Mayıs bitmeden

Serdar TURGUT
Haberin Devamı

Bu yazıyı mayıs ayı bitmeden yazmak zorundaydım.

Biliyorsunuz, bu mayıs ayı içinde 1968 ayaklanmasının 30'uncu yıldönümü kutlandı.

O dönemi sıcağı sıcağına yaşamış insanlar, bilim adamları, sanatçılar kendi geçmişleriyle hesaplaştılar bu ay içinde.

1968 kuşağının bir bilançosu çıkarıldı, artılar eksiler yan yana konuldu.

***

Ancak bence 1968 ruhunu tartışanlar olaya eksik bakıyorlar.

Çoğunluk o dönemde Avrupa ve özellikle de Paris'te yaşanan olaylara konsantre oluyor.

O dönemde sosyal bilimler ve felsefede Avrupa ağırlığı bugünkünden çok daha fazla olduğundan ve Avrupalı entelektüeller olaylara bir teorik çerçeve getirmekte bayağı da başarılı olduklarından, insanların bugün 1968 ruhuna daha hâlâ Avrupa gözlükleri ile bakmaları normal.

Ben bugün biraz değişik bir bakış önerisi getireceğim.

Meselenin bir de Amerika boyutu var.

1968 ruhunun Amerikan sinemasına etkilerini irdelemezsek eğer, o dönemin bugünlere kadar damgasını nasıl da kalıcı olarak vurduğunu anlamamıza imkân olmaz.

***

1960'lı yılların ortalarına gelindiğinde Amerikan sineması daha hâlâ stüdyoların amansız kontrolü altındaydı.

Stüdyolar çevrilecek filme karar verdiklerinde en önemli görevi kendi memuru gibi gördükleri prodüktöre verirlerdi.

O dönemde direktörün katiyen önemi yoktu. Hatta direktörler çoğu zaman filmin tümünü görmeden görevlerini tamamlarlardı.

Ancak henüz daha 20 yaş civarında olan ve sinemaya gönül vermiş bazı adamlar var olan bu düzene karşıydılar.

Ve de Antonioni'nin, Fellini'nin, Kurusowa'nın filmlerini ezberleyerek büyüyen bu genç ‘Ateur’lar, yani roman yazar gibi film çevirmeye hazırlanan bu insanlar büyük bir isyana hazırlanıyorlardı.

***

Amerika'da 1968 isyanı aslında 1967 yılında yaşandı.

1967'de iki çok önemli film gösterime girdi.

‘‘The Graduate’’ Amerika'da aile ve seksüel ahlakın gerçekten sorgulandığı filmdi.

Düşünsenize, bundan önce Hollywood ‘‘The Sound of Music’’ gibi bir ‘aile eğlenceliği’ film yapmaktan öteye gidemiyordu.

‘‘The Sound of Music’’ten ‘‘The Graduate’’e geçişle Amerikan sinemacılığında ilk gerçek pradigmatik kopuş yaşandı.

Burada bir dipnot koymadan geçemeyeceğim.

Benim bugüne kadar sinemada gördüğüm en erotik sahne de ‘‘The Graduate’’teydi.

Dustin Hoffman, Mrs. Robinson ile ilişkisini bitirmeye karar verir. Odanın kapısına doğru yürür.

Tam bu sırada Mrs. Robinson çorabını giymeye başlar ve Dustin Hoffman'ı biz çorap giyilen bacağın altından yapılan çekimle görürüz.

Dustin büyülenmiş gibi kadına bakar. Kadın ona bakar ve çorabı tekrar çıkarır. İlişki bitememiştir.

‘‘Bonnie and Clyde’’ da Warren Beatty'nin stüdyo sistemini tamamen yıkarak sistem dışında yaptığı ilk filmdir. Bu anlamda Warren Beatty gerçek bir radikaldir.

***

Bu paradigmatik kopuşla birlikte Amerikan sinemasında ve dahası Amerikan kültüründe ilk büyük devrim yaşandı.

1967'den sonra birbiri ardına gelen filmlerin adına bakmak bile ne dediğimi anlatmaya yetecektir.

İşte 1967 ile 1972 arasında birbiri ardına gösterime giren filmler:

1968: 2001: A Space Odyssey ve Rosemary's Baby

1969: The Wild Bunch, Midnight Cowboy ve Easy Rider

1970: M*A*S*H, Five Easy Pieces

1971: The French Connection, Carnal Knowledge, The Last Picture Show

1972: The Godfather

***

Paradigmatik kopuşu, yani devrimi gerçekleştiren genç insanların hepsi o dönemde 20 ila 30 yaş arasındaydı.

Hepsi 1960'lı yılların bir ürünüydüler. Hepsi dünyayı takip ediyordu ve bence hepsi de devrimciydi.

Bu isimleri de yan yana sıralarsak, o dönemin Amerika ve dünya açısından ne kadar önemli olduğunu bir kez daha görebiliriz.

İşte 1968 devrimini Amerika'da gerçekleştiren ‘yeni’ sinemacılar:

Francis Ford Coppola, Warren Beatty, Stanley Kubrick, Dennis Hopper, Mike Nichols, Woody Allen, Bob Fosse, Robert Benton, Arthur Penn, John Cassavetes, Alan Pakula, Paul Mazursky, Bob Rafaelson, Hal Ashby, William Friedkin, Robert Altman. ve Richard Lester.

Bunlar ilk dalga olarak adlandırılmıştı.

Ya ikinci dalgada yer alan direktörlere ne demeli: Martin Scorsese, Steven Spielberg, George Lucas, John Milius, Paul Schrader, Brian De Palma ve Terence Malik.

Düşünsenize, bu isimler o günlerde gencecik, ceplerinde beş kuruş para olmayan insanlardı.

Ancak sinemaya âşıktılar ve direktörü yok farz eden bir sistemi de iki yıl içinde cesur bir biçimde yıkmayı başardılar.

Bence bu gerçek devrimdi.

* * *

Bu genç direktörler o günlerde yine ismi cismi bilinmeyen genç insanlara roller verdiler.

İşte onlardan bazıları: Jack Nicholson, Robert De Niro, Dustin Hoffman, Al Pacino, Gene Hackman, Richard Dreyfuss, James Caan, Robert Duvall, Harvey Keitel, Eliot Gould, Barbara Streisand, Jane Fonda, Faye Dunaway, Jill Clayburgh, Ellen Burstyn, Diane Keaton.

Ya, işte böyle. O devrim bence Amerikan ve dünya sinemasının en parlak dönemini yarattı. Bugünkü Hollywood o dönemin yanında cüce kalmaktadır.

(O dönemi ve sinema dünyasının bu genç isimlerinin bazılarının daha sonra kendilerini nasıl harcadıklarını Peter Biskind'in yazdığı muhteşen kitap, ‘‘Easy Riders, Raging Bulls’’da okuyabilirsiniz.)













Yazarın Tüm Yazıları