Paylaş
Her şey çok düzensizdi, kirliydi, uyumsuzdu ve elimde tüm bunları bir anda değiştirebilecek bir sihirli değnek yoktu...
Acelecilik bir mizaç özelliği herhalde. İstediğin hemen, dakikasında, o anda olmazsa kudurmak... Bir saniye bile yerinde duramamak... Olduğunda hissettiğin o müthiş tatmin... Olmadığında ortalığı birbirine katış... Oldurana kadar zorlayış...
Bazen işe yarıyor acelecilik şüphesiz. Sorun varsa hemen hallediyorsun. Hiçbir işini yarına bırakmıyorsun. Üşenmiyorsun, elinde adeta bir odun, çevrendekileri de dürtüp duruyorsun.
Bazen “Ehhh yeter be” dedirtiyorsun, bazen de “hayat kolaylaştıran insan” oluyorsun.
Elbette, genelde ikincisi olmayı tercih ediyorsun. Aceleci olunca konu aşk olsa da aynı davranıyorsun, taşınmak olsa da...
Evlenmek olsa da boşanmak olsa da...
Düşünmeden yapıveriyorsun, çünkü önce duygularını tatmin etmelisin. Sanki susamışsın da derhal bir kova su içmen gerekirmiş gibi.
İstemek susamak gibi sahi... İstediğine derhal sahip olmak da o hissi tatmin etmek gibi. Susuzluğunu gidermek işte...
Ya, bir saniye, ben mobilya yazacaktım ya! Nereden çıktı şimdi üç noktalı cümleler? Romantik, melankolik benzetmeler...
Ciddiyim, nasıl mobilya boyadığımı anlatacaktım size.
Tabii size ahşabı boyamanın 10 yolunu değil, o ahşabı boyarken ruhunuzun neresini iyileştiriyorsunuz, onu anlatacaktım.
Ya da gözünü okşayan ortamda bulunma ihtiyacı” nereden gelir, onu sorgulayacaktım...
**
Kimisi vardır, koy onu bir odaya, otursun senelerce. Kırık dolap kulpları, akmış tavan, birbiriyle uyumsuz halı ve mobilyalar, sağdan soldan toplanmış gibi görünen eşyalar onu rahatsız etmez. Başını sokacağı bir yer vardır ve mutludur. Onu mükemmel bir hale getirmekle, minik detayların arasında kaybolmakla ilgilenmez.
Bir de onlar vardır sahi...
Birileri “gözüm okşanmazsa olmaz” derken onlar neden öyledir ki?
Karmakarışık bir odada herhangi bir stilin ifadesi olmayan, ruhsuz ve “sağdan soldan toplanmış” duygusu veren bir yerde kim yaşamak ister ki?
Ben değil!
Ya da bilemiyorum... Belki yaşardım. Eğer gerçekten hayatta o anda doğru bir noktada olduğumu hissetseydim yaşardım.
Demek değilmişim.
***
Üç sene önceydi. Taşınma hengamesi bittiğinde salonun ortasında oturdum. Sanki balık gözü kameradan bakıyordum etrafıma. Aklımda tek düşünce: Kahverengilerin içinde boğuluyorum! Kesin değiştirmem lazım... Evi düzeltmem lazım, renkler etrafımda ahenkle dans edecek, benim de evde otururken zevkten ölmem lazım, hedef bu...
Madem yeni bir eve taşındım, bu hem beni ifade etmeli hem de gözümü okşamalıydı, sevdiğim dönemleri yansıtmalı, kesinlikle “yeni” olmamalıydı... Biraz 60’lar, biraz 70’ler... Küçükken büyüdüğüm eve benzemeliydi belki biraz da. Ruhu olmalıydı.
Fakat yoktu. Sanki biri beni hayatımdan çekip almış, ait olmadığım bir yere koymuştu. Ruhsuz bir evde yeni hayatıma merhaba diyordum. İçinde yetiştiğim, bana “kodlarımı” veren annemden, babamdan, arkadaşlarımdan, içinde bulunduğum kültürden koparılmış gibi hissediyordum. Suçluyu buldum: Kahverengiler. Eğer kahverengileri değiştirirsem her şey hallolacaktı. Tek sorunum kahverengilerdi.
Her şey kahverengiydi ve tüm kahverengiler birbirleriyle uyumsuzdu: Raflar halıyla, halı perdeyle perde de televizyon ünitesiyle. Yerlerin kahverengisi ayrı, örtülerin kahverengisi ayrı. Kahverengi denizinde yüzüyordum, nefes alamıyor, boğuluyordum adeta.
Salonun ortasında oturup resmen hart hart kaşındığımı hatırlıyorum. Mobilyaların renkleri ve dekorasyonla kafayı bozmuş vaziyetteyim, bir ruh hastasının maceralarını “Kahverenginin 50 tonu” isimli bir kitapta toplamak üzereyim.
