Paylaş
Gün içinde çok telaffuz ettiğimizden olabilir; örneğin iPhone, baş harfinin “ben” anlamına gelmesinden dolayı “kendimize” duyduğumuz sevgiyi ya da bencilliği büyütmüş olabilir ki akabinden gelen “selfie” de onun aksiyona tercüme edilmiş hali sanki. YouTube, tam tersi, “sen/siz” anlamıyla sanki karşı tarafın yararına var olmuş.
Birkaç yıl evvel West Hollywood Pacific Design Center’da sadece dijital sanat satan bir galeriyi ziyaret etmiştim. Sergilenen işlerden biri, ortalama büyüklükte bir sinema perdesine yansıtılan fotoğraflardan oluşuyordu. Fotoğraflardan dilediğinizi seçip “zoom” yapabilmenize imkan verilmiş. “Zoom” yaptıkça ekran soyut görüntülere bürünüyor yani fotoğraf sonsuz şekilde detaya inebiliyor. Bitmek bilmez bir detaylarda kayboluş seyahati mi sanatın pratiği veya kalp, akıl, düşünce, ruh hassasiyeti geliştirmenin bir yolu mu?
“Sanat din gibidir, inanan için her şeydir, inanmayan için saçmalıktan ibarettir” diye bir yerde okumuştum. Sanat tutkusuyla derinlere indikçe hassasiyetim artmış, kalbim incelmiş ve detaylarda kaybolmuşum meğer. Biraz insanları ve hayatın kabalığını hatırlarsam en azından kalbimi güçlendiririm diye düşündüm ve fotoğraflara “zoom” suz bakmaya karar vererek kendimi YouTube sularına bıraktım.
Dijital yerli - Dijital göçmen
Yeni medya aktörlerinin şeffaf olmaları sayesinde izleyicinin ilgisini artık mükemmellik yerine samimiyet ve gerçeklik çekiyor. Geleneksel medyanın aktörlerinin yeni medyaya “taşınma”ları çok sakil duruyor. Bir nevi dijital mülteci. Yerliler onları konuk ediyor, kendilerini ifade etmelerine olanak sağlamaları çok medeni. Ancak TV ve Beyaz perde dünyasından gelen buranın dinamiğini bilmediğinden, “sahneyi izlemeye” gelen kitlenin beklentilerine yetemiyor. En usta oyuncu bile olsa, bizimle önceden hep bir kurgu içinde buluştuğundan, bize “gerçeklik ve samimiyet” duygusu veremiyor maalesef. “Oyunculuğu” muhteşem bile olsa inandırıcı gelmiyor.
Sanal gerçekçilik
Çalıştığım medya ajansının başkanı yakın geleceğin en aranan iki mesleğinden birinin, drone pilotluğu, benimle ilgili olan diğerinin de “VRcılık” olduğunu söyledi. Türkçe’ye bu şekilde, işletmeci, dişçi, etçi gibi geçecekse eğer, “sanal gerçekçi-cilik” kulağa pek tuhaf geliyor. Eğer şu aralar biri bana herhangi bir sanal gerçekçilik işi talebiyle gelecekse cebinin dolu olması lazım. Saatim bin dolardır, peşin alırım! Yüzümü tahriş ettiği için sanal gözlükleri günde üç saatten fazla kullanamam. İşime asla karışılamaz ve sonsuz güven isterim. Ancak önümüzdeki bir yıl doluyum. Uzaya “Biyolojik Moleküller” koleksiyonumu sergileyeceğim bir müze yapmakla meşgulüm. Şimdi Covid-19’a da bir bölüm eklemek gerektiğinden inşaatım uzadı. Dediğim gibi, bekleme süresi en az bir yıl 🤣
