikredilir. Taberî bunları naklettikten sonra özetle şöyle der: Bu sebep, Hz. Ömer’in içki hakkında kesin bir buyruk gelmesi için Allah’a yalvarması veya içkili bir yemekten sonra çıkan tartışma sonucunda Sa‘d b. Ebû Vakkas’ın saldırıya uğrayıp burnunun yarılması ya da bir kimsenin kumar oyununda servetini kaybetmesinin büyük bir husumete yol açması olabilir. Bu konuda kati bir delil bulunmamakla beraber, kesin olan bir husus vardır ki o da bütün yükümlülerden âyette sayılan işleri ve diğer hususları terketmelerinin istenmiş olmasıdır (VII, 35; “içki” olarak çevirilen hamr ve “kumar” olarak çevirilen meysir kelimelerinin anlamları, içki ve kumar yasağının Kur’an’daki aşamaları hakkında bilgi için bk. Bakara 2/219; “hamr” için ayrıca bk. Buhârî, “Eşribe”, 1-6).
Burada içki ve kumar kesin bir şekilde yasaklandıktan sonra “Şeytan içki ve kumar yoluyla aranıza düşmanlık ve kin sokmak, sizi Allah’ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister” buyurularak bunların yol açtığı ahlâkî ve dinî konulardaki zararlar hatırlatılmış; ardından da toplum veya devlet baskısı gibi sebeplerle değil, iman etmiş ve ikna olmuş bir müslüman olarak bu yasaklara uyulması gerektiği vurgulanmış ve “Artık (bunlardan) vazgeçtiniz değil mi?” buyurulmuştur. Âyette “şeytan işi iğrenç şeyler” olarak nitelenen içki ve kumarın ruh ve beden sağlığı üzerindeki olumsuz etkileri esasen sıradan insanların gözlem ve tecrübeleriyle kolayca farkedilebileceği gibi, deneysel bilim çerçevesindeki araştırmalarla bu konunun incelikleri üzerinde önemli tesbitler de yapılabilmektedir. Bu sebeple olmalıdır ki âyette bunların daha çok sosyal hayatta açtığı yaralara ve dinî hayata vurduğu darbeye değinilmiştir. Gerçekten, insanlığın –içki ve kumara oranla oldukça kısa sayılabilecek bir tecrübeden sonra– beden ve ruh sağlığı ve ekonomi açısından önemli zararlarını gördüğü sigara ile mücadele için ciddi ve örgütlü çalışmalara yönelmesine karşılık, içki ve kumarın sadece bu yönünü dikkate alıp başka yararlar ve hazlar uğruna bu zararları katlanılabilir türden görmesi veya en azından bu konuda daha pasif kalması, Kur’an’ın işin bu yönü üzerinde durmasını daha anlaşılır kılmakta ve insanlığın vahyin ışığına olan ihtiyacını bir defa daha gözler önüne sermektedir. Nice yuvaların yıkılmasına sebep olan, dostlukları çökertip yerine düşmanlıkları yerleştiren ve toplumu için için kemiren bu iki iptilâ ile ilgili olarak âyette dikkat çekilen hususlar, bir taraftan olmayan düşmanlıkları peyda etmesi ve mevcut husumetleri körüklemesi, diğer taraftan da kişinin rabbine yakın olmasını ve O’na karşı ödevlerini yerine getirmesini engellemesi, dolayısıyla insanın kendi kendini kontrol melekesini zayıflatması veya yok etmesidir.
İçkinin bazı yararlarından ve kontrollü alınması halinde anılan sakıncaların önüne geçilebileceğinden söz edilirse de, zararı daha fazla olan, kontrolü de imkânsız bulunan bir nesneyi ve alışkanlığı ortadan kaldırmanın tek yolu kesin ve genel yasaklamadır; İslâmiyet de işte bu yolu tercih etmiştir.
“Dikili taşlar”dan maksat Araplar’ın, üzerinde putlar adına kurban kesmek için Kâbe’nin etrafına diktikleri taşlardır (Taberî, VI, 75). Bir yoruma göre burada, huzurunda kurban kesilen putların kendileri kastedilmiştir (İbn Atıyye, II, 232). “Fal okları” da Câhiliye dönemi Arap geleneğinde önemli bir işe girişmeden önce bu işin sonunun iyi gelip gelmeyeceğini anlama amacıyla kullanılan oklardır. Bunlarla yapılan işlemler kumarla ilintili idi ve tevhid inancıyla bağdaşmayacak uygulamalardı. Allah’tan başkasına kulluk anlayışını çağrıştıracak ve kişinin teşebbüs ruhunu birtakım temelsiz inanışlara kilitleyecek bu tür uygulamalar da içki ve kumar yasağının peşi sıra zikredilmiş ve yüce Allah’ın hoşnut olmadığı, bir mümine yaraşmayan çirkin fiillerden sayılmıştır (ayrıca bk. Mâide 5/3). Birçok İslâm ülkesinde görülen yatırlar için adakta bulunma ve din ulularının mezarları yanında adak kurbanı kesilmesi uygulamalarının, bunları yapanları âyette ikaz edilen tehlikeli anlayışa yaklaştırdığını ve bunların –iyi niyetle yapılmış olsa da– yeterli dinî bilgi donanımına sahip olmayan insanların farkına varmadan tevhid inancından sapmalarına yol açabileceğini göz ardı etmemek gerekir. Modern toplumlarda kültür seviyesinin yükselmesine ve pozitif bilimler alanındaki büyük ilerlemelere rağmen, bâtıl inanışlara bel bağlamanın nicelik ve nitelik olarak küçümsenemeyecek boyutta olması, çalışıp kazanma yerine ümitlerini ve geleceğini âniden zengin olma hayalleri üzerine kurmayı doğal sayar hale gelmiş bir lotarya zihniyetinin yaygınlık kazanması, sağlıklı din bilgisinin ve din eğitiminin ne kadar önemli olduğunu ve insanlığın çok basit gibi görünen bazı gerçekleri idrak edebilmesi için vahyin aydınlığına olan ihtiyacının asla belirli zamanlarla sınırlı olmadığını, bu âyetlerdeki uyarıların, geldikleri gündeki önem ve tazeliğini koruduğunu açıkça ortaya koymaktadır.
