Güncelleme Tarihi:
Gaşiye suresi okunuşu ve anlamı araştırılıyor. Mushaftaki sıralamada seksen sekizinci, iniş sırasına göre altmış sekizinci sûredir. Zâriyât sûresinden sonra, Kehf sûresinden önce Mekke’de inmiştir. Sûre adını ilk âyetinde geçen ve “örten” anlamına gelen gåşiye kelimesinden almıştır. “Hel etâke...” adıyla da anılmaktadır. İşte Gaşiye suresi Türkçe ve Arapça okunuşu, tefsiri ve meali…
GAŞİYE SURESİ TÜRKÇE OKUNUŞU
1.Hel etake hadiysülğaşiyeti.
2.Vücuhün yevmeizin haşi'atün.
3.'Amiletün nasıbetün.
4.Tasla naren hamiyeten.
5.Tüska min 'aynin aniyetin.
6.Leyse lehüm ta'amün illa min dariy'ın.
7.La yüsminü ve la yuğniy min cu'ın.
8.Vücuhün yevmeizin na'ımetün.
9.Lisa'yiha radıyetün.
10.Fiy cennetin 'aliyetin.
11.La tesme'u fiyha lağıyeten
12.Fiyha 'aynün cariyetün.
13.Fiyha sürürin merfu'atün.
14.Ve ekvabün mevdu'atün.
15.Ve nemariku masfufetün.
16.Ve zerabiyyü mebsusetün.
17.Efela yenzurune ilel'ibilli keyfe hulikat.
18.Ve ilessemai keyfe rufi'at.
19.Ve ilelcibali keyfe nusıbet.
20.Ve ilel'ardı keyfe sutihat.
21.Fezekkir innema ente müzekkirün.
22.Leste'aleyhim bimusaytırin.
23.İlla men tevella ve kefere.
24.Feyü'azzibühullahül'azabel'ekbere.
25.İnne ileyna iyabehüm.
26.Sümme inne 'aleyna hısabehüm.
GAŞİYE SURESİ ARAPÇA OKUNUŞU
GAŞİYE SURESİ ANLAMI VE MEALİ
Dehşeti her şeyi kaplayan felaketin haberi sana geldi mi? ﴾1﴿ O gün birtakım yüzler vardır ki zillete bürünmüşlerdir. ﴾2﴿ Çalışmış, (boşa) yorulmuşlardır. ﴾3﴿ Kızgın ateşe girerler. ﴾4﴿ Son derece kızgın bir kaynaktan içirilirler. ﴾5﴿ Onlara, acı ve kötü kokulu bir dikenli bitkiden başka yiyecek yoktur. ﴾6﴿ O, ne besler ne de açlıktan kurtarır. ﴾7﴿ O gün birtakım yüzler vardır ki, nimet içinde mutludurlar. ﴾8﴿ Yaptıklarından dolayı hoşnutturlar. ﴾9﴿ Yüksek bir cennettedirler. ﴾10﴿ Orada hiçbir boş söz işitmezler. ﴾11﴿ Orada akan bir kaynak vardır. ﴾12﴿ Orada yüksek tahtlar, konulmuş kadehler, sıra sıra yastıklar, serilmiş gösterişli yaygılar vardır. ﴾13-16﴿ Deveye bakmıyorlar mı, nasıl yaratılmıştır! ﴾17﴿ Göğe bakmıyorlar mı, nasıl yükseltilmiştir! ﴾18﴿ Dağlara bakmıyorlar mı, nasıl dikilmişlerdir! ﴾19﴿ Yeryüzüne bakmıyorlar mı, nasıl yayılmıştır! ﴾20﴿ Artık sen öğüt ver! Sen ancak bir öğüt vericisin. ﴾21﴿ Sen, onlar üzerinde bir zorba değilsin. ﴾22﴿ Ancak, kim yüz çevirir, inkâr ederse, Allah onu en büyük azaba uğratır. ﴾23-24﴿ Şüphesiz onların dönüşü ancak bizedir. ﴾25﴿ Sonra onların sorguya çekilmesi de sadece bize aittir. ﴾26﴿
GAŞİYE SURESİ TEFSİRİ
Kıyamet, dehşetiyle her şeyi kuşatıp sardığı için istiare yoluyla ona “kaplayan, bürüyen” anlamında gåşiye denmiştir (Zemahşerî, IV, 246). İbrâhim sûresinin 50. âyeti dikkate alınarak gåşiye kelimesinin “ateş” anlamına geldiği de söylenmiştir (Şevkânî, V, 499).
