Güncelleme Tarihi:
Aradan bir yıl geçtiğine göre Van’da yapılan deprem gazeteciliğine daha serinkanlı bakabilir, bu felaketten çıkarılması gereken dersleri konuşabiliriz. Kuşkusuz Yılmaz ve Emir, yetkililerin faaliyetini durdurmadığı o otelin sağlam olduğunu sanıyorlardı. Ama onların kaybından çıkaracağımız ilk ders, depremi izleyen gazetecilerin teknik ekipmanına, güvenliğine, kalacağı yere çok titizlenmek gerektiği. İnsanların acılarına odaklanırken, gazetecilerin yaşamını tehlikeye atmamalıyız. Tabii koşullar elverdiğince...
Alınacak bir diğer ders de habercilik tarzımızla ilgili. Hatırlayacaksınız, bir sunucu depremin ardından televizyondaki nefret söylemiyle dikkat çekmiş, ekrandan çekilmişti bir süre. Yapılmaması gerekenin ilk örneğiydi o konuşma.
Van depreminde nasıl habercilik yapıldı? Bilgi Üniversitesi Medya ve İletişim Yüksek Lisans öğrencisi Hale Uysal bu sorunun peşine düştü. 24 Ekim-31 Ekim 2011 tarihleri arasında Hürriyet, Sabah, Zaman, Haber Türk, Sözcü, Yeni Şafak ve Taraf gazetelerinde çıkan deprem haberlerinin söylem analizini yaptı. Prof. Dr. Esra Arsan’ın danışmanlığında “Nefret söylemi bağlamında Van depremi” başlıklı bir tez hazırladı Uysal. Van depremini “Öteki depremi” olarak nitelendirdi bu tezinde. İncelediği bazı gazetelerin “nefret söylemi” içerdiğini yazdı. Hürriyet’in deprem haberleriyle ilgili vardığı sonucu da şöyle özetledi:
“Hürriyet, bu yedi günlük süre içerisinde, yardım kampanyalarını ön plana çıkararak, sıklıkla Türk insanının ne kadar yardımsever olduğunu vurguluyor ve birliktelik mesajı veriyor. Konunun geçtiği bölge nedeniyle Kürt halkıyla birliktelikten bahsettiğini elbette anlıyoruz; ama sıklıkla Türk kelimesini geçirip, etnik kimlik vurgusu yaparken, hiç Kürt kelimesini geçirmemesi dikkat çekiyor. Birliktelik ve kardeşlik mesajı verirken, kiminle kardeş olunduğunu söylemesi, şahsen daha rasyonel bir çerçeve sağlardı. Gazete, Kürt kimliğine karşı herhangi bir nefret söylemi üretmiyor ya da yöneltmiyor.”
Elbette bu bir saptama ve üzerinde durmayı, tartışmayı hak ediyor. Ama şurası açık, Türkiye gazetecileri olarak felaketler konusundaki deneyimimiz yeni hatalar olmasını engelleyemiyor. Doğal olmayan, eski hataların yinelenmesi. Gazeteciliğin dilinin insanileşmesi, eski yaklaşım kalıplarının terk edilmesi bu kadar zor olmasa gerek.
Onlardan sorular kaldı
Gazeteci milleti böyledir, insanların acısıyla karşılaştı mı kendini unutur. Başına bir şey gelmezmiş gibi atılır tehlikenin orta yerine. Sebahattin Yılmaz ve Cem Emir de öyle koşturuyorlardı enkazların arasında. Kendilerini sakınmadan, yorgunluğu akıllarına getirmeden odaklanmışlardı deprem felaketine. DHA Van Büro Şefi Feyat Erdemir, Yılmaz ve Emir’in son günlerinin tanığıydı. Tanıklığını kaleme almak zor oldu onun için:
“Sebahatin Yılmaz ve beraber ölüme gittikleri Cem Emir’in iyi gazeteciliklerini anlatmayacağım. Onları tanıyanlar biliyor zaten. İlk depremi, altı katlı binanın beşinci katında Sebahattin abi ile beraber yaşadık. Merkeze ilk şok haberi verdikten belki de üç saat sonra bana dönüp, ‘Müdür çocukları aradın mı?’ diye sordu. Gazetecilik de bu galiba.
Sebahattin abiyi otele ben bırakmıştım. Arabadan inip fotoğraf makinesi elinde, yolun karşısındaki otele doğru ağır adımlarla giderken, belki de uzun bir aradan sonra ilk defa arkasından bakmıştım. Otele girdiği an, onu son görüşüm oldu ne yazık ki. Erzurum’un soğuk kışında bir kürekle toprağı üzerine örterken 1992’nin soğuk Van kışında ilk karşılaşmamızı hatırladım. O benim dostum, abim, neşe kaynağım, meslek büyüğümdü.
Cem’le 2009 yılında 37 yaşındayken kalp krizi sonucu kaybettiğimiz DHA Elazığ Muhabiri Mustafa Devrim’in cenazesinde tanışmıştık. Cem, DHA’da çalışmaya da o gün başlamıştı. AFAD’ın kapısında ‘Habere gidiyorum döndüğümde yemek ısmarlarsın’ deyişi son karşılaşmamızdı. İnsanların acılarını anlatmaya geldiği Van’da, acısını yaşıyoruz. Sizleri çok özledim.
Sorular kaldı geride. O binaların sahiplerinin vicdanı rahat mı? Peki, afet karşısında devlet olmanın gereğini yerine getirmeyenler? Allah aşkına o otel boşaltılsa ne olurdu? Belki bir çadırda, belki bir arabada sabahı bekleyeceklerdi, ama ölmeyecekti arkadaşlarımız.”
Okurdan kısa kısa:
Engin Nur: Gazetenin yeni şekli çok güzel olmuş. Eninin 3 cm daralması kağıttan tasarruf sağlamış, rahat okumaya sebep olmuş, akıl edenin, yapanın ellerine sağlık. Lütfen bir de gazeteyi aldığımızda ilk okuduğumuz Yılmaz Özdil’in sayfasını reklam uğruna değiştirmeyin. Öncelik yazarın olmalı.
Sadık Kalkıcı: Her sabah Üsküdar’dan Eminönü’ne geçerken vapurda gazetemin sayfalarını okuyarak çevirmek bende klasik bir olgu haline gelmişti. Bu sabah sayfaları çevirmek ayrı bir his uyandırdı, gazetemin boyutları ufalmıştı. Tarife gerek yok, olmamış. Hürriyetimizi geri istiyoruz.
Mehmet Özata: Hürriyet’i Fenerbahçe’nin “Dereağzı Bülteni” ne dönüştürdünüz. Allah’ın her günü spor sayfanızda Fenerbahçe’den başka haber yapmıyorsunuz. Türkiye’de Fenerbahçe’den başka takım yok mu? Lütfen, hakkaniyetli ve yansız gazetecilik yapın.
Mesut Yıldan: 13 Ekim’de arka sayfada İngiltere’deki bir kadın cinayetiyle ilgili haber var. Büyük fotoğrafın üzerinde “Kalbinden bıçaklanan Emma Jones kurtarılamadı” diyor. Ama kadının elleri kelepçeli. Belli ki, o öldüren kadın, diğer fotoğraftaki kadın da öldürülen. Fotoğraf notları karışmış.