Âyetten açık biçimde anlaşılan mâna, günah ile takvâ arasında zıt bir ilişkinin bulunduğudur. Şayet kişi inancını, davranışlarını ve Allah’a lâyık kul olma iradesini kontrol altında tutabiliyorsa, günaha girme riski asgari düzeye inmiş olacak, bu bilinci koruduğu sürece dünya nimetlerinden yararlanması onun âhiret hayatını tehlikeye sokmayacaktır. Pratik sonuç itibariyle bu mânaya ters düşmeyen fakat âyetin farklı bir açıdan incelenmesiyle ulaşılan bir yorum da Reşîd Rızâ’ya aittir. Ona göre âyetin hangi tereddüt karşısında indiğinin dikkate alınması ve bunun ışığında açıklanması gerekir: Esasen birçok sahâbî daha önce gelen Bakara sûresinin 219 ve Nisâ sûresinin 43. âyetlerinden içkinin yasaklandığını anladıkları halde bazıları müsaadenin devam ettiği kanaatini taşıyıp içmeye devam ediyorlardı. Bu âyetle, sağlam bir imana sahip olup iyi işler yapan ve her zaman kesin deliller karşısında onların gerektirdiği şekilde, zannî deliller karşısında da ictihadı (o konudaki samimi kanaati) doğrultusunda davranan, bu çizgisini koruması neticesinde de ihsan mertebesine erişenler bakımından, bilâhare günah olduğu kesin olarak anlaşılan bir fiili daha önce işlemiş olmanın nefsi arındırmaya bir engel teşkil etmeyeceği bildirilmiştir (VII, 72). Allah’a itaat edin, peygambere de itaat edin ve tedbirli olun. Eğer yüz çevirirseniz bilin ki elçimizin görevi açık biçimde tebliğ etmekten ibarettir. İman edip dünya ve âhiret için yararlı işler yapanlara, günahlardan sakındıkları ve imanlarını koruyup iyi işler yapmayı sürdürdükleri, sakınmaya devam edip imanlarına bağlı kaldıkları, hem günahlardan sakınıp hem en iyiyi yapmaya çalıştıkları takdirde daha önce yiyip içtiklerinden ötürü bir günah yoktur. Allah, rızasına uygun davrananları sever. Âyetin nüzûl sebebi olarak zikredilen olay şudur: Resûlullah umre yolculuğu yaparken, beraberindekilerle Ten‘îm denen yere vardıklarında müslümanların etrafında irili ufaklı çeşitli av hayvanları peyda oluvermişti. Bunlar kendilerine öylesine yakın ve bol idi ki mızraklarını dürtseler yetişebilecekler, hatta isteseler elleriyle tutabileceklerdi. Fakat ihramlı oldukları için onları avlamaları yasaktı (İbn Kesîr, III, 181). Dolayısıyla önlerine gelmiş bu hazır dünya nimeti karşısında nefislerine hâkim olmakta zorlanıyorlardı. Çünkü av hayvanının eti, özellikle yolculuk şartlarında daha cazip hale gelen leziz bir yiyecektir. Âyet, görmedikleri halde insan idrakinin ötesinde bir varlık olan Allah’a iman edip O’nun buyruklarına yürekten teslim olanları ortaya çıkarmak üzere ilâhî bir sınav düzenlendiğini haber veriyordu. Önceki âyetlerde yer alan içki ve kumar yasağı gibi hükümlerde de esasen bir sınama amacı vardır; fakat yarar ve zararı akılla kavranabilen bu tür hükümlerde insanın o konudaki buyruğa uygun davranması sırf yarar-zarar anlayışına dayalı olabilir. Bu takdirde ortaya konan davranış Allah’ın isteğine mutlak teslimiyetten değil insanın kendi değerlendirmesine duyduğu saygıdan kaynaklanmış olur ve nefse hizmet anlamı taşır. Dindeki buyruk ve yasakların çoğunda yararının ve zararının akılla kavranabilmesi özelliği bulunmakla beraber, ayrıca dünyevî amaçlarla karışma ihtimalinden arındırılmış bir kısım dinî hükümlerle kişinin kendi dindarlığını test etmesine imkân tanınmış, sırf Allah’ın hoşnutluğunu kazanmak için yapılabilecek ve (gösteriş yoluyla menfaat elde etme gibi durumlar bir yana) başka amaçla yapıldığında izah edilebilir bir anlam taşımayacak davranışlarla yükümlü kılınmıştır. İnsanın, aklına yatması için açık bir gerekçe bulamasa bile, sadece “Allah’a, O’nun birliğine ve kudretine öylesine inandım ki benim kurtuluşum O’nun hoşnutluğunu kazanmaktan, bu da O’ndan gelen her buyruğa yürekten teslim olmaktan geçer” anlayışıyla yerine getireceği hükümlere “taabbüdî hükümler” adı verilir. Bunların bu özelliği gerçekte hiçbir faydasının olmadığını değil, aksine kapsamlı ve sınırsız faydalarının bulunduğunu gösterir. Fakat Allah’a nisbetle “kapsamlı” ve “sınırsız” kelimeleri de kısır kalacağından, bu tür hükümleri fayda fikrinden tamamıyla soyutlanmış bir kulluk bilinci içinde yerine getirip Allah’ın hoşnutluğunu kazanmaya çalışmak en uygun yoldur. İhramlı kişi için söz konusu olan yasakların da bu tür taabbüdî hükümlerden olduğunu öğreten âyet bir taraftan da bunun eğitimini vermektedir. Çünkü teorik olarak bir kurala uyma gereğini kabul ve ifade etme her zaman onun iyi biçimde uygulanacağını göstermez. İmkân ele geçtiği halde buna karşı nefsi frenlemek elde bulunmayan bir imkândan vazgeçmekten daha zordur. Zaten mahrumiyetler içinde olan bir kimsenin ibadet gereği açlığa katlanmasıyla önünde mükemmel bir sofra bulunduğu halde ibadet amacıyla açlığa karşı direnen kimse aynı durumda değildir. Yüce Allah ihram yasaklarının uygulanması konusunda ilk müslümanları böyle bir sınava tâbi tutarak onların bu konuda da iyi bir örnek sergilemelerini istemiş, diğer müslümanlar da bu tür hükümlerde aynı anlayışı ve tavrı korumaya çağırılmışlardır (âyetin bu bakış açısına göre anlaşılması gerektiği konusunda bk. Elmalılı, III, 1808-1812). Tabii ki bu tarz izahları, genel olarak taabbüdî hükümlerin, özel olarak da ihram ve ihram yasaklarının hikmetleri ve faydaları üzerinde düşünmenin doğru olmayacağı şeklinde anlamamak gerekir. Burada asıl olan, ibadet görevini fayda şartına bağlamamak, ibadeti ne getirip ne götürdüğünü hesap ederek yapmamaktır. Esasen, ünlü düşünür-âlim Râgıb el-İsfahânî’nin ifadesiyle, “Kişi iyi bir fiili, dünyevî bir menfaat elde etmeyi veya bir zarardan kurtulmayı amaçladığı için yapmamalıdır; aksi halde bu fiili yaparken bir tüccar gibi davranmış olur. Hatta bazı muhakkıklara göre iyi bir fiili uhrevî bir menfaat elde etme gayesiyle dahi yapmamak gerekir” (ez-Zerî‘a ilâ mekârimi’ş-şerî‘a, s. 126).
Allah Teâlâ’nın İsrâiloğulları’nı cumartesi günü denizde avlanma yasağıyla denemesiyle (bk. Bakara 2/65-66) müslümanları ihramda iken kara avı yapma yasağıyla denemesi arasında benzerlik kurulabilir (Ateş, III, 63).
Bazı bilginlere göre burada söz konusu olan sınama, –Harem bölgesinde oldukları için– ihramda olanları da olmayanları da kapsayan bir imtihandır (bk. İbn Âşûr, VII, 38).
