Paylaş
Toplumsal cinsiyetin ayrıcalıklar, dezavantajlar ve istisnalarının olduğu bir dünyada, feminist medya çalışmalarındaki son elli yıllık araştırmalar, cinsiyetin medya ile ilişkisini araştırmak için bir girişim oldu.
Bu girişimler, medyanın feminist analizleri, kültürel yapıların eşitsizlik, tahakküm ve baskı kalıplarına nasıl bağlandığını anlama arzusuyla canlandırıldı. Bazen cinsiyet üzerinden medyanın sunduğu ‘zevk’ ön plana çıkarıldı, bazen de bunun ideolojik etkileri vurgulandı. Sonuçta bu araştırmalar canlı, heyecan verici ve daha adil bir dünya yaratmaya yönelik etik ve politik taahhütler bağlamında titiz analizler üreten bir alan yarattı.
1960'lar ve 1970'lerde, Batı dünyasını süpüren feminist yaratıcılık, düşünce ve aktivizm dalgasına karışanlar, daha önceki kadın hareketlerinin bilmesi gereken bir sorunla karşı karşıya kaldı: medyanın egemen olduğu bir dünya.
Kadınların medyada temsil edilmesine ilişkin feminist çalışmaların temelini oluşturan yapılanmaların etkisi yadsınamaz. Aynen batıdaki gibi, burada da üniversitelerde çalışan veya okuyan kadınlar, erkeklerin tüm insan nüfusunun önünde durduklarını ve medyada kadınların tasviriyle ilgili sorunların farkına vardı. Ancak bizim toplumumuzun en üst yapılarında bile kadın tercihleri, kadın çıkarları göz ardı edilmekte.
2020 yılında halen, yoğunlukta yerli dizilerde, reklamlarda, haberlerde, kadınları erkeklere bağımlı 'ev görevlisi' olarak, 'dekoratif objeler' olarak ve 'akıllı olmayan' varlıklar olarak tasvir edilen birçok kadın örneği görebiliyoruz. Medya tarihinde cinsiyet ve medyanın kendi yapısındaki derin değişikliklerin yanı sıra eleştirel, teorik ve politik bakış açılarının değişmesi nedeniyle bu alanda devam eden dönüşümler hakkında bir fikir vermek amacıyla 'Hanım Efendi' adını verdiğim köşemde takdir ettiğim kadın profillere yer vereceğim.
2000'de giriş yaptığım Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi'nden bu ay mezun oldum. Profesyonel sanat hayatım ve yurt dışı programlarım sebebiyle mezun olmak 20 yılımı aldı. Ancak dünyada en hızlı değişen sektörlerden birinin medya olması, bu değişim sebebiyle müfredata eklenen birçok yeni ders beni çok güncel bilgiyle besledi, sanat üretimime katkı sağladı ve en önemlisi sürekli değişen pazarlama dünyası dinamiklerinin farkında olmamı sağladı. Sistemin kadını bir teşhir objesi olarak algılaması, aslında ihtiyaç olunmayan bir ürünün pazarlama faaliyetlerine dahil etmeye çalışmasıyla uzun vadede ona gelip geçici 'ünlü'; yani bir ürün muamelesi yapması özellikle bugünlerde oldukça fazla gündeme gelen 'şiddet'i yaratıyor.
Bu şiddetin tek taraflı yani sadece erkek tarafından kadına uygulandığını söylemleştirmek de yanlış olur. Şiddetin alasını kadın kadına ölümüne uyguluyor. Bunun da en büyük sebebi toplumdaki rol modellerinin başarıları gibi yansıtılan evlilikleri, annelikleri veya partnerlikleri. Bu rol modelleri bir de büyük firmaların ürün kampanyalarında temsil olunca başarıları katlanmış oluyor. Zaten algılatılmak istenen tam da bu. Ve her tarzdan ilişki dengeleri 'aşk-ı cismani (maddi,tensel aşk) melekleri yüzünden bozuluyor. Tarihteki haremden cariye kavgalarının çağdaşlaşmış versiyonlarının toplumun her kesimine yayılmış olması gibi. Erkek de bundan zarar görüyor hatta en ağır bedelleri ödeyebiliyor, belki de en zararlı o çıkıyor gerçekten sevildiğine inandırılmakla. Bu yüzden cinsiyetin şiddet ile ilişkisini keskin hatlarla belirlemek ve 'kadına şiddet' gibi söylemlerle gündemde tekrarlamak soruna hiçbir çözüm getirmez aksine büyütür.