Müfessirler 2 ve 3. âyetlerde, zillet kaplayacağı ve yorgun bitkin düşeceği bildirilen “yüzler”le inkârcıların kastedildiğini söylemişlerdir. Onlar dünya hayatında büyüklük taslayıp inkâr bataklığına saplandıkları, müminleri küçümsedikleri, peygamberin davetini kabul etmeyi ve müminlerle eşit konumda bulunmayı kendilerine yediremedikleri için kıyamet gününde yüzlerini korku bürümüş, çektikleri sıkıntı ve cezadan dolayı bitkin bir halde bulunacakları ifade edilmektedir. 4. âyet inkârcıların gireceği cehennemin son derece sıcak ve kızgın olduğunu, 5. âyet ise orada kendilerine serinletici içecek yerine aşırı derecede sıcak sıvılar verileceğini bildirmektedir. 6-7. âyetlerde inkârcılara verilecek yiyeceğin kuru dikenden ibaret olduğu, ihtiyacı karşılamadığı gibi çektikleri elem ve ıstırabın artmasından başka bir şeye yaramayacağı haber verilmektedir. Cehennemliklerin yiyecek ve içecekleri burada anlatılanlardan ibaret değildir. Meselâ Sâffât sûresinin 62, 67. âyetlerinde yiyecek olarak “zakkum ağacı”ndan, içecek olarak kaynar su karışımı bir sıvıdan; Muhammed sûresinin 15. âyetinde bağırsakları parçalayıcı bir içecekten, Hâkka sûresinin 36. âyetinde cehennemde yananların bedenlerinden akan sıvıdan söz edilmiştir. Bu örneklerde de görüldüğü üzere Kur’an’da, genellikle insanlarda eksik de olsa bir çağrışım yapması ve sonuçta bir korku ve kaygı uyandırıp günahlardan uzaklaşmaya teşvik etmesi için cehennem ve oradaki şartlar dünya hayatında korku, acı, nefret tiksinti vb. duygular veren bazı olaylar, durumlar, maddeler için kullanılan kelimelerle, isimlerle anılmış, bu yönde tasvirler yapılmıştır. Ancak yeri geldikçe ifade edildiği gibi (meselâ bk. Mutaffifîn 83/22-28) âhiret hayatı gayb âleminden olduğu için orayla ilgili tasvirlerden mutlaka kelime ve sözlerin ifade ettiği dış mânayı anlamak ve böylece oradaki nimet veya sıkıntıların da dünyadakilerin aynısı olduğu gibi bir sonuca varmak gerekmez. Müminler bunlara inanır, mahiyetini ise Allah’ın bilgisine havale ederler. Önceki âyetlerde cehennemliklerin durumu tasvir edildikten sonra burada da dünyada Allah’ın buyrukları doğrultusunda yaşayan müminler için hazırlanmış olan cennet nimetleri tasvir edilmektedir. 8. âyette mutluluktan parıldadığı bildirilen “yüzler”den maksat müminlerdir. Müminler dünyada yaptıkları güzel amellerin karşılığı olarak Allah’ın kendileri için hazırlamış olduğu cennet nimetlerine ermeleri sebebiyle sevinçli ve mutlu olurlar. Bu sebeple yüzleri güleç, parlak ve güzeldir. Nitekim başka bir âyette “ilâhî lutufların sevincini yüzlerinden okursun” (Mutaffifîn 83/24) buyurulmuştur. 9. âyet, müminlerin dünyada yaptıkları güzel amellerin karşılığı olarak âhirette eriştikleri nimetlerden hoşnut olduklarını ifade eder. 10. âyette zikredilen cennetin yüksekliği, maddî anlamda olabileceği gibi cennetin yüksek değerini de ifade edebilir. Çünkü bir hadîs-i kudsîde belirtildiği gibi orada canların çektiği, gözlerin zevk aldığı hatta bu dünyada gözlerin görmediği, kulakların işitmediği ve akıllara gelmeyen son derece güzel ve değerli nimetler vardır (Buhârî, “Tevhîd”, 35; Müslim, “Îmân”, 312; “Cennet”, 2-5). Müminlerin cennette duymayacakları belirtilen “boş söz”ü müfessirler “yalan, iftira, inkâr, küfür, yalan yere yapılan yemin, çirkin