Âyetin “Allah, görmedikleri halde kendisinden korkanları ortaya çıkarmak için” şeklinde çevirilen kısmı lafzî bir tercüme ile “Allah’ın gayb yoluyla kendisinden korkanları bilmesi için” şeklinde çevirilmesi mümkündür. Fakat bu fiil Allah’a nisbet edildiğinde, genellikle, Allah’ın ezelî ilmi ile zaten bildiği hususların bilfiil gerçekleşmesi anlaşılır. Bu sebeple meâlinde “ortaya çıkarmak için” ifadesi tercih edilmiştir. Bu âyetler, özellikle Hz. Peygamber’in uygulamaları ışığında yorumlanarak, ihramlı veya ihramsız olsun, Harem bölgesinde bulunan kişi ile Harem bölgesinin çevresinde (Hil bölgesi) ihramlı olarak bulunan kişinin yabani kara hayvanı avlamasının yasak olduğu sonucuna varılmıştır. Hanefî ve Mâlikîler’e göre eti yenmeyen hayvanlar da bu yasağın kapsamındadır. Burada Harem’den maksat, Mekke şehrinin çevresi olup belirli sınırları olan bir alandır ve kendine özgü dinî hükümleri vardır. 95. âyette bu yasağa rağmen avlananların avladıkları hayvanın dengini Kâbe’ye (ki bu, İslâm bilginlerince Harem bölgesi olarak anlaşılmıştır) ulaştırıp fakirlere dağıtılmasını sağlamaları gerektiği bildirilmiştir. Hanefîler’e göre bu hayvanın eti Harem bölgesi dışında tasadduk edilebileceği gibi, hayvan kesmeden kıymeti de yoksullara dağıtılabilir. Bu denkliği iki âdil kişi takdir eder. Ancak âyette “...yahut yoksulları doyurarak veya ona denk olacak kadar oruç tutarak bir kefâret öder” buyurulmak suretiyle mükellefe iki seçenek daha tanınmıştır. İslâm bilginlerinin çoğunluğuna göre yükümlü, bu üç seçenekten dilediğini seçebilir. Yoksulları doyurma ve oruç tutma konularındaki miktar da yukarıda işaret edilen denkliğe göre olacaktır. Bunlardan oruçla ilgili ölçü, bir günlük doyurma ödevine karşılık bir gün oruç tutma şeklindedir (bir günlük doyurma vecîbesinin miktarı için 89. âyetin tefsirinde yemin kefâreti hakkında yapılan açıklamaya bk.). 96. âyette ise su hayvanlarının ihramlı iken de avlanabileceği bildirilmiştir. Âyette geçen bahr kelimesi Arapça’da “deniz” anlamına geldiği gibi ister tatlı, ister tuzlu su ihtiva etsin akarsuları ve büyük su birikintilerini ifade etmek üzere de kullanılır. Müfessirler, burada kelimenin bu geniş anlamıyla kullanılmış olduğu kanaatindedirler. Bu sebeple meâlinde “deniz avı” yerine “sularda avlanma” denmiştir. Âyetin “ve onu yemek” şeklinde tercüme edilen “ve taâmuhû” kısmı, “ve onun (suların) yiyecekleri” şeklinde de anlaşılmıştır. Avlanma ile birlikte yemeden veya yiyecekten ayrıca söz edilmesi daha çok şöyle açıklanır: Beslenme dışındaki amaçlarla da avlanılabileceğinden su ürünlerinden ihramlı iken gıda maddesi olarak yararlanılabileceği özel olarak belirtilmiştir. Bazı müfessirler ise âyetteki sayd kelimesini taze, taâm kelimesini tuzlayıp kurutma vb. yollarla muhafaza altına alınmış su ürünü olarak açıklamışlardır. Bu âyet ve başka deliller ışığında Hanefîler deniz ürünlerinden sadece balık türlerinin, diğer üç mezhebin fakihleri ise sadece suda yaşayan her türlü hayvanın yenebileceği sonucuna ulaşmışlardır. Benzer bir görüş ayrılığı bu hayvanın kendiliğinden ölmüş olup olmamasıyla ilgilidir: Hanefîler’e göre yenmesinin helâl olması için kendiliğinden ölüp su yüzüne çıkmış olmamalıdır, diğerlerine göre bu tür su hayvanları da yenebilir (bk. Kurtubî, VI, 302-324; Râzî, XII, 87-99; ihram hakkında bk. Mâide 5/1-2; Kâbe’nin inşa edilmesi, İslâm’daki yeri ve önemi hakkında bk. Bakara 2/125-127 ve Âl-i İmrân 3/96-97; “haram ay”la “boyunları bağsız ve bağlı kurbanlıklar” diye tercüme edilen “hedy” ve “kalâid” hakkında bk. Mâide 5/1-2). Allah Kâbe’yi, Beytülharâm’ı, haram ayı, boyunları bağsız ve bağlı kurbanlıkları insanların maddî ve mânevî hayatları için destek kıldı. Bu, Allah’ın göklerde ve yerdeki her şeyden haberdar olduğunu ve Allah’ın her şeyi bildiğini anlamanız içindir. Bilin ki Allah’ın cezalandırması çetindir ve Allah çok bağışlayıcı, çok esirgeyicidir. “Peygamber’in görevi, tebliğ etmekten ibarettir” buyrulması onun peygamberlik dışında bir işinin ve sıfatının bulunmadığı anlamında olmayıp, bu bildirimden sonra insanların sorumluluk konusunda diyecek bir şeylerinin kalmayacağına vurgu içindir. Nitekim Nisâ sûresinde (4/165) peygamberlerin niçin gönderildiğine değinilirken, insanların Allah’a karşı bir mazeret ileri sürmelerine imkân bırakmama hususu açıkça ifade edilmiş, Gaşiye sûresinde (88/22) Hz. Peygamber’in sadece bir uyarıcı olduğu ve insanlar üzerinde baskı kurarak onları dinin icaplarına zorla uydurma gibi bir görevinin bulunmadığı hatırlatılmıştır. Âyetin devamında “Allah açıkladığınızı da gizlediğinizi de bilir” buyrulması da, bildirimden sonra sorumluluğun insanların omuzlarında olduğunu anlatmaktadır. Resûlullah’ın peygamberlik vazifesinin yanında bir kul olarak yükümlü olduğu ve yerine getirdiği görevlerinin bulunduğu; yine, devlet başkanı, yargıç, kumandan, eğitimci vb. sıfatlarla önemli toplumsal işler yaptığı ise hem âyet ve hadislerde belirtilmiştir hem de tarihen sabittir. Öte yandan, onun ilâhî iradeyi açıklamak üzere Kur’an’da yer alan veya almayan hükümler bildirmiş olması da tebliğ görevinin kapsamı dışında değildir. Bu hükümlere ise topluca sünnet adı verilir. “Kötü” diye tercüme edilen habîs ile “iyi” diye tercüme edilen tayyibin bir olamayacağını belirten cümle, niceliğin aldatıcı cazibesine kapılmamak gerektiğine ve niteliğin önemine dikkat çekmektedir. Buradaki fiilin Kur’an’daki kullanımları dikkate alınırsa, habîs ile tayyibin birbiriyle karşılaştırılamayacak kadar farklı oldukları anlaşılır. Âyette–bu nitelemeler bakımından– insanları, kültür ve medeniyetleri, kazanç yollarını