Biz kendimizi daha iyi yapmaya, öğrenmeye ve gelişime odaklamalıyız. Her bir atılan iyi adım katlana katlana büyüme potansiyeline sahip. Kıskançlık gibi negatif bir duygu başta kendimize, sonra başkalarına ölümcül derecede negatif etki edebiliyor. Bu yüzden amacı çok masum olan kadın savaşçıları bulmam gerektiğini ve onların hikayelerinden ilham almamızın önemli olduğunu fark ettim. En büyük savaşçılardan biri şu anda İstanbul'da... Kadın bedenini kullanıyor sanatında, ilham veriyor. Onunla başlayalım:
“Onunla tanıştığımda ‘Tanrım bu kadın bana aşık’ demiştim… Aslında dünyaya aşık olduğunu anlamam uzun zaman aldı. Marina, aslında, ‘(bunu) kişisel algılama, ben dünyaya aşığım yalnızca sana değil’ diyordu. Sonra fark ettim ki bu yanlış anlaşılmayı herkese yaşatıyor’”. Klaus Biesenbach – MoMA Baş Küratörü Sanat, insan doğasını ifşa eder. İster sanatın üretici kısmında olun, ister destekleyicisi ister ev sahibi... Asla doğanızı saklayamazsınız. Bir kez o röntgen odasına girdiniz mi açık edeceğiniz şey saf doğanızdır. Bu yüzden sanatın dönüştürücü gücü her şeyden daha fazladır. Uykunuzda konuştuğunuzu varsayın, gerçek fikriniz mantığınız dışında zihninizden akıyor… İşte böyle bir cesarettir sanatın içinde olmak: kendi özünü ortaya koyma cesareti…
Marina Abramovic Enstitüsünü kurmuş olması bunun ne kadar meşakkatli bir iş olduğunu kanıtlıyor. Burada -elbette- yine bir dönüşüm söz konusu: özen. Bunu açıklamak adına en yakin örnek olarak meditasyonu verebilirim. Uyurken bile çalışan zihnimizi susturmak, onu daha efektif kullanmamıza olanak tanir. Dinlenmiş zihin ile konuşursanız söyledikleriniz doğrudan kalbe hitap eder.
Dolayısıyla hem sözleriniz hem aksiyonlarınız bilinçle akar. Performans öncesi zihinsel ve bedensel hazırlık önce hayatın tüm etkilerinden kendini arındırmakla -bir nevi kendini karantinaya almak- başlıyor. Bu arındırma; performans süresince izleyici ile en şeffaf teması yakalamak, yapıtın etkisini en maksimum seviyede vermek için odaklanma ve pratik çalışmalarından oluşur. Abramovic’in bunu kendi metotlarıyla yapıyor olması onu alanında 'diva' yapan olgudur aynı zamanda. Marina Abramovic 2010 MoMA sergisinden üç ay evvel Floransa Bienali’ndeki ödül konuşmasında içtenlikle yazdığı manifestosunu paylaşır:
*Bir sanatçı asla kendisine ve başkalarına yalan söylememeli
*Bir sanatçı diğer sanatçıların fikirlerini çalmamalı *Bir sanatçı kendini sanat piyasasına dahi adamamalı
*Bir sanatçı asla başka birinin varlığına zarar vermemeli, kendini idolleştirmemeli
*Bir sanatçı kendi aşk hayatıyla iç içe olmalı *Bir sanatçı başka bir sanatçıya aşık olmaktan kaçınmalı
*Bir sanatçı başka bir sanatçıya aşık olmaktan kaçınmalı *Bir sanatçı başka bir sanatçıya aşık olmamalı kaçınmalı Marina Ulay’a çok aşık olmuştur. Onu kendisinden çok sever ve birlikte gerçekleştirdikleri üretimler yoğunlukla kadın-erkek ilişkilerini ifade etmiştir. Birlikte gerçekleştirdikleri ‘Nightsea Crossing’ (1981-1987) adlı performans; hareketsizlik, sessizlik ve oruçtan oluşuyordu ve yalnızca bir masa başında birbirlerine göz göze bakmaktan ibaretti. Aralıklı 90 gün bunu yaptıktan sonra Ulay sağlık sorunları sebebiyle pes etti ve Marina karşısındaki boş sandalye ile performansa devam etti. MoMA’daki efsanevi performansın temeli buradadır. Sonsuza kadar birlikte olacaklarını uman, hayatının en güzel günlerini geçirdiği ve en iyi üretimlerine eşlik etmiş adam yoktur karşısında. Bu performans, gün boyu bir sandalye üstünde hareketsiz, sessiz, aç bir halde oturmaya devam etmeye ek olarak boş bir sandalyeye bakmaya evrilir. Yani bir işkenceye.