söz vb.” anlamlarda yorumlamışlardır. Cennete girenlerin mutluluğuna işaret edildikten sonra burada insanın dünyada tanıdığı maddî zevkler ve nimetler için kullanılan kelimelerle bazı cennet nimetleri sıralanmıştır. Kuşkusuz bunlar birer örnek olup Kur’an’da yeri geldikçe bağlama göre daha birçok cennet nimetinden söz edilmiştir. Kur’an’a göre cennet göklerle yer kadar geniş (Âl-i İmrân 3/133), yakıcı sıcağın veya dondurucu soğuğun söz konusu olmadığı bir mekân (İnsan 76/13); içinde su, süt, şarap ve bal ırmaklarının aktığı bir yurt (Muhammed 47/15) ve tavsif edilemeyecek kadar güzellikleri bulunan nimetler ortamıdır (cennet nimetleriyle ilgili bu tür tasvirleri nasıl anlamamız gerektiği konusunda bk. Mutaffifîn 83/22-28).
Öldükten sonra dirilmenin mümkün olmadığını iddia eden inkârcılara cevap veren bu ve bundan sonraki sorulu ifadelerde, çevrelerini kuşatan doğal varlık ve olaylardaki ilâhî kudretin tecellilerine muhatapların dikkati çekilerek öldükten sonra dirilmenin mümkün olduğu anlatılmaktadır. Evrendeki her şey Allah’ın kudretini göstermekle birlikte Kur’an’ın ilk muhataplarının en çok sevdikleri ve sahip olmak istedikleri mal deve olduğu için önce onun yaratılışına dikkatleri çekilerek ibret almaları istenmektedir. Dayanıklılığı, binme kolaylığı, taşıma gücü; etinden, sütünden ve yününden istifade edilmesi gibi özellikleri deveyi çöl ortasında yaşayan insanlar için vazgeçilmez bir değer haline getirmiştir. Kuşkusuz burada Kur’an’ın ilk muhatapları olan Araplar için taşıdığı büyük önemden dolayı deveden söz edilmiş olup bu yalnızca bir örnektir. Asıl maksat ise insanlar için benzer şekilde değer ifade eden canlısıyla cansızıyla çeşitli nimetleri yaratmış olan Allah’ın üstün gücünü ve lutufkârlığını hatırlatmaktır. “Deve” diye çevirdiğimiz ibil kelimesinin “yağmur yüklü bulut” anlamına geldiği, âyette bu anlamın kastedilmiş olabileceği de belirtilmiştir (bk. Zemahşerî, IV, 247; Kurtubî, XX, 35).
Yerden bakana göre büyük ve yüksek bir kubbe gibi gözüken gök ve oradaki sayısız yıldızlar, görünen herhangi bir direk, bağ ve dayanak olmaksızın ilâhî bir nizam içerisinde uzay boşluğunda dengede durmakta ve hareket etmektedir. Nitekim Ra‘d sûresinin 2. âyetiyle Lokmân sûresinin 10. âyetinde Allah’ın gökleri direksiz bir şekilde yükselttiği ifade edilmiştir. Amaç, onların konumlarını ve düzenlerini koruyup sürdürmelerinin kesinlikle bunu sağlayan bir yaratıcı ve yönetici güç sayesinde mümkün olduğunu anlatmaktır. Bu gücün koyduğu ve yürüttüğü denge ve düzen sayesindedir ki gök cisimleri kendileri için takdir edilen konumdan kayma, sapma ve düşme gibi durumlara karşı korunmuş ve korunmaktadır. Yerküre üzerinde sabit dağların dikilmesi yerin dengesini sağlamaktadır. Nitekim muhtelif âyetlerde yerkürede sarsıntı olmaması için orada sabit dağların yerleştirildiği ifade edilmiştir (meselâ bk. Nahl 16/15; Lokmân 31/10; Nebe’ 78/7). Ayrıca dağların yeryüzünde daha rahat korunma ve barınmaya elverişli ortamlar oluşturması, su kaynakları ve akarsu imkânları sağlaması, özel bitki örtüsü, maden ocakları gibi başka imkânlarıyla insanlar ve diğer canlılar için hayatı kolaylaştırdığı, birçok yarar taşıdığı bilinmekte; bu gibi sebeplerden dolayı Kur’an’da dağların yaratılışı sık sık hatırlatılmaktadır.