vb. hususları kapsamına alan genel bir ifade kullanılmıştır (İbn Atıyye, II, 244). Şu var ki, âyetten kötülerin daima çok veya kendi cinsindeki iyilerden fazla olduğu gibi bir sonuca ulaşmak doğru olmaz. Burada asıl amaç, kemiyete aldanmamak gerektiğine, helâlin ve kalitenin önemli olduğuna vurgu yapmaktır (İbn Âşûr, VII, 63). Bu âyetlerin nüzûl sebebi olarak zikredilen olaylardan biri şudur: Haccın farz olduğunu bildiren âyet indiğinde Hz. Peygamber bir hutbe okumuş, Allah Teâlâ’ya hamd ve senâdan sonra “Allah size haccı farz kıldı” buyurmuştu. Bir sahâbî “Her yıl mı ey Allah’ın resulü?” diye sordu. Resûlullah soruyu duymazdan geldi. Sorunun üçüncü defa tekrar edilmesi üzerine Hz. Peygamber “Şayet evet deseydim (her yıl haccetmeniz) farz olurdu. Siz ise buna tahammül edemezdiniz. Benim değinmediğim konularda soru sormayın. Sizden önceki bazı toplumlar peygamberlerine çok soru sormaktan ve sonra da bunlar üzerinde ihtilâfa düşmekten dolayı helâk olmuşlardır. Şu halde size bir şeyi emrettiğimde onu olabildiğince yerine getirmeye çalışın, size yasakladıklarımdan da kaçının” buyurmuştur (Müslim, “Hac”, 412). İslâm’dan önce Araplar belirli özellikler taşıyan evcil hayvanları putlar adına serbest bırakırlar, ondan sonra da bunların kesilmesini ve kullanılmasını yasak sayarlardı. Bu hayvanların hangi özelliklere göre ne isim aldığı hususunda müfessir ve dilbilimciler arasında görüş birliği bulunmamaktadır (Esed, I, 216). Bu sebeple âyetteki bahîre, sâibe, vasîle ve hâm kelimelerinin kullanımı meâlde de aynen korunmuştur. Her bir kelimenin anlamıyla ilgili yaygın olan bilgilerin özetlenmesi, konuyla ilgili bâtıl inanış ve âdet hakkında genel bir fikir vermeye yeterlidir: Câhiliye dönemi Arapları, beş kere doğuran ve beşinci yavrusu dişi (bazı kaynaklara göre erkek) olan devenin kulağını yarıp salıverirler, artık onu ne sağarlar ne de binme veya yük taşımada kullanırlardı. Sütü putlara bırakılmış kabul edilen bu hayvana kulağı yarıldığı için bahîre denirdi. Bir kimsenin başına bir sıkıntı geldiğinde “Bundan kurtulursam devem sâibe olsun” diye adakta bulunur, adağını yerine getirmek üzere de hayvanı putlar adına serbest bırakır, sütünden sadece misafirler yararlanabilirdi. Koyun dişi doğurursa kendilerinin, erkek doğurursa tanrılarının olur; erkekli dişili ikiz doğurması halinde buna vasîle derler ve dişiden dolayı erkeği de kurban etmezlerdi. On nesli dölleyen erkek deveye hâm adını vererek serbest bırakırlar, bütün sulardan ve meralardan yararlanmasına müsaade ederlerdi. Âyette, Kur’an’ın geldiği dönemde iyi bilinen bir bâtıl inanış ve âdet örnek olarak anılmakta; bundan hareketle, Allah’ın peygamberleri vasıtasıyla bildirdiği dinde mevcut olmayan şeyleri Allah’ın isteğiymiş gibi göstermenin sadece bir iftira olduğuna dikkat çekilmekte; ardından da bu tür bâtıl inanış ve âdetler ne kadar köklü ve yaygın olursa olsun, bunların hiçbir değerinin olmadığı hatırlatılmakta ve dünya görüşünü taklitçi, bilinçten yoksun bir zihniyet üzerine kuranlar özeleştiriye davet edilmektedir. Hz. Peygamber’in bildirmediği hususlarda gereksiz sorular sormanın eleştirildiği 101-102. âyetleri takiben bu Câhiliye âdetlerinin de mahkûm edilmesi çok mânidardır. Her iki uyarının da ortak noktası şudur: Din, Allah’ın iradesine mutlak teslimiyeti ifade eder. Peygamberler vasıtasıyla bildirilenlerle yetinmeyip ister onları zorlayarak yeni yükümlülüklerin gelmesine yol açmak, ister bazı düşünce ve davranışları Allah’ın isteğiymiş gibi göstererek dine ilâveler yapmak, Allah’ın çizdiği yolu yetersiz bulup beşer iradesini ilâhî iradenin üstüne çıkarmaya çalışmak anlamına gelir. Bu takdirde de din ve dindarlık gerçek anlamını yitirmiş olur. Bu âyetin, müminlerin, iman çağrısına olumlu karşılık vermemekte direnen ve kötülükler içinde yüzmeye devam eden inkârcıların durumuna üzülmeleri üzerine nâzil olduğu rivayet edilmiştir. Zamanla bazı müslümanların bu âyeti, nemelâzımcı bir anlayışa kapı aralayacak şekilde yorumlamaya başladıklarını görünce Hz. Ebû Bekir onları uyarıp özetle şunları söylemiştir: Siz bu âyeti gayesinin dışına taşırıyor ve yanlış yorumluyorsunuz. Ben Resûlullah’ın “İnsanlar bir kötülüğü görüp de onu engellemezlerse Allah’ın onlara genel bir azap göndermesi yakındır” buyurduğunu duydum (Tirmizî, “Tefsîr”, 6; Ebû Dâvûd, “Melâhim”, 17; Elmalılı, III, 1825).
Gerçekten, Kur’ân-ı Kerîm ve Hz. Peygamber’in sünneti incelendiğinde, İslâm’da katı bir ferdiyetçilik anlayışının asla onaylanmadığı görülür. Aksine İslâm’ın bu iki temel kaynağı, bir taraftan kişiyi din kardeşinin sevinç ve kederini paylaşmaya özendirmiş, hatta “onun mutluluğunu kendisininkine tercih etmesi” anlamına gelen îsâr kavramına ayrı bir değer vermiş (meselâ bk. Haşr 59/9), diğer taraftan da toplumda dirlik ve düzenliğin sağlanması ve korunması için bireylere birtakım ödevler yüklemiştir. Fakat unutmamak gerekir ki toplumları meydana getiren fertlerdir ve sağlıklı bir toplumsal yapı ancak görev bilincine sahip, önce kendisini düzeltmeye çalışan bireylerin baskın öge ve bu anlamda bir kişilik haline gelebilmesiyle mümkündür. Şu halde bu âyeti şöyle anlamak uygun olur: Kişinin başkalarına yardımcı olabilmesi, topluma olumlu katkılarda bulunabilmesi her şeyden önce kendi sorumluluklarına dikkat etmesine bağlıdır. Bu konuda üzerine düşeni yapan ve kendisini sürekli kontrol eden bir kimse de yanlış yollara düşmüş insanlardan zarar gelebileceği kuruntusuna kapılarak aydınlık yola çağrıda bulunma görevini ihmal veya terketmemelidir (emir bi’l-ma‘rûf nehiy ani’l-münker için bk. Âl-i İmrân 3/104; Mâide 5/79).