Tabii aklımda ne seks var, ne yazacağım kitap, ne sokaktaki hayat, ne arkadaşlarım, ne evliliğim... Adeta şu hayatta tek hedefim var: Baktığım yerin güzel olmasını istiyorum. Yoksa adeta hayata devam edemeyeceğim! Bu mobilyaları ve tüm eşyaları uyumlu, ahenkli bir hale çevirmezsem öleceğim, acı çekerek öleceğim!
Karar verdim: Mobilyaları boyayacağım. Döşemelerini değiştireceğim ve burayı harika bir ev haline getireceğim...
Hızla ve hırsla başladım. Fırçalar, boyalar, temizleyiciler, kova ve leğenler... Eski püskü kıyafetlerimi giydim, saçım, kaşım, bacağım, her yerim boya içinde... Hummalı yenileme çalışmaları giderek ivmeleniyor, el becerilerim gelişiyordu... Resmen badana boya yapabilecek nitelikte bir ustaya dönüşüyorum, bir elimde matkap, bir elimde zımpara, rastgele dalıyorum tüm kahverengilere...
Adeta kendimi parçalayarak zımparalıyorum, kazıyorum, eşeliyorum...
“Bir kadının evinin dekorasyonunu değiştirmeye karar vermesi” diye bir hadise var. Öyle bir ruh hali ki sadece yapı markete gitmeyi düşünebiliyorsun. Birisi sana dese ki “Melike’cim, ay dünyaya çarpacak ve hepimiz öleceğiz” “Ya, bir saniye ben önce Koçtaş’a bir gideyim de sonra bakarız” diyeceğim.
Dünya tersine dönse umurumda değil, tüm işlerimi bir kenara bırakarak hayatımı yapı markette geçirmeye başladım. Hangi boyayı alacağım, hangisi kokmayacak, en çabuk hangisi kuruyacak.
Ve en önemlisi: Aceleciyim! En hızlı bana hangi ürün yardımcı olacak?
**
İşin enteresan kısmı ne ahşap boyamayı biliyorum ne de mobilya uzmanıyım. Sadece çok acelem var, yaşadığım yeri güzelleştirmeliyim, çünkü yaşadığım yer güzelleşince her şey daha güzel olacak fakat bunun yöntemini bilmiyorum.
Rastgele bir beyaz duvar boyası aldım. Hiç arayı uzatmadım, eve gelir gelmez hunharca fırçayı mobilyaların üzerine vurmaya başladım.
Boyadım, boyadım boyadım. Elime ne geçtiyse beyaza boyadım. Neredeyse kendimi de beyaza boyayacağım.
Kimi mobilyalar cilasızdı, onları kuruduktan sonra ince ince zımparaladım... Tamamen spontane bir hareketti, hiç düşünmeden zımparaladım.
Ne oldu dersiniz? Bingo! Tesadüfen, bilmeden eskitilmiş mobilya yaptım!
Kadınlar canları sıkıldığında saçlarıyla uğraşır ya, bunun farklı bir versiyonu da kendini dekorasyona vermek. İçindeki endişeleri kendini parçalayarak tahta zımparalayıp atmak var işte...
Her zaman kuaföre gidip radikal bir renk denemiyor ya kadınlar...
Saçımla oynamaya cesaret edemediğime göre, evet o benim.
**
Takıntılarımıza bakarak hayatta eksikliğini çektiğimiz ne varsa hepsinin izini sürmek mümkün esasında.
İç dünyanda tatmin olmayan ne kadar duygun varsa hepsini dışa vuruyorsun. Kendinde düzeltemediklerini içinde bulunduğun mekana transfer ediyorsun...
Sanki baktığın yer çok güzel ve düzgün olduğunda bu iç dünyana da sirayet edecek sanıyorsun...
Kazıyıp boyaları sürdüğünde kendini yeniliyormuş, yaraları iyileştiriyormuş gibi hissediyorsun...
Şu bir gerçek: Düzenli ve güzel bir ev ve ofis, yani sürekli içinde bulunduğun ve baktığın yer ruhuna merhem oluyor elbette... Ama sadece yüzeyde!
Fakat derine inmeye cesaret edemiyorsan...
Durmadan kendiyle, etrafıyla, olmadığı çocuğuyla, temizlikle, düzenle kafayı bozmuş adamlara dönüşüyorsun.
**
Kendi ayak izlerimizi iyi takip etmemiz lazım esasında.
Kazıdığın ahşaptan al haberi! Bilgi bazen hiç tahmin etmediğimiz yerlerden geliyor...
Delicesine uğraştığın iş, sana mesaj veriyor...
“Benimle uğraşıyorsun fakat bunu, kendinle uğraşmaya cesaret edemediğin için yapıyorsun” diyor...
Paylaş