Öyle “pis bir şey” olacak ki bu VR alemi, ihtiyacınız olmasa bile sırf sanal mağazacılık deneyimini yaşamak için girip alışveriş yapacağınızın garantisini verebilirim. Bu bana yıllar evvel yakın bir arkadaşımın “bazılarının Louis Vuitton mağazasına girince orgazm olduğu” yorumunu hatırlattı. Acaba sanal alemde bu mümkün olur mu diye düşündüm. Çünkü her şey öyle havalı modellenecek, bize öyle deneyimler sunacak ki; yaşamın bir simulasyon olduğuna ihtimal verip bu teoriye körü körüne inanacak hale gelebiliriz. Mesela sanal alemde bir markette, bir deterjanı bir “ışık huzmesi” olarak görüp, ona sahip olma eyleminin onu patlatarak mümkün olabilmesi oyunu gibi 😃
Benim sanal ortamda deneyimlediğim en hoş his, başka bir avatarla karşılaşınca yakın temasta göz göze gelmek. Robotumsu bir varlık düşünün; gelmiş burnunuzun dibine, kafasını hafif yana yatırıp size bakıyor. Bir teknoloji fuarında rastlayacağınız robot gibi asla değil. Bu hissi tuhaf yapan şey, o avatarın “içinde” bir insan oluşu. Dünyada mümkün olmayan şeyler makbul “ora”da. İki yıl evvelki sanal sohbet ortamından hala hafızamda kalan bir açık hava sanat eseri var: İçinde balık yüzen, havada asılı dev bir su damlası💧
2000 Sonrası doğan insanlık - Organik hap 💊
Etrafımdan algıladığım, bana ulaşan beklentiler, genellikle bu zamanı konu alan yeni işler üretmem üzerine… Oysa ben geçmişte düşündüğüm ve taslaklarını çizdiğim işleri hayata geçirmek için süper bir zaman bulduğum hissindeyken, üzerimdeki bu “hafif baskı” neticesinde, yine geçmişte ürettiğim bir fikre biraz “Covid” serptim ve çok da yakıştı. Fikri yani eserin kendisini burada paylaşmayacağım. Beni bile rahatsız eden oldukça sert bir fikir; ancak vücut bulduğunda ifade bulur dedirtecek cinsten. O yüzden biraz “sevimlileştirerek” fikri yumuşatacağım. Covid ile ilgili kısmını kısaca şöyle ifade edebilirim; virüsün aldığı canların büyük kısmı yaşlıların; dünyanın yeni değeri olan “data” üretmek konusunda pasif bir kesim. Bugünün “Big Data” dünyası açısından bakıldığında yaşamlarının sadece son on-yirmi yılında data sağlamışlar.
Hayatınızın, anılarınızın kıymetini bilin. Biz Özel Hayat denen şeyi yaşamış son nesiliz. Yüz yıl sonra olur da merak edilirsek, hayatımızın her bir detayı -karantina döneminde internet aracılığıyla yaptığımız görüşmeler gibi (karantina dolayısıyla aramızda evi “Zoom”lanmayan herhalde kalmamıştır)- belki de birkaç tıkla ulaşılır olacak ve geleceğin insanı YouTube yerine bu haplarla neyin nasıl yapıldığını öğrenebilecek. Belgeseller yerini bu dijital haplara bırakacak. Büyük bir başarınız mı oldu? Kimlerle nasıl hayata geçirdiğiniz ve tüm datanız gelecek nesillere yol gösterecek saf bir malzeme.
Belki de geleceğin para birimi.
Yaşanmışlık ya da bu dijital fosil veya dijital maden; geleceğin ihtiyaçlarına göre şu anda hayal bile edemeyeceğimiz bir şekilde işlenebilir.
Akıllı telefon hayatıma girdiğinden beri sanki dev bir kamera hayatımı kaydediyor gibi hissettim ve bu benim her koşulda doğru olanı yapmaya çalışmamı sağladı. O hayali kameraya irademle ilgili çok şey borçluyum. Şimdi yan yana gelinemediğinden en önemli iş görüşmeleri bile “Zoom” üzerinden yapılıyor. Ama geleceğin kristal şeffaflığına bir an evvel alışırsak iyi ederiz. Çünkü bu bilinç muhtemelen bizi daha iyi insanlara dönüştürecek 💎
Paylaş