Yıllar sonra, bu performans dünyanın en önemli sanat sahnesindedir. Ulay’ın bıraktığı boş sandalyeye yaklaşık bir milyon insan oturmak için saatlerce sıra bekler. Marina tek tek her biriyle kurduğu göz temasıyla sanat dünyasına tarih yazar. Giden bir aşkın yerine gelen etkiye bakın…
Bugün Sakıp Sabancı Müzesi'ndeki sergi, sanatçının geniş bir retrospektifini içeren MAI sergisidir. Lokal performans sanatçılarımız MAI seçmelerinden geçerek bu sergiye yine MAI ile hazırlandılar. Sergi süresince performanslar değişeceğinden, hepsini deneyimlemek isterseniz programı takip etmelisiniz.
Sanatçının tüm işlerine aşina olduğumdan benim için bu sergideki en heyecanlı bölüm MAI metotlarının tecrübe edileceği -3. kat.
Tüm kişisel eşyalarınızı -saat dahil- teslim edip içeriye bir ses blokaj kulaklığıyla giriş yapıyorsunuz. Baştan aşağı siyah giyinmiş bir kişi şefkatle elinizden tutuyor ve sizi bir platforma götürüyor. Ben önce biraz direndim bu huzurlu ve yumuşak hislerle dolu yaptırıma. Gözlerimi kapatmamı işaret ettiğinde frekansım değişti bir anda. Sessizlik ve karanlık o an o kadar iyi geldi ki öylece kalmak istedim. Bir sonraki deneyimin merakıyla gözlerimi açmamla şefkat eli tuttu elimden tekrar ve bu kez beni kırmızı manzara izlemeye götürdü. Sonrasında farklı metotları deneyimledim ve hepsi için ortak düşüncem hiçbirini sonlandırmak istemediğim.
Yıllar önce Türkiye'de lokal ve global sanata en çok yatırım yapmış merhum Ali Raif Dinçkök ile iki kez bir araya gelmiştim. Şirketinin CEO’su ile tanıştığımda, 'patronum tam bir sanat aşığı. Seni tanıması lazim' demişti. Hemen ertesi gun Ali Bey beni aradi, yakinda oturmama rağmen şöförünü yolladi ve ben Türkiye'de ilk kez yalnızca sanatçı kişiliğimle ilgilenecek bir beyefendiyle tanışma şansına eriştim. Masasindaki bir fotoğrafa bakarak 'Marina Abramovic'i biliyor musun?' -Evet! -Kim? -Performans sanatçısı. Ve baktığı fotoğrafı çevirip bana gösterdi. İkisi de oldukça genç, gülüyorlar ve fotoğraf siyah beyaz. Aklima bir çok soru gelmesine rağmen soramadim ve hep merak ettim... Bugün yalnızca performans sanatına değil, dünyada çağdaş sanata yön veren ilk 10 isimden biri olarak gösterilen güçlü otorite Marina Abramovic’i keşfeden ilk Türk Ali Raif Dinçkök imiş meğer...
Paylaş