Âyetlerdeki sakındırma ifadesinden, dinin tamamlanmasının veya eksik kalmasının vahyin geldiği esnadaki sorulara bağlanmış olduğu gibi bir anlam çıkarmak doğru olmaz. Zira bir hususun dinî bildirimler arasında yer alabilmesinin kaçınılmaz şartı, dinin sahibi olan Allah’ın onu murat etmiş olmasıdır. Yine, ilâhî iradenin bir sonucu olarak Resûlullah bazı dinî hükümleri belirli münasebetlerle, olayların tabii akışı içinde ve çevresinden gelen sorular üzerine tebliğ etmiştir. Şu halde bu âyette verilmek istenen mesajı şöyle açıklamak mümkündür: Vahyin indiği dönemde bazı vecîbelerin bildirilmesi soru sorulmasına bağlanmış olduğundan, müminler yerli yerince soru sormalı, yersiz sorulardan ve ısrarcı tavırlardan kaçınmalıdırlar. Ayrıntılar üzerinde fazla sorular sorulması halinde, cevapları duyanlar veya yorumlayanlar –farz kılınmadığı halde– yanlışlıkla yeni farzlar icat edebilirler. Hz. Peygamber’in yukarıda aktarılan ifadesinden de anlaşıldığı üzere, buradaki mesaj Kur’an’ın indirildiği dönemle sınırlı olmayıp, bütün zamanlarda müminlerin şu hususa dikkat etmeleri gerekir: Dinî yükümlülükler konusunda herkes Resûlullah’ın buyruklarını olabildiğince yerine getirmeye çalışmalı, yasakladıklarından kaçınmalı, kendi anlayışını ve içinde yaşadığı toplumun geleneklerini dine yamamaya kalkışmamalıdır. Tarihî tecrübeler de burada insan psikolojisine ışık tutan önemli bir uyarının bulunduğunu göstermektedir. Konumuz olan âyette ve hadiste önceki toplumlardan bazılarının kendilerine bildirilen dinî yükümlülükleri âdeta yetersiz bularak daha fazla yükümlülük isteyen bir tavır içine girdiklerinden, sonra da bunlar üzerinde görüş ayrılığına düşüp asıl vecîbeleri de terkeder hale geldiklerinden söz edilmektedir. Müslüman toplumlarda da bu psikolojinin etkisiyle zaman zaman asıl dinî vecîbeleri bırakıp yeni yükümlülük arayışı içine girildiği ve dinin aslında olmayan hususların temel dinî yükümlülüklerden daha önemli hale getirildiği gözlenmektedir.
Bu âyetlerde vasiyet konusuna değinilmesiyle önceki âyet arasında bağ kuran âlimler bulunduğu gibi bunu yeni bir konunun ele alınması olarak düşünenler de vardır. Önceki âyetle irtibat kuranlardan bir kısmı bu bağı şöyle açıklar: Yüce Allah önceki âyette canın ve yaşama hakkının korunmasıyla ilgili buyruğunu bildirmiş, burada da insan hayatındaki önemine işaret için malın korunmasına ilişkin bir buyruğa yer vermiştir (Râzî, XII, 114). Bu izahı eleştiren M. Reşîd Rızâ ise, iki âyet arasındaki bağı şöyle kurmak gerektiğini savunur: Önceki âyette herkesin dönüşünün Allah’a olduğunun bildirilmesini takiben burada ölümle ilgili bir hükme temas edilmiştir (VII, 219). Bu âyetlerde yeni bir konuya geçildiğini düşünen müfessirlere göre buradaki düzenleme, İslâmî hükümlerin tamamlanması çerçevesinde Mâide sûresinin içerdiği hükümlerdendir (İbn Âşûr, VII, 80).
Mekkî b. Ebû Tâlib’den, müfessirler arasında bu âyetlerin, cümle yapısı, anlamı ve hükmü bakımından Kur’an’ın en çetrefil âyetlerinden sayıldığı yönünde bir söz nakledilmiştir (İbn Atıyye, II, 250). Râzî de (108. âyetin tefsirinin sonunda) bu âyetin zorlukları hususunda müfessirlerin görüş birliği içinde olduklarını belirtir ve Vâhidî’nin el-Basît isimli eserini kaynak göstererek Hz. Ömer’den de bu anlama yakın bir söz nakledildiğini hatırlatır (XII, 121). İbn Atıyye bu sözün bu âyetlerin tefsiri hakkında söylenenleri tatminkâr bulmamaktan kaynaklandığını belirtir ve kendi tercihlerini de ortaya koyarak belli başlı yorumları özetler (II, 250 vd.). Reşîd Rızâ da Kur’an’ın anlaşılmasında dil bilimi ve fıkıh âlimlerinin karşılaştıkları zorlukların esas alınamayacağını ifade edip sahâbe ve tâbiîn âlimlerinden bu yönde bir rivayetin gelmediğine dikkat çeker (VII, 224).
Bu âyetlerin nüzûl sebebi olarak tefsir ve hadis kaynaklarında şu olay zikredilir: Temîm ed-Dârî, Adî b. Bedâ ve Büdeyl b. Ebû Meryem (veya Ebû Mâriye) ticaret için birlikte Şam’a gitmişlerdi. Temîm henüz müslüman olmamıştı; (bazı kaynaklara göre kardeşi olan) Adî de hıristiyan idi. Büdeyl ise müslümandı. Şam’a vardıklarında (veya –bir rivayete göre– yolda) Büdeyl hastalandı. Yanındaki eşyaların bir listesini yapıp bunları yazdığı kâğıdı yol arkadaşlarına haber vermeden kumaşların arasına yerleştirdi. Sonra onlara döndüklerinde eşyalarını ailesine teslim etmeleri için vasiyette bulundu, ardından ruhunu teslim etti. Arkadaşları döndüklerinde, eşyanın arasında yer alan altın nakışlarla bezenmiş gümüş bir kabı alıp diğerlerini ailesine teslim ettiler. Ailesi Büdeyl’in yaptığı listede bir de gümüş kap bulunduğunu görünce bunu istediler, onlar böyle bir şey teslim aldıklarını inkâr ettiler. Ailesi durumu Resûlullah’a arzetti. Bunun üzerine ilk (106.) âyet indi. Hz. Peygamber ikindi namazını müteakip onlara yemin ettirdi. Sorun bir süre çözümsüz kaldı. Sonra dava konusu gümüş kap Mekke’de bulundu. Sahiplerine kimden aldıkları soruldu, onlar da Temîm ed-Dârî ve Adî b. Bedâ’dan satın aldıklarını söylediler. Durum tekrar Resûlullah’a arzedildi, bu defa ikinci (107.) âyet nâzil oldu. Hz. Peygamber ölünün vârislerinden iki kişiye bu konuda yemin ettirdi ve davayı kazandılar. Diğer bir rivayete göre Temîm ve Adî bu kabı 1000 dirheme satıp parasını bölüşmüşlerdi. Temîm müslüman olunca bu olaydan duyduğu rahatsızlık üzerine Büdeyl’in ailesine durumu açıklayıp 500 dirhemi ödedi. Onlar da Adî aleyhine dava açtılar ve âyete göre yemin edip davayı kazandılar. Konuya ilişkin rivayetlerde ifade farklılıkları bulunmakla beraber olayın ana hatları böyledir (bk. Tirmizî, “Tefsîr”, 6; Taberî, VII, 115-117; İbn Atıyye, II, 250-251).
