BEN bu Özal hanedanını yıllardan beri anlayamadım gitti. Bunların marifetlerini geçmişte yüzlerce yazıyla, kitaplarla, belgelerle ortaya koymuş bir gazeteciyim.
Hanedanın ciğerinin içini bilirim. Fakat şimdi anlıyorum ki, bunlar sonsuz bir cevherdir ve gündemde kalabilmek için ölünün sırtından bile sömürü yapmaktan çekinmezler.
Özal'ın ölümünden bu yana 9 yıl geçti ve hanedan şimdi koro halinde tutturmuş ‘‘Onu zehirlediler, öldürdüler’’ diye çığlık atıyor!
Eceliyle ölmemiş, öldürülmüş!
Peki kim öldürmüş? Niçin öldürmüş? Birileri öldürdüyse, 9 yıldan bu yana aklınız neredeydi? Jetonunuz şimdi mi düştü?
* * *
1993 yılının sanırım ocak ayı. Halamın oğlu, o sırada Meclis Başkanı olan Hüsamettin Cindoruk'la Özal'dan söz ediyoruz. Kulağıma eğiliyor ve şu sözleri söylüyor:
‘‘Bu gidici. Yakında ölecek.’’
İnanmıyorum, şaşırıyorum ve aynen ‘‘Ne gidicisi abi, o hepimizi götürür’’ diyorum. Cindoruk ısrar ediyor:
‘‘Haberin kaynağı Baba'dır. Bu devlet bilgisi. Sadece sen bil ve ağzını sıkı tut. Önümüzdeki yaz aylarını çıkaramayacak. Baba sağlamcıdır. Bunu diyorsa bir bildiği vardır.’’
Birkaç gün sonra, Baba'nın bu bilgiyi Cavit Çağlar'a da verdiğini birinci elden öğreniyorum. Bu devlet sırrını kimseye açamıyorum. Aradan kısa bir süre geçiyor ve Özal 17 Nisan'da ölüyor. Cumhurbaşkanlığına soyunan Baba, bizim gazetenin bazı yazarlarını 24 Nisan günü Konut'ta öğle yemeğine çağırıyor. Öğrenmiş olduğum bu olayı kendisine aktarıyorum ve açıkça soruyorum:
‘‘Özal'ın öleceğini gerçekten biliyor muydunuz...’’
Bazı şeylerin bana söylenmiş olduğunu anlıyor. Verdiği yanıtı 25 Nisan 1993 tarihli yazımdan aktarıyorum:
‘‘Hükümetler cumhurbaşkanının sağlığından da sorumludur. İki ay önce ABD kaynaklı bir yerden (tedavi gördüğü, ameliyat geçirdiği Houston Hastanesi'nden) sağlığının iyi olmadığı konusunda bize bilgi geldi. Bunu duyunca kendisine sağlığının nasıl olduğunu sordum. İyi olduğunu söyledi. Ben daha başka bir şey söyleyemezdim. Ancak bizim bilgimiz kalbiyle değil, prostatla ilgiliydi. Durumunun iyi olmadığını biliyordum ama öleceğini nasıl bilirdim. Kimin ne zaman öleceğini sadece Allah bilir.’’
Yazımı şöyle sürdürüyordum:
‘‘Demirel önümüzdeki yaz aylarını çıkaramaz deyip demediği konusunda bir şey söylemedi. Bir kez daha anladım ki, devletin tepesinde çok ilginç olaylar oluyordu.’’
* * *
Ölümünden önce Türk Cumhuriyetleri'ne gidiyor. Oralarda da tıka basa yemek yiyor. 1.60 boyunda ve 140 kiloluk bir beden! Ne bulursa yiyor. Demirel'e havaalanında ‘‘Bu sefer çok yoruldum’’ diyor. Yüzü kapkara. Ölümünden önceki durumu böyle...
Ve Çankaya'da kalp krizi geçiriyor, ölüyor.
Hacettepe Hastanesi'ne kaldırıldığında ölmüş durumda. Kurtarılması mümkün olmuyor.
Dün bu konuyu ANAP eski milletvekili, İçişleri Bakanı ve tıp doktoru olan Ülkü Güney'e sordum. Aynen şunları söyledi:
‘‘Ben hastanede yanındaydım. Asla öldürülme yoktur. Ölüm kalpten olmuştur.’’
* * *
Bir insan ölüyor, aradan 9 yıl geçiyor ve ailesi başlıyor ‘‘Onu öldürdüler, zehirlediler’’ diye feryat etmeye! Dün gece bunları Reha Muhtar'a itiraf (!) ediyorlar.
Bu yaptıkları, her şeyden önce ölmüş insana saygısızlıktır. Madem öldürülmüştür, madem zehirlenmiştir, 9 yıldan beri aklınız neredeydi?
Öldüğünde otopsi bile yapılmamış!
Otopsi, kuşkulu ölümlerde yapılır. Ya savcı ister, ya da ölü sahibi. O zaman niye otopsi isteminde bulunmadınız?
Benzer sözleri daha önce birader Korkut söylemiş, kardeşinin öldürüldüğünü iddia etmiş, ancak hiçbir kanıt ya da tutarlı bir şey açıklaması mümkün olmamıştı.
Dün sabah bizim gazetede, zamanında Özal'ın sağ kolu olan bir siyasetçiyle konuşuyoruz. Sözleri aynen şöyle:
‘‘Eğer zehirlendiyse, en büyük sorumlu karısıdır. Bir insanın bu kadar yemek yemesine göz yumarsan zehirlenir, olacağı budur.’’
* * *
Bir ülkede başbakan, cumhurbaşkanı olarak görev yapmış birinin ‘‘öldürülmüş olması’’ ciddi ve önemli bir olaydır.
Ama Korkut-Semra-Ahmet üçlüsünün gündeme getirmeye çalıştığı şu olay, aile açısından ne yazık ki ciddiyetsiz ve tutarsız bir duygu sömürüsüne dönüşüyor.
Eğer bunlar iddialarında ‘‘samimi’’ ise devletin ilgili makamlarına derhal başvururlar, mezar açılır ve cesette gerekli incelemeler yapılır. Ondan sonra susarlar, ağlaşmayı bırakırlar.
Bir daha da ölünün sırtından sömürü edebiyatına, aile boyu gündemde kalma ve kendilerini acındırma çabasına girişmezler.
Masal okuduklarını en önce kendileri biliyor. Ne aileymiş bunlar! Ayıptır vallahi.