Paylaş
Bundan beş yıl önce “alışverişle aran nasıl Melike” diye sorsaydınız, “valla ellerim titreyerek bir dükkana giriyorum, çok beğendiğim bir çantayı, bir ayakkabıyı aldığımda bünyemi fena halde bir rahatlama hissi kaplıyor... Resmen beynim uyuşuyor” diye tanımlayabilirdim. Bildiğiniz “bağımlı” muhabbeti yapabilirdim sizinle.
*
Biraz daha eşeleyecek olursak, o kadar da basit değil esasında “alışveriş yaptım, rahatladım” meselesi.
Hayat yolunda gitmiyorsa herkesin savaşmak için kendi yöntemleri oluyor. Bir bakmışsın kendine sarıyorsun. “Kilom fazla” “Çirkinim” diyorsun. İmkanın varsa kendini “düzeltene” kadar uğraşıyorsun. Tabii istediğin kadar hokka burun ol, istediğin kadar fit, bunların hiçbiri seni tatmin etmiyor. Tatmin olamadığın bir başka konu var çünkü: Kendi varlığın. Hayatın.
Alışveriş de dertleri unutmakla eşdeğer. Bir nevi terapi. Kendini ödüllendirmek bir bakıma. Kendi kendine “aferin, sen harika bir insansın, bunu hak ettin” demek. Eğer onaylanmadığını hissediyorsan, bir bakıma onaylanma hissi. Kendi kendine hediye ediyorsun bunu.
*
İnsan beyni kolaya kaçar. En kolay rahatlama şekli neyse, ona meyleder. Mücadeleden kaçmak, ilk aklına gelendir. Eh, alışveriş kadar insanı uyuşturarak dış dünyadan koparan başka bir “kolaycılık” var mı?
Eline kağıt kalem alıp yazı yazabilirsin, spor yapabilirsin, bir konuda uzmanlaşmak için kendini zorlayabilirsin ancak bunların hepsi kendi içlerinde mücadele gerektiren eylemler. O yüzden aracına atlayıp bir alışveriş merkezinde “rahatlamak” birçok kadına kolay geliyor...
Geliyordu.
Şimdi tüm bunlar değişiyor. Tüketim kültürü, zamanın ruhuna göre evriliyor.
“Rahatlatma” fonksiyonu hala geçerli olabilir ancak artık alışveriş, bir “uyuma” yöntemi değil.
*
Sanki dünyada hiçbir derdimiz yokmuş gibi, dünyada bizden ve çevremizden başkası yaşamazmış gibi hayatı sürdürmenin bedelini ödüyoruz bugün.
Bizi bu günlere getiren süreci tam olarak göremediğimiz gibi, kötüleşmesi için de var gücümüzle çalışmışız...
Annelerimizin, babalarımızın kenara beşer kuruş koyarak kurdukları hayatlara gıpta ederken, öte yandan delirmiş gibi harcamış, harcadığımız kadar tatmin olmuşuz. Kendilerini sadece mesleği, sadece kocası, sadece çocuğu ile tarif edebilen kadınları eleştirirken, bizler de sadece “sahip olduklarımızla kendimizi tanımladığımız” varlıklara dönüşmüşüz.
Öyle bir vaziyete gelmişiz ki, donla kalsak bir değerimiz olmayacak yani.
*
Tüketim kültürüyle savaşmak zor. En tutumlu adamın bile “İhtiyacım kadarını satın alıyorum” demesi gerçeğin ancak kıyısından geçiyor. Satın alma eyleminin insanların duygu dünyasıyla bağdaştırıldığı bir dünyada bu kültürle savaşmaya olanak yok.
Ancak gidecek bir adada yaşayacaksınız. Kendinizi tüm iletişim araçlarından soyutlayacak, 60-70 yıl öncesinin koşullarında yaşayacaksınız.
Neye ihtiyacınız olduğunu, neye olmadığını göreceksiniz.
*
Bilmem dikkat ettiniz mi... Son bir aydır alışveriş merkezlerinin dolup dolup boşalmaması, biraz yaz, biraz Ramazan ama en çok da “Gezi ruhu”nun getirisi.
Birileri alışveriş yapar, kendi hayatına bakar, cebini doldurur, harcar, sonra yine çalışır, yazları tatiline gidip kendi ülkesinin gerçeklerinden fikren hayli uzaklarda, başkalarına gıpta ederek yaşarken, birileri de bu durumu kendi gibi düşünmeyenlerin özgürlüklerini kısıtlama fırsatı olarak kullandı.
Kabul etmeliyiz, biz yol verdik buna.
*
Tabii, her dağılma, toplanmayı getirir, doğanın kuralı bu. Saçtık, dağıttık, umursamadık, sorumluluk almadık, şimdi silkeleniyoruz.
Kafe masalarından kim ne yapmış değil, ülke nereye gidiyor sohbetleri yükseliyor.
Siyasetle en ilgisiz adam bile “muhalefet zayıf, bir şeyler yapmalı” diyor.
Kendi hayatı için endişe duyuyor. Odağı kendi çevresi, kendi yaşam koşulları değil.
*
Alışverişten girdim ama şuradan çıkacağım: Kendimizi uyuttuğumuz yöntemler artık geçerliliğini kaybetti.
Ya da şöyle söylemek lazımdır belki: Kendimizi uyutabilme yeteneğimizin yerinde son derece gerçek ve sert rüzgarlar esiyor.
“Bak güzelim, hayat böyle esasında” diyor,
Umarım geçici bir fırtına değildir.
Paylaş