Vasiyet ölüme bağlı bir tasarruf olup daha önce Bakara sûresinin 180 ve 240. âyetlerinde bu kavram yer almış ve Nisâ sûresinin 11-12. âyetlerinde terekenin paylaştırılmasına geçilmeden önce müteveffa tarafından yapılmış vasiyet varsa onun yerine getirilmesi gerektiği bildirilmiştir. Câhiliye döneminde de bilinip uygulanmakta olan vasiyet konusunda insanların olabildiğince saygılı davranmaları ve vasiyetin icaplarını yerine getirmeye önem vermeleri sebebiyle fazla bir niza meydana gelmiyordu. O yüzden bu tasarrufun belirli bir şekil şartına bağlanması cihetine gidilmemişti. Vasiyet edecek kişi genellikle vârislerinin ve yakınlarının huzurunda bu konudaki iradesini açıklıyor, onlar da buna uyuyorlardı. Bununla beraber vasiyet, sözleşmelerden farklı olarak tek taraflı bir hukukî muamele olduğundan, bu işlemin içeriğini yanlış anlamak ve hatırlamak veya gerçeği saptırmak isteyenlerin bulunması durumlarında bazı kimselerin, özellikle vasiyetten yararlanma durumunda olanların hak kaybına uğraması kaçınılmazdır. Bu âyetlerde, ölüm sonrasında geride kalanların ihtilâfa düşmelerini olabildiğince önleyen bir tedbir alınması istenmekte, bu tedbirden sonra da çıkabilecek bir ispat sorunu için özel bir prosedür getirilmektedir. 106. âyette, ölüm anının yaklaştığını hisseden bir müslümanın vasiyet etmek istediği takdirde bunu âdil oldukları bilinen, kendi yakın çevresinden veya dindaşlarından –en az– iki kişi huzurunda, şayet seyahat esnasında ise ve bu vasıfta kişiler yoksa başka iki kişi huzurunda yapması istenmektedir. Vasiyet uygulanacağı zaman bu tanıkların verdiği bilgi kuşkuya yol açmaz ve itiraz ortaya konmazsa bu tedbir yeterli olacaktır. Ancak, bu şartlarda yapılan bir vasiyette ispat sorunlarının yaşanması da uzak ihtimal değildir. Bu takdirde tanıklardan ağır bir mânevî sorumluluk hissedecekleri şartlar altında (özelliği olan bir zamanda, mekânda veya ağır ifadelerle) yemin etmeleri istenecektir. 107. âyete göre, eğer bu yeminin dahi onların doğruyu söylemelerine yetmediği ortaya çıkarsa, bu yüzden hak kaybına uğrayanlardan iki kişi, karşı bir yeminle kendi iddialarını ispatlamış sayılacaklardır. 108. âyette, tanıklığın ağırlaştırılmış yemin şartına bağlanması ve bu yeminin de karşı bir yeminle çürütülebilme imkânının verilmesinin gerçeğin ortaya çıkmasına en uygun prosedür olduğu belirtilmektedir. Buna göre âyetlerden çıkarılabilecek başlıca sonuçlar şunlar olmaktadır: Kişi ölmeden önce üzerinde hak ve borçlar varsa, bu konuda geride kalanların ihtilâfa düşmelerini ve hak sahiplerinin zarara uğramalarını önleyecek tedbirler almalıdır. İster bu hak ve borçların açıklanması isterse geride kalanlardan –ölümünü takiben– yerine getirmelerini istediği meşrû çerçevedeki talepleri konusunda karışıklığa ve çekişmeye yol açacak fiil ve beyanlardan kaçınmalıdır. Geride kalanlar da ölenin bu yöndeki emanetlerine ve isteklerine saygılı davranmalıdır. Normal şartlarda bu hususlarda ispat sorunlarını asgariye indirecek önlemler alınabilirse de, kişinin ölüm anının yaklaştığını hissettiği için âniden vasiyet yapmak durumunda kalması veya seyahat halinde olduğundan başka ispat kolaylıkları sağlamasının mümkün olmaması gibi durumlarda bile vasiyetle ilgili ilkelere uyulacak, bu konuda bilgi ve emanet üstlenen kimseler de olağan dışı usullerin icaplarına katlanacaklardır. Her hâlükârda ilgililer bu konudaki emanete riayetin ilâhî buyruğun gereği olduğunu idrak etmeli, ispatla ilgili zorluklardan yararlanarak mal ve menfaat hırsına kapılmamalı, Allah’a hesap vereceğinin bilinci içinde günahtan kaçınma çabası içinde olmalıdır.
İslâm âlimleri Kur’an’ın gerek bu, gerekse benzeri konuları düzenleyen diğer âyetlerdeki mesajını dikkate alarak, genelde vadeye bağlanmış hak ve borçların özel olarak da vasiyet içeriğinin kayda geçirilmesi konusuna ayrı bir önem vermişler, bunun sonucu olarak günümüzdeki noterlik kurumunun işlevini üstlenen bir teşkilât ve bu alandaki meseleleri inceleyen özel bir literatür oluşmuştur.
Tefsirlerde, âyetin “namazdan sonra” diye çevirdiğimiz kısmında geçen salât kelimesiyle ikindi namazının kastedildiği kanaati hâkimdir. Bu görüşe, anılan kelimenin başındaki belirlilik takısı ve Resûlullah döneminde bu tür konularda yapılan uygulamalar dikkate alınarak ulaşılmaktadır. Bazı müfessirler ise bunu, yemin edecek kişilerin kendi dinlerindeki ibadet olarak anlamışlardır. Taberî, ikindi namazı anlamını daha kuvvetli bulma gerekçeleri arasında, Allah’ı inkâr edenler nezdinde de bu vaktin –güneşin batışına yakın olması sebebiyle– ayrı bir değer taşıdığı ve tâzim edildiği olgusunu da zikreder (VII, 110-111). Bu konudaki yorumların ortak noktası, bu tanıklığın, tanığı –ibadet şuurunun zinde olduğu bir anda veya kalabalık bir kitlenin önünde bulunma gibi– ağır bir mânevî sorumluluk hissi altında tutan şartlarda yeminle pekiştirilmiş olmasıdır. Bazı bilginler bu ifadeden hareketle, yeminin sadece zaman değil mekân ve ifade biçimi bakımından da pekiştirilebileceğini, yani kutsal mekânlarda veya daha özel sorumluluk yükleyen ifadelerle yaptırılabileceğini ileri sürmüşlerdir (İbn Âşûr, VII, 97).
İbn Âşûr, 106. âyette geçen ve “içinize bir şüphe düşerse” diye çevirdiğimiz cümlenin şahitlerin sözünün bir parçası olarak anlaşılmasının ve âyete şöyle mâna verilmesinin daha isabetli olacağı kanaatindedir: “Eğer bizim tanıklığımız hususunda kuşku duyuyorsanız, işte Allah üzerine yemin ediyoruz ki...”
Öte yandan, tefsirlerde bu âyetle önceki âyet arasında gramer açısından da şöyle bir bağ kurulur: Bu âyet, 108. âyetteki “Allah’a âsi olmaktan sakının” ifadesini açıklamaktadır; “Allah’ın peygamberleri toplayıp da onlara ‘Size ne cevap verildi?’ diye soracağı günden sakının” demektir (Zemahşerî, I, 370).