Muhatapların dikkatleri canlıların yaşamasına elverişli biçimde yaratılmış olan yeryüzüne çevrilerek ibret almaları istenmektedir. Âyetten ayrıca müslümanların dolaylı olarak zooloji, astronomi, jeoloji, tarih ve coğrafya gibi deneysel ve sosyal bilimlerle meşgul olmaya teşvik edildiği anlamı da çıkarılabilir. Bunlar yapıldığı takdirde hem Allah’ın üstün kudretinin izleri daha yakından ve sağlıklı müşahede edilmek suretiyle maksat hasıl olur hem de maddî dünyaya ait sağlam bilgiler edinildiği için ondan istifade etme imkânı artar ve böylece bu bilgilere sahip olanlar onları daha verimli ve yararlı olarak kullanma imkânını elde ederler (Elmalılı, VIII, 5786). Allah Teâlâ resulüne, hiçbir baskı ve zorlamaya meydan vermeden insanları uyarmasını ve gerçekleri onlara tebliğ etmesini emretmektedir. Çünkü iman ve ibadet ancak kişinin ikna olmasına, gönülden isteyip benimsemesine bağlıdır. Zor karşısında kalan kimsenin “inandım” demesi ve ibadet etmesi sadece bir aldatma ve durumu kurtarmadır. Bu yüzdendir ki muhtelif âyetlerde peygamberin görevinin insanları mutlaka hidayete erdirmek değil, sadece Allah’ın gönderdiği vahyi tebliğ etmek olduğu bildirilmiştir (meselâ bk. Âl-i İmrân 3/20; Nahl 16/82; Kasas 28/56; Şûrâ 42/48). Bazı müfessirler bu âyetin neshedildiğini yani hükmünün kaldırıldığını söylemişlerse de bize göre bu görüş isabetli değildir. Meşrû savunma ve hakların korunması için savaş emri geldikten sonra da Hz. Peygamber inanmayanları imana zorlamamış, yalnızca topluma zarar verenleri sürgüne göndermiş, diğer gayri müslimlerle hukuk çerçevesinde aynı ülkede yaşamış ve yaşanmasını istemiştir.
23-24. âyetlerde uyarıldıkları halde söz dinlemeyip inkâra devam edenleri, Allah’ın “en büyük azap” ile cezalandıracağı vurgulanmaktadır. Başka bir âyette de en büyük azabın âhiret azabı olduğu ifade edilmiştir (bk. Kalem 68/33). Kur’an’dan ve Hz. Peygamber’den yüz çeviren inkârcılar her ne kadar inkârlarında devam etseler de sonunda varacakları yerin Allah’ın huzuru olduğu ifade edilmiştir. Bu sebeple onların, 24. âyette anlatılan “en büyük azap”la cezalandırılmaktan kurtulmaları mümkün değildir. Zira hesaplarını başkasına değil Allah’a vereceklerdir. Hesap, insanların dünyadaki inanç ve davranışlarından dolayı âhirette sorguya çekilip yargılanmalarını ifade eder. Kur’an terminolojisinde hesap genellikle, “kötü davranışların dünyadaki (Talâk 65/8) ve daha çok da âhiretteki yansımaları ve sahiplerinin cezalandırılması” mânasında kullanılmıştır. Bununla birlikte iyi davranışların âhirette mükâfatlandırılması anlamı da vardır (hesap hakkında bilgi için bk. Emrullah Yüksel, “Hesap”, DİA, XVII, 240).