No business like show business

Çocukluktan kalma bir durumdur bende ki ona defo mu demeli, düşünmeden de edemiyorum:

Ne zaman hayat freni boşalmış kamyon gibi üzerime üzerime gelse, ne zaman bıktırıcı temposu nefes alamayacak derecede üzerime çullansa; çok içimden bir yerde gözlerimi kapatır ve zihnimin köşesinde big-band’in çın çın çınlamasını beklerim.

Sanki birazdan Judy Garland-Fred Astaire-Ginger Rogers-Gene Kelly-Bing Crosby-Shirley MacLaine-Frank Sinatra-Dean Martin kol kola girmiş köşeden çıkıp step dansı yapa yapa gelecekler ve cümleten gökkuşağının altından şarkılar söyleyerek geçeceğiz:

Happy End...

80’lerin ortalarında doğmuş kardeşlerimize "Vakt-i zamanında mamutlar vardı" muhabbeti gibi geliyor ama benim yaşıtlarım 18 yaşına kadar sadece TRT’ye mahkumdu. (Hoş, ana-babalarımız televizyondan evvelki radyo günlerinden bahsedince bize de öyle geliyordu; ayrı...)

’90 yılında ilk özel televizyon açılmadan önce TRT kanal sayısını dörde çıkarmıştı ama bunların da bir kısmında bütün gün yurttan sesler korosu, bir kısmında mütemadiyen esneten, resmi gazete tadında bir söylem olduğunu düşününce, onlar da olsa da olurdu olmasa da olurdu hani...

Ekseri kovboy filmlerinin ve büyük müzikal prodüksiyonların altın çağı olan 40-50’li senelerden kalma müzikal klásiklerinin yayınlandığı pazar sabahı filmleriyle resmen büyülenirdim.

Geçen yıllar içinde kovboy filmlerinin beyaz şapkalı iyi kovboylarına gıcık olup, o filmlerde genelde kötü adam rolüne yazılan Kızılderililerin tarafını tutar oldum. Kovboy filmlerinden iyiden iyiye soğudum. (Spagetti western’lerinin yakışıklı çocuğu olarak işe başlayıp, yıllandıkça ve demlendikçe son derece kalifiye bir aktör ve yönetmene dönüşen Clint Eastwood’un Unforgiven’ı gibi istisnalar kaideyi bozmaz tabii.)

Hollywood’un insanın suratına salak bir tebessüm yerleştiren sabun köpüğü müzikallerinden bir türlü geçemedim fakat.

Yani, son yıllarda müzikal adı altında sergilenen birçok yeni prodüksiyonda üstümü başımı yırtma kıvamına gelmişimdir ama klásikler dediniz mi, üç-beş tane valium yutmuş gibi mutlanıyorum. Eförinin şahikasına ulaşıyorum. Elimde değil...

Pazartesi günü de freni patlamış kamyon modeli, berbat bir gündü.

Pazartesi akşamı, müzikal klásiklerinden derlenmiş bir konser izledim; hayatım değilse de hálet-i ruhiyem değişti.

Harbiye Açıkhava’da "Senfoni Orkestrası Eşliğinde Broadway’den İstanbul’a Müzikaller" adı altında bir "müzikal konser" sergilendi.

Haldun Dormen’in yönetmenliğinde, Orhan Şallıel’in orkestra şefliğinde, koreografi dans@company tarafından düzenlenmiş hálde sergilenen, var ya, ilaç gibi geldi.

Seden Gürel, Keremcem, Şevval Sam, Mirkelam, Şehnaz Sam, S. Mert Turak, Selen Uçer ve Şeker Gazi’nin gelmiş geçmiş, yerli yabancı klásikleri söyledikleri güzelliği yarın bilahare açarız.

Zira bir kereye mahsus bir gösterim olarak planlanan Broadway’den İstanbul’a Müzikaller; sadece bana değil, sanırım Cemil Topuzlu’yu hıncahınç dolduran ve konserin sonunda dakikalarca ayakta alkışlayan seyirciye de sorarsanız, öyle "söyledik-bitti" tadında kalmayacak, talep üzerine birkaç kez daha sergilenecektir.

Yani, sergilense ne güzel olur diyeyim en azından. O gün can sıkkınsa, bir kez daha gider, oksijen çadırına girer gibi Harbiye Açıkhava’ya girer, huşu içinde izlerim.

Suratımda o eförik tebessüm ve "the happy end..."
Yazarın Tüm Yazıları