Peygamberlerin Cenâb-ı Allah’ın sorusuna “Bizim bir bilgimiz yok. Bütün gizlileri tam olarak bilen yalnız sensin” diye cevap vermeleri, genellikle kıyamet gününün dehşeti karşısında duydukları ürpermenin etkisiyle veya Allah Teâlâ’ya gösterilen mutlak tâzim ve saygı ile izah edilmiştir. Bazı müfessirlerin kanaatine göre ise bu ifadeyi gerçek anlamıyla yorumlamak gerekir; bu sözleriyle peygamberler Allah katından getirdikleri buyruk ve yasaklara kendilerinden sonra insanlar tarafından nasıl bir tepki gösterildiği hususunda yeterli bilgiye sahip olmadıklarını ve bütün gerçekleri bilenin sadece Allah olduğunu belirtmiş olmaktadırlar (Taberî, VII, 125-126; İbn Âşûr, VII, 100).
Kur’ân-ı Kerîm’de adı Îsâ İbn Meryem ve Mesîh olarak geçen Hz. Îsâ, Hz. Meryem’in oğludur; Allah’ın Meryem’e ilka ettiği kelimesidir (Nisâ 4/171). Kendisine İncil verilmiş (Hadîd 57/27) ve İsrâiloğulları’na peygamber olarak gönderilmiştir (Saf 61/6; Hz. Îsâ hakkında geniş bilgi için bk. Âl-i İmrân 3/45; Nisâ 4/157-158).
İslâm inancında Rûhulkudüs’ten maksat Cebrâil’dir. Bütün peygamberlerin bu melekle desteklenmesi söz konusu olmakla birlikte, Hz. Îsâ’nın dünyaya gelişinde Allah tarafından ona ayrı bir görev verilmiş olması dolayısıyla Hz. Îsâ konusunda Cebrâil’in vahiy meleği olmanın ötesinde özel bir önemi vardır (bu konuda bilgi için bk. Bakara 2/87, 253). Hıristiyanlar’da ise Rûhulkudüs inancı iki yönlüdür: Birincisi Hz. Îsâ’nın Hz. Meryem’den doğmasında ve bedene bürünmesinde etkili olan, diğeri âhir zamanda çıkacak olan Rûhulkudüs. İkincisine “Rûhulhak olan Rûhulkudüs” derler. Esasen bu bir “son peygamber” inancıdır; fakat hıristiyanlar bunun Hz. Muhammed olduğunu kabul etmekten kaçınmışlardır (Elmalılı, III, 1841; Yuhanna İncili’ndeki “hakikat ruhu” ve “Rûhulkudüs” ile ilgili ifadeler için bk. 14/15-16, 26, 15/26, 16/13; bu konuda bilgi ve değerlendirme için bk. Mehmet Aydın, “Faraklit”, DİA, XII, 165-166).
Hz. Îsâ’nın beşikte iken konuşması olağan üstü bir olay olmakla beraber, yetişkinlik çağında konuşması doğal bir durum olduğu halde âyet-i kerîmede bunun da söz konusu edilmesinin sebebi hakkında değişik açıklamalar yapılmıştır (bk. Âl-i İmrân 3/46). Müfessirlerin genel kanısına göre, “yazma” diye çevirdiğimiz “kitâb” kelimesiyle kastedilen anlam, Hz. Îsâ’ya “yazı yazma”nın öğretilecek olmasıdır (Râzî, VIII, 54). Bazı müfessirler bunu genel olarak “ilâhî kitaplar” şeklinde açıklamışlardır (Kåsımî, IV, 846). Burada Allah tarafından indirilen fakat belirli olmayan bir kitaba işaret bulunduğu yorumuna değinen İbn Atıyye bunun dayanaktan yoksun bir iddia olduğunu kaydeder (I, 438; “Tevrat” ve “İncil” hakkında bilgi için bk. Âl-i İmrân 3/3-4; “hikmet” hakkında bilgi için bk. Bakara 2/269).
Hz. Îsâ tarafından gösterilmekte olduğu bildirilen mûcizelerin Hz. Îsâ’nın muhatapları açısından önem taşımasının yanı sıra, daha sonra Hıristiyanlık’ta bunlara bağlanan sonuçlar bu dinin mensuplarını ona tanrılık izâfe etmek gibi tehlikeli bir mecraya sevketmiş olduğundan gerek burada gerekse Âl-i İmrân sûresinde, bunların yüce Allah’ın iznine bağlı olduğuna sık sık dikkat çekilmiştir (bu konuda bilgi için bk. Âl-i İmrân 3/49).
Hz. Îsâ’nın ilâhî vahyi tebliğ etmesi karşısında İsrâiloğulları ona saygı duyup destek vermek şöyle dursun, tuzak kurup hayatına kastetmek istemişlerdi. Bunu farkeden Hz. Îsâ kendisine sadakatle bağlanıp destek verecek bir çekirdek kadro ile (havâriler) tebliğ faaliyetini sürdürmeye çalıştı (yahudilerin tutumu ve Hz. Îsâ’nın havârileri hakkında bilgi için bk. Âl-i İmrân 3/45, 52-54).
Havârilerin “Rabbin bize gökten bir sofra indirebilir mi?” şeklindeki sorusunu “Rabbinin buna gücü yeter mi?” anlamında düşünen müfessirler, o esnada havârilerin henüz tam bir teslimiyet içinde olmadıkları ve imanlarında zaaf bulunduğu yorumunu yapmışlardır. İslâm bilginlerinin çoğunluğuna göre ise bu sorudaki yardımcı fiili “güç yetirme” anlamına göre düşünmemek gerekir. Zira onların bu talebi –müteakip âyette ifade edildiği üzere– olumlu amaçlara yöneliktir. Şu halde bu soruyu, –Arap dilindeki örneklerin ışığında– “Rabbin bize gökten bir sofra indirir mi, indirmesi O’nun hikmetine uygun olurmu; Allah’ın âdetine (sünnetullah) göre bu olabilir mi; sen rabbinden bize gökten bir sofra indirmesini isteyebilir misin, istersen rabbin buna rızâ gösterir mi veya isteğini yerine getirir mi?” gibi mânalarda anlamak daha uygun olur. 111. âyette onlardan “İman ettik, şahit ol ki bizler yürekten teslimiyet içindeyiz, demişlerdi” şeklinde söz edilmiş olması da bu anlayışı desteklemektedir. Gerçi Hz. Îsâ “Eğer iman etmiş kimseler iseniz Allah’a saygılı olun” cevabını vererek, onları Allah hakkındaki düşünce ve ifadelerinde daha saygılı olmaları gerektiği yönünde uyarmış ve mûcize talep etmenin gönülden inanmış insanlara yaraşmayacağını hatırlatmıştır. Fakat konuşmanın akışı dikkate alınırsa bu, onları itham etme niteliğinde değil, bilâkis onların neyi amaçladıklarını açıklamalarına imkân veren bir cevaptır. Nitekim havârilerin niçin böyle bir istekte bulunduklarını açıklamaları üzerine Hz. Îsâ onları reddetmeyip isteklerini yüce Allah’a arzetmiştir. Havâriler gökten sofra indirilmesini istemelerinin sebeplerini şöyle açıklamışlardı: “İstiyoruz ki ondan yiyelim, kalplerimiz güvenle dolsun, bize doğru söylediğini bilelim ve buna tanık olalım.” Böylece onlar buna hem kendi ihtiyaçlarının bulunduğunu hem de Hz. Îsâ’nın tebliğini sonraki nesillere aktarmada bunun önemli bir role sahip olacağını ifade etmiş oluyorlardı. Onların buna ihtiyaç duyması, o esnada aç oldukları şeklinde açıklandığı gibi, böyle kutlu bir sofradan yiyerek mânevî hazza erişme arzusu olarak da anlaşılmıştır. “Kalplerinin güvenle dolmasını” istemeleri ise Hz. İbrâhim’in Bakara sûresinin 260. âyetinde aktarılan konuşmada geçen isteğine benzetilmiştir. Bu konuşma şöyle cereyan etmiştir: İbrâhim, “Rabbim! Ölüleri nasıl diriltiyorsun, bana göster!” deyince rabbi, “Yoksa inanmıyor musun?” demişti. O, “Hayır inanıyorum, fakat kalbim tam kanaat getirsin diye” cevabını verdi. Bunun üzerine yüce Allah onu mûcizevî bir olaya tanık kılarak kalbinin güvenle dolmasını sağladı. Havâriler bu taleplerinin yerine getirilmesiyle, Hz. Îsâ’nın doğru söylediğinden, önce kendileri emin olacaklar, gözleriyle görüp tanık olunca onun öğretilerini tebliğ ederken bu tanıklıklarını tekrar tekrar ifade edip bundan güç alacaklardı. Hz. Îsâ’nın duasında yer alan ve “ziyafet” diye çevirdiğimiz îd kelimesi “dinî, millî, yöresel bayramlar veya belirli münasebetlerle yapılan toplantılar ve sevinçlerin paylaşıldığı özel günler” anlamındadır. Bazı müfessirler Hz. Îsâ’nın “Bize gökten öyle bir sofra indir ki, ilk gelenimizden son gelenimize kadar bizler için bir ziyafet ... olsun” ifadesini “ki o günü ibadet ederek kutlayalım, biz ve bizden sonrakiler onu tâzim edelim” şeklinde açıklamışlardır. Aynı duadaki “Senden bir işaret olsun” ifadesi, “Benim peygamberliğime ve söylediklerimin doğruluğuna kanıt (mûcize) olsun” demektir; fakat burada “senden” kaydı konarak asıl kudret sahibinin Allah Teâlâ olduğuna ve hıristiyanların Hz. Îsâ’yı rab olarak nitelemelerinin yanlışlığına dikkat çekilmiş olmaktadır. İslâm bilginlerinin çoğunluğuna göre Hz. Îsâ’nın bu duası üzerine gökten bir sofra indirilmiştir. Tefsir kitaplarında bu sofrada hangi yiyeceklerin yer aldığı, bu ziyafetin ne kadar bir süre devam ettiği ve kimlere nasip olduğu hususunda ayrıntılı açıklamalar yer almıştır. Fakat bu bilgileri destekleyen sahih rivayetler bulunmamaktadır. Bazı tâbiîn bilginlerinden gelen bir rivayeti esas alan müfessirlere göre yüce Allah’ın “Kuşkunuz olmasın, ben onu size indireceğim; fakat bundan sonra içinizden kim inkâr ederse, varlıklar âleminde hiç kimseye etmediğim azabı ona edeceğim” buyurması üzerine, sofra indirilmesini isteyenler bu taleplerinden vazgeçmişler ve sofra indirilmemiştir. Reşîd Rızâ, hıristiyanların kutsal kitabı olan İnciller’de bu konuda bir bilginin bulunmamasını ve bunun hıristiyanlar arasında bilinegelen bir olay olmamasını bu yorumu destekler nitelikte bulur, İnciller’deki Hz. Îsâ’nın yiyecekleri bereketlendirmesiyle ilgili bilgilerin gökten sofra indirilmesi mûcizesiyle ilgisinin bulunmadığını açıklar. Şu var ki İnciller’de bu konuda bilgi bulunmamasını bu görüşe destek kılmak isabetli görünmemektedir. Zira sofranın indirilip indirilmediği bir yana –Kur’an’ın haber verdiği– havârilerin bu isteği ve Hz. Îsâ’nın bu duası da İnciller’de zikredilmemektedir. Taberî, Resûlullah’tan, ashabından ve Selef bilginlerinden nakledilen rivayetleri dikkate alarak ve Allah Teâlâ’nın vaadini mutlaka yerine getirmiş olduğunu düşünerek sofranın indiği görüşünü tercih etmek gerektiğini savunur. Ancak Taberî’ye göre, neler içerdiğini belirleme cihetine gitmeksizin üzerinde yiyecekler bulunan bir sofra indiğini kabul etmekle yetinilmelidir; zaten bunları bilmenin bir yararı olmadığı gibi, bilmemenin de bir zararı yoktur (Taberî, VII, 133-135; İbn Atıyye, II, 261-262; Reşîd Rızâ, VII, 256-260; İnciller’de Hz. Îsâ’nın az miktardaki yiyecekleri bereketlendirip çok sayıda insanı doyurması hakkında bk. Markos, 6/38-44; Luka, 9/13-17).
Babasız dünyaya gelmiş olan Hz. Îsâ’nın annesi olması dolayısıyla Hz. Meryem’in gerek Hıristiyanlık’ta gerekse İslâmiyet’te özel bir yeri ve değeri vardır. Kur’an’da kendi adına bir sûre bulunan ve değişik sûrelerde anılan Hz. Meryem’in öteki kadınlara üstün kılındığı yine Kur’an’da ifade edilmiştir (onun böyle bir mûcize olay için seçilmesinin insanlık tarihindeki önemi ve hikmetleri konusunda bk. Âl-i İmrân 3/42, 45-47).
Ne var ki hıristiyanlar Tanrı inancı konusunda asırlarca süren bocalama süreci içinde Hz. Meryem’in bu seçkinliğine de farklı bir boyut getirmeye yönelmişler, hıristiyan mezheplerinde onun mahiyeti hakkında değişik teoriler ortaya konmuştur. Bu arada tarihî bilgiler Arabistan’da Collyridienler diye anılan bir sapkın hıristiyan grubunun Hz. Meryem’i tanrıça olarak kabul ettiğini göstermektedir. 116. âyette Allah’a nisbetle yer verilen “Ey Meryem oğlu Îsâ! İnsanlara sen mi ‘Allah’ın dışında beni ve annemi birer tanrı kabul edin’ dedin?” şeklindeki soru, gerek Hz. Meryem’i teslîs inancının ögesi haline getirecek kadar ileri giden hıristiyanları gerekse bu derecede olmasa bile genellikle Hz. Meryem’in mahiyeti hakkında aşırılıklar taşıyan hıristiyan telakkilerini mahkûm etmektedir (bu konuda bk. bu sûrenin 72-76. âyetlerinin tefsiri; Hz. Îsâ’nın vefat ettirilmesi ve –Allah katına– kaldırılması hakkında bilgi için bk. Nisâ 4/155-161).
Hz. Îsâ’nın “Hakkım olmayan şeyi iddia etmek bana yakışmaz” şeklinde tercüme edilen sözündeki incelik, böyle bir sözü söylemeye hakkı olmadığını belirtmek değil, kendisinin asla mâbud olamayacağını ve böyle bir iddiada bulunamayacağını ifade etmektir. Âyetin bu kısmını “Gerçek olmayan bir şeyi söylemek bana yakışmaz” şeklinde anlayanlar da olmuştur.